Hayatı boyunca nefesini uzun uzun tutmak zorunda kalan Asdğig Yaupyan'ın anısına
Vücudun suyla sarmalanıp bütünleştiği, sıvının hakimiyetinde ana rahmini hatırlatan şefkatli bir ortam;
beden boşluktaymışçasına ağır ağır dalgalanıp, uzuvlar serbestçe salınırken gevşemenin çok daha mümkün olduğu bir dünya;
insana doyasıya yaşama sevinci veren, ferahlatan ve hürriyeti derinlemesine duyumsatan ahenkli bir evren…
Yılların tecrübesi sayesinde iyice uzamış nefeslerin sağladığı imkânları azami şekilde değerlendirip denizin dibinde dakikalarca kalan, birer su altı yaratığına dönüşmüş kadınlar;
erkeklerle özdeşleşen balık adamlık, namıdiğer dalgıçlık mesleğini iki bin seneyi aşkın bir süredir yürüten Japonya'nın balık kadınları amalar;
gezegeni tehdit eden kirlilikten dolayı nesli tükenmekte olan deniz varlıkları ve değişen toplumla beraber kaybolmuş gelenekler yüzünden sayısı epeyce azalmış bir zamanların inci, günümüzün deniz kulağı toplayıcıları…
Dünya prömiyeri İsviçre'nin Nyon kentindeki Visions du Réel'de gerçekleştikten sonra, Karlovy Vary'de özel mansiyona layık görülen Ama-San adlı belgesel kadınlardan müteşekkil bir su altı ekibine odaklanıyor.
1960'lara kadar başlarındaki beyaz başörtüsü dışında mesleklerini çırılçıplak icra eden amalar, günümüzde teknolojinin bazı imkânlarından yararlanıyor olmalarına rağmen, faaliyetlerindeki ritüelliği kesinlikle unutmuşa benzemiyorlar.
Portekizli kadın yönetmen Cláudia Varejão yaşları 50 ile 85 arasında değişen kahramanlarının özel hayatlarını yakından takip ederken mesleklerinden beslenen huzur dolu dünyalarını elinden geldiğince yansıtmaya çalışıyor. Konu bakımından Su Yücel'in Bozburunlu balıkçı kadınlarla ilgili belgeselini hatırlatan 113 dakikalık eser, 2016 Portekiz, Japonya, İsviçre ortak yapımı.
Ama-San
Belgeselde ön plana çıkan balık kadınlardan Mayumi, Masumi ve Matsumi'yi ev işlerine eğilirken, annelik veya büyükannelik yaparken, veyahut tarlada toprakla uğraşırken izliyoruz. Ayna karşısında veya kuaförde estetik görünüşlerine vakit ayırdıkları gibi topluca yemek pişirip kendilerine ziyafet çektikleri de oluyor. İçkiyle keyiflenip dans ettikleri ve şarkılar söyledikleri âlemler suyun altında geçirdikleri meditatif zamanlarla sıkı bir tezat oluşturuyor.
Kullandıkları teçhizat sektörün günümüzde ulaştığı seviyelere göre gayet iptidai sayılabilir. Su altı kıyafetleri nispeten ilkel neopren malzemeden imal edilmiş, maskelerinin derme çatma hali ise bana İmroz'un (Gökçeada) kaybolan Rum sünger avcılarını hatırlatacak kadar antika!
Eskimiş veya kayalara sürtünerek parçalanmış paletlerin tamir seansı tam bir dayanışma örneği.
Tüm su altı emekçileri gibi Ama-San'ın kahramanları da en çok kulak hastalıklarından muzdarip. Denizden çıktıktan sonra başlarını havlularla sarıp uzun uzun dinlenmeleri olası belalardan korunmak için başvurdukları bir âdet.
Bir zamanlar sadece inciyle özdeşleşen amaları, yani "deniz kadınları"nı belgeselde en çok deniz kulağı toplarken izliyoruz. Popüler adı abalone, bilimsel adı haliotis olan bu deniz yumuşakçası, su ürünleri piyasasında Ama-San'ın kahramanlarına en çok para kazandıran av olarak ön plana çıkıyor.
Arada dipten deniz kestanesi veya ahtapotla çıktıklarını da görüyoruz. Farklı farklı deniz minareleri, envaitürlü yosun, ıstakoz, istiridye veya tarak da olası avlarının arasında, fakat birer nimet halindeki sözkonusu canlıların tehlike altında olduğunu belirtmekte de fayda var. (Acaba Kapıdağ yarımadasından Japonya'ya ithal edilen deniz hıyarlarının nesli de tükenir mi yakında?)
Aslında balık kadınların kendileri de yüzyıllardan beri süregelmekte olan bir geleneğin son temsilcileri. Değişen ekonomik düzen ve çağdaş toplumda öylesine zahmetli bir işi yeni nesillere aktarmak imkânsız gibi bir şey. O yüzden de insanın Ama-San'ın kahramanlarına duyduğu saygı iyice artıyor.
Vasat sonuç
Fakat doğrusunu söylemek gerekirse belgesel bende hayal kırıklığı yaratmadı değil. Yıllar içinde tecrübelerini artırıp nefeslerini daha uzun süre tutabilen fotojenik amaların bilhassa su altı görüntülerini yeterince tatmin edici bulmadım. Yönetmen bizi daha çok kahramanlarının özel hayatlarına dahil etmek istemiş olabilir, oysa deniz altının hipnotik etkisini etkili biçimde kullanıp bizi belgesel sanatının klasik boyutuna taşısaydı, karadaki sahneler soluklanıp kahramanlarımız hakkındaki merağımızın minnacık ayrıntılarla giderilmesini sağlayan değerli unsurlar haline gelebilirdi.
Filmin kahramanlarından hiç biri olağanüstü bir kişilik iddiası taşımasa da, hayatın sıradan akışı sırasında bir olaya duygusal olarak yükselmek, bir espriye gülmek veya değişik bir durumu merak etmek bana nasip olmadı. Belgeselin temposu gayet düşük, bazı sahneler kameranın zoruyla oluşmuş dinamikleri andırıyor.
Su altında kadın bedeninin estetiğine ayrılmış kısıtlı zaman, balık adamlarla balık kadınların mesleklerine yaklaşım farkları veya karakterleri tanıma yönünde derinlik eksikliği filmin zaaflarından. Yönetmenin farklı bir kültürden gelmesi sanki soğuk bir belgeselin ortaya çıkmasına sebep olmuş, balık kadınların duygularını yansıtma konusundaki çekingenlikleri filme birebir yansımış gibi duruyor.
Denizin derinliklerinde sonuna kadar dayanıp akciğerlerindeki havayı tükettikten sonra su yüzüne çıkınca oksijene kavuşmanın hayati duygusunu bize hissettiremiyorsa, bu belgeselden bize ne fayda!
Amaların başlarına bandana şeklinde bağladıkları beyaz kumaş parçasına gelince: Bir zamanlar suyun altında saçların kontrolsüzce gözlerin önüne dökülmesiyle görme yetisini azaltmasından dolayı kullanıldığını düşünüyorum. Sonradan kullanmaya başladıkları neopren başlık mevzubahis işlevi görüyor olsa da, beyaz başörtüsü ama geleneğinin vazgeçilmez sembolü halinde hâkimiyetini sürdürüyor olabilir mi? (MT/AS)