Hollanda'nın Amsterdam kentinde düzenlenen uluslararası belgesel festivali IDFA bu sene 20 Kasım-1 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecek.
Dünyanın en kapsamlı belgesel etkinliği olarak bilinen IDFA'nın açılışı İranlı sinemacı Mehrdad Oskouei'nin yönettiği Sunless Shadows adlı eseriyle yapılacak.
Babalarını, kocalarını veya ailenin başka bir erkek ferdini öldürdükleri için cezaevinde bulunan genç kadınlar bazen yönetmenle baş başa, bazen de sadece bir kameranın karşısında duygularını içtenlikle ifade ediyorlar.
Evyilikleri zorla empoze edildiği, şiddete maruz kaldıkları veya okuma hevesleri örselendiği için suç işlemiş olan kadınlar, dış dünyada erkeklerin güdümündeki hayatlarından zaten bıkmışlardır; tamamı kadınlardan oluşan ortamda adeta koruma altında hissederler kendilerini.
İran'ın prestijli belgesel yönetmenlerinden Oskouei daha önce Starless Dreams veya The Last Days Of Winter adlı eserlerinde olduğu gibi, hapsedilmiş kahramanlarıyla samimi bir iletişim kurmayı başardığı için perdeye yansıyanlar seyirciyi mutlaka duygulandıracaktır.
Amsterdam'da yok yok!
Festivalin belgesel piyasasını yakından ilgilendiren birçok yan etkinliği her zamanki gibi gayet geniş kapsamlı olacak.
IDFA sırasında prömiyerlerini gerçekleştirecek, muhtelif yarışmalarda şanslarını zorlayacak olan yepyeni filmler dışında bilhassa Best Of Fests ve Masters adlı bölümlerde geçtiğimiz aylarda dünyada büyük ilgi görmüş eserler de Hollanda'da seyirci karşısına çıkacak.
Aralarında, Sudan sinemasına ayrılan özel bölümde 2014 yılında IDFA'da gösterilmiş, savaş karşıtı Beats of Antonov, kadın futbolcular hakkında Khartoum Offside ve sinema severlerin kalbinde ayrı bir yeri olan Talking About Trees kesinlikle ilgi görecek.
Filistinliler'i dirayetle savunan İsrailli avukat Lea Tsemel hakkındaki Advocate, yalnız İtalya'nın değil, tüm gezegenin başındaki "Mafya" belasıyla dalga geçen Mafia Is Not What It Used To Be, Makedonya'nın yerküreye duyurduğu çevreci mesajın kahramanı Hatice Muratova'ya dair Honeyland, ambulansa ihtiyaç duyduğunuz zaman başınıza gelecekleri zarafetle aktaran Midnight Familiy ve Sahra çölündeki güçlü kadın profilini bize yönetmenin oyunbazlığıyla sunan 143 Sahara Street IDFA'da seyirci karşısına çıkacak filmlerden.
Robert Fisk IDFA'da
Yönetmenliğini Yung Chang'ın üstlendiği This Is Not A Movie adlı belgeselin kahramanı meşhur gazeteci Robert Fisk.
Kanada/Almanya ortak yapımı belgeselin tanıtım metninde Fisk'in 12 yaşındayken gördüğü Hitchcock filmi Foreign Correspondent sayesinde dış muhabir olmaya karar verişinden bahsediliyor.
Hayali gerçekleştiği gibi Fisk günümüzde 73 yaşında hâlâ aktif bir yazar ve savaş muhabiri. Fakat mesleğe atıldıktan kısa bir zaman sonra hakikatin film kurallarıyla pek örtüşmediğini fark etmiş (Belgeselin adı buna istinaden verilmiş).
Savaşları gazeteciler sonlandıramıyormuş, kötü adamlar da her zaman hak ettikleri cezalara çarptırılmıyormuş. Fakat Fisk yılmadan, gezegenin sıcak noktalarında olanları dünyaya aktarma vazifesini sadakatle sürdürmekte.
Şiarı da zaten "Gözlerinle gördüklerini aktar". "Sadece o zaman gerçeğe yaklaşmış olursun" diye de ekliyor.
Bir Ortadoğu uzmanı olarak Fisk sık sık ateş çemberinin içinde kalabiliyor, zaten bunu Avrupa prömiyeri yapacak olan belgeselde de göreceğiz.
Fark edeceğimiz bir diğer mühim husus, her şeye rağmen onun yorulmadan, hadiselerin gerçekliği peşinde misyonunu devam ettiriyor olması.
Forum
Her sene politikanın, iş dünyasının ve akademinin önde gelen kahramanları İsviçre'de Dünya Ekonomi Forum'u için buluşurlar. Yönetmen Marcus Vetter zirvenin arka yüzünü görüntüleme şansına sahip olmuş ilk sinemacı.
Bildiğimiz erkek ağırlıklı karar mercilerinin yanında Greenpeace'in CEO'su Jennifer Morgan statükoya karşı muhalif sesini duyurmak üzere oradadır. Arsız düşmanlarından Brezilya lideri Jair Bolsonaro ile çatışma kaçınılmaz olur.
Bu arada çevre aktivisti olarak tanınan Greta Thunberg'e de söz verilir. Forum'un sonunda ortaya çıkacaklar dünyanın elitlerinin ekmeğine yağ sürmeye devam mı edecektir, yoksa yeni bir çağa girmeye mi hazırlanıyoruz?
İmelda bir köşede unutulmaya gelmez
90 yaşına gelmiş olmasına rağmen Filipinler'in eski lideri Imelda Marcos politikaya dönme hayalini muhafaza etmektedir.
İktidarda olduğu döneme göre ülkesinin içine düştüğü sefalete üzülerek tanık olur, yoksullara cömertçe sadaka dağıtmayı ihmal etmez.
Yönetmen Lauren Greenfield Kingmaker adlı belgeselde Marcos ailesinin mevzubahis zenginliğinin nereden geldiğini bir kez daha sorguluyor; ülkenin, son zamanlarda devlet eliyle sürüklendiği şiddet girdabı bir yana, parayla gücün birbirini nasıl beslediğini layıkıyla gözümüze sokuyor.
Muhaliflerin ağzını açmasına bile tahammülleri olmadığı Imelda'nın, ülkeyi tekrar bir cennete dönüştürme hayali kendisi için bir gerçeğe, halk içinse bir kâbusa evrilecek midir?
Patricio Guzmán
IDFA 2019'da bir retrospektif ve duayen yönetmenin favori belgesellerinden oluşan bir seçkiyle onurlandırılan Patricio Guzmán etkinlikte son eseriyle de seyirciyi sarsacak.
Pinochet diktatörlüğü ve ülkesi Şili'de yaşananlar hakkındaki yeni üçlemesinin son halkası The Cordillera of Dreams.
Sözkonusu rejim sırasında birçok sanatçı ve entelektüel ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. And dağlarının varlığı coğrafyada yaşayanları hem korumuş, hem de dış dünyadan soyutlamıştır. Sıradağların muhteşem varlığı perdeye yansırken muhafaza ettikleri hafıza da kulaklarımıza acı maziyi fısıldamakta.
Usta sinemacı belgeselde kameraman Pablo Salas'la da görüşüyor. Polisin şiddet dolu icraatı Salas'ın muhteşem arşivinde ayrıntılarıyla belgelenmiştir.
Filmde de tabiatın estetik dünyasıyla net bir kontrast oluşturmakta olan bu görüntüler seyirciyi bir kere daha öfkelendirecektir.
Guzmán IDFA sırasında Hollanda prömiyeri gerçekleştirecek olan eserinde, halen protestolarla çalkalanmakta olan ülkede gençlerinin istikballe ilgili hayal imkânlarını da sorguluyor.
Tarkovsky
Sinema deyince akla gelen ilk isimlerden biri, Andrey Tarkovsky. A Cinema Prayer adlı filmde ayrıntılarıyla inceleniyor.
Oğlu Andrey A.Tarkovsky sinema ikonu babasının, hayatı, çalışmaları ve fikirleri konusunda cömertçe konuşurken gerçekleştirilmiş görüntü ve ses kayıtlarından yola çıkıyor.
Din ve spiritüelliğin hafızasındaki ilk yansımaları, onu anlamayan sinema eleştirmenleri, sinemayı diğer sanatlardan ayıran özellikler, oyuncularla çalışmak, hayran olduğu sanatçılar, otoriteyi temsil edenlerle ilişkileri, Batı'da kalıp kalmamak ve ölüm hakkında düşündüklerine vâkıf olacağız.
Kendi filmleri üzerine konuşmaktan imtina etmeyen büyük sinemacıyı arşiv fotoğrafları aracılığıyla da yakından tanıyacağız. Babası Arseny'nin şiirleri eşliğinde Rusya, İtalya ve İsveç'te, Tarkovsky için mühim olan yerlerin günümüzdeki halleri de perdeye yansıyacak.
Forman
Forman vs. Forman adlı belgeselde de bir diğer meşhur sinemacı kendini anlatıyor olacak.
Jakub Hejna ve Helena Třeštíková 2018 yılında vefat etmiş olan Miloš Forman'la yapılmış röportajlardan, film setlerindeki ziyaretlerinden, filmlerindeki sahnelerden ve evdeki özel video çekimlerinden yola çıkarak ayrıntılı bir portre ortaya çıkarıyorlar.
Annesiyle babası Nazi kamplarında katledilmiş olan Forman hayatı boyunca aile travmasını atlatamamış. Onu bir hikâye anlatıcısı haline getiren geçmişindeki acı dolu hadiselerin rolü ne kadar büyüktür?
Eserleri birçok Oscar dahil, defalarca ödüllendirilmiş bu nadide sinemacıya saygı duruşunda bulunmak için bu belgesel biçilmiş kaftan.
Toni Morrison'un ardından
Bu sene yitirdiğimiz Toni Morrison'un çocukluğunda, siyah renkli bir kız çocuğunun okula gidip okuma yazma öğrenmesi âdetten değildi.
Fakat o, dili ve hikâye anlatmayı o zamanlardan beri çok sevdi. Kariyerine öğretmenlik yaparak başladı, ardından editörlük yaptı, akabinde ünlü bir kitap yazarı oldu. 1993 yılında Nobel Edebiyat Ödülü sahibi de oldu.
Morrison siyah edebiyatı fikrine yepyeni anlamlar kazandırdı. Filmin omurgasını oluşturan uzun röportajda "Beyazların bakış açısının hiçbir kitabıma hâkim olmaması için tüm yazarlık hayatım boyunca uğraştım".
Siyahların daha önce alışılmamış perspektifinden yola çıkarak duyulmamış hikâyelerine ses verdiği gibi aslında anlattığı genel anlamda insanlığın gerçek doğasıydı.
Timothy Greenfield-Sanders'in yönettiği Toni Morrison: The Pieces I Am adlı 120 dakikalık belgeselde Morrison'un etkilediği birçok simaya da mikrofon uzatılıyor.
Apollo tiyatrosu
Harlem'deki Apollo tiyatrosu ABD'nin tarihinde herhangi bir sahne olmaktan çok siyahların ülkedeki mazisine ışık tutan bir tapınak sayılabilir.
James Brown, Ella Fitzgerald, Ray Charles, Prince, Richard Pryor ve daha birçoklarının ilk performanslarını sergileyip ünlendiği tiyatro, Billie Holiday'in ırkçılık karşıtı şarkısı Strange Fruit'u söylemeye cesaret edebildiği korunaklı bir vahaydı aynı zamanda.
Roger Ross Williams'ın yönettiği The Apollo adlı 102 dakikalık belgesel, Stevie Wonder ve Lauryn Hill'in oradaki performanslarıyla da zenginleştirilmiş bir arşiv şahikası.
ABD'de siyah olmanın ne demek olduğunun sık sık anlatıldığı ve sergilendiği anekdotlar silsilesi sonrasında belgesel, Apollo tiyatrosunun günümüzdeki anlamına da eğiliyor. Acaba Apollo mazide yaşanmış, neşeli olduğu kadar manalı günlerin anıldığı bir müze kuruma mi dönüşecek, yoksa kendini yenileyerek siyahların kültürüne aktif katkılarını sunmaya devam mı edecek?
Raggae de var
Jamaica'nın dünya kültürüne katkılarından raggae müziği Inna de Yard: The Soul of Jamaica ile bir kez daha irdeleniyor.
Yönetmenliğini Peter Webber'in üstlendiği belgesel, mevzubahis müziğin efsanelerini ağırlıyor ve eskiden hit olmuş eserlerinin akustik olarak tekrar kaydedilmesine tanıklık ediyor.
Ken Boothe, Winston McAnuff ve Kiddus gibi müzisyenlerin, yaş almış olmalarına rağmen ruhlarından hiçbir şey yitirmedikleri görülüyor. Bob Marley ve Peter Tosh gibi dünya yıldızlarıyla sahneyi paylaştıklaı yılları layıkıyla hatırlatıyorlar.
Gayet renkli ve eğlenceli belgesel dahilinde kayıt stüdyosundaki sekanslardan Avrupa'daki turneye kadar, birçok albenili unsur var. Filmdeki bir müzisyenin ifade ettiği şekilde:"Bazı memleketler pırlantalara sahip, bazıları petrole. Bizim raggae müziğimiz var".
Carne
Hayatlarının farklı dönemlerindeki beş kadın, bedenleriyle bazen muğlak olabilen ilişkilerini sorguluyor.
Camila Kater'in yönettiği Carne adlı kısa filmde aynı kadınlar kendilerine yönelen bakışların analizini de yapıyorlar. Aşırı kilolu olmak, âdet görmek, menopoz, yaşlanma gibi mevzular onlar için hem tanıdık hem de sürprizlerle doludur.
Çeşitli sinema ifade biçimlerinin harmanlandığı filmde kadınların kendilerini görmüyoruz. Farklı tekniklerle süslenmiş 12 dakikalık eserin gayet doyurucu ve düşündürücü olmasına engel değil bu.
Şişmanlığı spor yarışmalarında hızlı koşmasına mani olmasına rağmen bu durumun kendisine diğerlerine göre çok daha fazla dayanıklılık sağladığını hatırlıyan bir kadının anıları enteresan epizotlardan biri.
Filmin adı ve beş karaktere ayrılmış beş bölümü, etin beş adet pişirilme safhasından ironik bir tavırla esinlenmiş.
Fabulous voguing
Kuir dansçı Lasseindra Ninja New York ve Paris gibi şehirlerde LGBTQ toplumunun ikonu haline gelmiş durumda. Doğmuş olduğu Fransız Guyanası'nda ise ünlendiği Voguing dansını ve kendisini tanıyan pek yok.
Audrey Jean-Baptiste'in yönettiği Fabulous başlıklı belgeselde Lasseindra'yı ustalaştığı dansı Cayenne'de öğretirken görüyoruz. Erkek dansçıların kadınsı taraflarını göstermeleri önemli bir husustur.
Guyana'da erkeklik konusundaki katı klişeler efemine bir oğlanın ailesi tarafından dışlanmasına kolaylıkla sebep olmaktadır. Filme dahil olanlardan bazıları ülkenin başkenti Cayenne'in yeraltı dünyasına dair tecrübelerini de aktarıyor.
Film boyunca Lasseindra'nın verdiği dans kursları sayesinde birçok dansçının nasıl özgüven kazandığına da şahit oluyoruz. Filmin duygu yüklü finalinde uzun ve meşakkatli bir çalışmadan sonra elde edilen gurur verici tabloyu izliyoruz.
Dans deyince Cunningham
Dans deyince akla gelen ilk isimlerden biri ise kesinlikle Merce Cunningham.
Alla Kovgan'ın yönettiği Cunningham adlı bereketli belgesel bizi dans dünyasına layıkıyla sürüklüyor.
Kahramanımız kendisine avangard denmesinden hoşlanmazdı, sadece dançı sıfatıyla anılmayı tercih ederdi.
Dans dünyasını layıkıyla etkilemiş dansçı ve koreograf, dans hakkında "ortalıkta çeşitli biçimlerde hareket eden insanlar" derdi. Dansa bir anlam yüklemeye meraklı değildi, izleyicinin dansı yorumlaması onun için daha önemliydi.
Fakat bu bakış açısı 70 yıllık kariyerinde yorulmadan yeni ufuklara yelken açmasına engel teşkil etmedi.
Klasik dansla moderni harmanladı, insan bedeninin her türlü deviniminin dansa dönüştürülebileceğine inandığından herkesin dansçı olabileceğine inandı.
Gayet yaratıcı unsurlarla süslü belgeselde Cunningham'ın radikal görüşlerine, ayrıca bitmez tükenmez merakına da vakıf oluyoruz; monologlar ve röportajlar da cabası.
Arşiv görüntülerinin eklektik montajı üç boyutlu teknikle birleştiğinde filmi unutulmaz bir tecrübeye dönüştürüyor.
Hayatının aşkı, besteci John Cage'le profesyonel işbirlikleri de filmde irdelenen olmazsa olmazlardan.
IDFA 2019 zengin programıyla hem seyirciyi ihya edecek, hem de Amsterdam bir kez daha belgesel endüstrisinin nabzının attığı merkezlerden biri haline gelecek.
Orwa Nyrabia'nın sanat direktörlüğünde, kadın sinemacılara, kadınlar hakkındaki hikâyelere şimdiye kadarkinden çok daha fazla yer ayrıldığı gururla ifade edilen etkinlikte her nabza göre şerbet olduğu da kesin.
Yerküre muhtelif krizlele inkâr edilemez boyutlarda çalkalanırken, belgesel dünyasının gidişata hangi ölçüde dur diyebileceğini göreceğiz...
Festival hakkında teferruatlı malumata buradan https://www.idfa.nl/en/ ulaşabilirsiniz.
(MT/PT)