Denizle asırlardan beri haşır neşir olup medeniyetler yaratmış Anadolu ve Trakya'nın kadim halkları, yurtlarından edilince kıyılar bir süreliğine sessizliğe bürünmüş, sanki lanetlenmiş, ilgisiz coğrafyalardan oralara bilahare yerleştirilenler adeta kaderlerine terk edilmişti.
Derken deniz kenarında tatil yapmanın, yazlık sahibi olmanın, yatlarla kıyılarda dolanmanın, ayrıca keyif için balık avlamanın ve doyasıya deniz ürünü tüketmenin nimetleri fazlasıyla anlaşıldı; böylece kıyıların talanı başladı, günümüzde de hız kesmeden sürüyor.
"Kıyılarda herkesin gözü var: 'Aaa! Burası boş kalmış.' İnsanlar ne güzel korunmuş diye bakmıyor, dolduralım diye bakıyor" sözleri hassas bir denizseverin ağzından dökülen tasalı sözler.
Aynı kişi "Vatan, üzerine beton dökülerek sevilmez. Bence vatan sadece bayrak sallayarak da sevilmez. Bilgiyle, saygıyla, sorumluluk alarak sevilir!" diye devam ediyor.
(Daha geçenlerde Bodrum'un Ortakent Mahallesini müteakip, Muğla'nın Gökova Körfezi, Marmaris, Milas ve Ula ilçelerinin doğal sit alanları statülerinin kaldırılıp Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın kararıyla yapılaşmaya açıldıklarını duymadık mı?)
Bu arada, nedense bir türlü önüne geçilemeyen yağma, denizlere de çoktan taşmıştı.
Coğrafyayı "Üç tarafı denizlerle çevrili" sözüyle niteleyip böbürlenirken, Mavi Vatan'ın sınırlarını günbegün artırma politikası güderken, denizlerdeki nimetlerin tüketimini denetleyen kurum adının Tarım İlçe Müdürlüğü olması, aslında devletin mevzuya ne kadar yabancı kaldığının göstergesi değil miydi?
"Orfoz: Resifin Efesi" başlıklı belgesel, Türkiye'deki avlanma yasağına rağmen koruma alanlarında bile avcıların hedefi olabilen, Akdeniz'deki en haşmetli balıklardan orfoza odaklanıp bakışını mümkün olduğunca genişletiyor.
Nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış orfoz, yakın akrabası lahoz/grida gibi adil olmayan, ahlaksızca sürdürülen avcılığın kurbanı olmaya devam ediyor.
Çevreci belgesel sorumluluğu genelde büyük çaplı avcı filolarına veya kaçak avcılığa yüklemeyi tercih edip ayrıcalıklı masalarından belirli lezzetleri eksik etmek istemeyenleri de vicdan muhasebesine davet ediyor.
Çocukluğundan beri denizle iç içe yaşamış Mert Gökalp birkaç sene önceki "Lüfer" belgeselinden sonra su altı tecrübesini bir kez daha layıkıyla yansıtıp seyirciyi önce çarpıcı görüntülerle mest ediyor sonra da su altını korumaya kendini adamış kişi ve kurumlara neden destek olmamız gerektiğini manidar misallerle ispatlıyor.
Gezegenin muhtelif denizleri ve okyanuslarında birbirinden çekici kostümlerle karşımıza çıkan görkemli orfoz ailesine, fazla geç kalınmadan sahip çıkmamız şart.
Kaptan Cousteau'dan selam var
Belgeselin başında, Türkiye ortalamasının epeyce üstündeki kalitede su altı çekimleri sayesinde, Anadolu'nun Akdeniz kıyısındaki deniz mağaralarının zengin yaşam çeşitliliğiyle tanışıp büyüleniyoruz. Mevzu varoluşları birbirine sıkı sıkıya bağlı en küçüğünden en büyüğüne su altı varlıkları olduğundan bir süre sonra "resifin efesi" orfoza kenetlenip yolculuğumuza daha zorlayıcı bir rotadan devam ediyoruz.
Türkiye'de bir zamanlar tek kanallı rejimin seyretmemizi uygun gördüğü televizyon programlarından, Fransalı Jaques Cousteau'nun belgesellerinden birine bağlanıp su altı ekibi tarafından Ulysses adı takılmış koca bir orfozla samimiyet kuruyoruz. Cousteau 1956 yılında, Louis Malle katkılı mevzubahis belgesel "Sessiz Dünya" (Le Monde du Silence) ile Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülü alan ilk belgesel yönetmeni payesini kapmış, aynı şerefe Michael Moore "Fahrenheit 9/11"le aynı şerefe ancak 2004 yılında nail olmuştu.
Ulysses'e dönmek gerekirse, dalgıç ekibine sırnaşan heyula gibi orfoz başta biraz tedirginlikle karşılanmış fakat dalgıçlar kendisini beslemeye başladığında aralarında müthiş bir ilişki oluşmuş, yakınlık kurulmuş. Derken bir gün ona tahsis edilmiş balıkların bulunduğu fileyi olduğu gibi kapıp yutunca bir süre sonra fenalaşmış, neredeyse ölüyormuş. Ekip onu ameliyat edip midesine bilinçsizce indirdiği yabancı maddeden kurtarmayı düşünürken kahramanımız yuttuğunu hazmedip toparlanmış, hatta yıllar boyunca bölgeyi ziyaret edenlerin maskotu haline bile gelmiş.
Aynı dinamik Türkiye'nin Akdeniz kıyılarındaki koruma alanları için de geçerli.
Balıkçılığın, zıpkınla avcılığın yasak olduğu mevzubahis alanlarda orfoz kolonileri kısa zamanda toparlanıyor ve insandan kötülük görmedikleri için onlara yaklaşıp samimiyet kurabiliyorlar. Fakat insanların onlara uygun gördüğü tavuk ve yumurta gibi balığın bünyesine zarar verebilecek besinler yüzünden orfozların gövdesinde yaralar oluşabiliyor, deri hastalıkları ortaya çıkabiliyor, hatta orfozlar hastalanıp ölebiliyor.
Ayrıca orfozların insandan korkmayı unuttuklarını bilip kaçak avcılığa girişenler adeta evcilleşmiş koca koca orfozları kolaylıkla öldürerek yasakları katmerli şekilde deliyorlar. Filmde evcilleşmiş orfozların huzur verici sekanslarının yanında, kolaylıkla zıpkınladıkları orfozların görüntüsünü gururla paylaşmış avcıların vahşetine de şahit oluyoruz.
Ne de olsa koruma alanları dışında insandan korkması gerektiğini öğrenmiş orfoz, zıpkınlı dalgıç görünce nispeten korunaklı yuvasına veya en yakında bulduğu bir kaya kovuğuna saklanır. Peşinden giden dalgıç onu vursa da solungaçlarını kabartarak kendini kovukta iyice sıkıştırıp direnir. Avcı ile orfoz arasında çok uzun mücadeleler sonucunda ya balık pes edip teslim olur ya da dalgıç zıpkınlanmış yaralı orfozu kovukta bırakıp gider.
Yalnız olmayan dalgıçların avcı arkadaşlarını çağırıp aynı orfozu birden fazla zıpkınla yıldırmaya çalıştıkları da görülür.
Belgeselde bilgisine danışılan uzmanlardan Tuba Atabilen, kapsamı iyice genişleterek "Bir canlıyı öldürmek zevk ve spor sayılmamalı, bu bir eğlence sayılmamalı" diyor. "Bu işle iştigal edenlere millî sporcu payesinin verilmesi doğru değil; su altında görüntü yakalama şampiyonaları düzenlenmeli" diye de ekliyor.
Bize yazar/yeme içme uzmanı olarak tanıtılan Levon Bağış balığa, balıkçılığa ve denize bakış açımızı değiştirmemiz gerektiğini hatırlatıyor: "Antakya veya Tunus'ta, antik medeniyetlerden kalma muhteşem mozaiklerde gördüğümüz su altı çeşitliliğinin günümüze ulaşmamış olması sürdürülebilirliğin yalan olduğunu gösteriyor" diye devam ediyor.
Deniz karaya benzemez
Bu arada Akdeniz'e başka denizlerden gemilerin balast veya sintine sularıyla gelmiş ve günbegün yayılmakta olan, bazıları tehlikeli ve yerli türler için tehditkâr olabilen yabancı su altı canlılarını da tanıyoruz.
Dinamitle avlanma dışında, kontrolsüz balıkçılığın, iyice ayağa düşmüş zıpkınla avcılığın, tüple, üstelik gece yapılan, bazılarınca kalleşlikle özdeşleştirilen bu balık yakalama metodunun ne kadar yaygın olduğunu da öğreniyoruz.
Belgeselde Türkiye'nin denizlerindeki denetimin kesinlikle yetersiz kaldığından, yarın soframızda ille de olmaya devam etsin diye lüfer gibi balıkları korumanın riyakârlık olduğundan da dem vuruluyor.
Bu arada sahildeki şık restoranlarda veya salaş havası verilmiş tavernamsı mekânlarda, arsız kapitalizmin kazandırdığı özgüvenle gurme özentisi tüketiciler nesli tükenmekte olduğunu bilmedikleri (veya bildikleri) balıklar için servet harcamayı sürdürmeye dünden razıymış gibi görünüyorlar (sözüm meclisten dışarı!).
Kentlerde yaşayan insanların deniz kültürüne fazlasıyla uzak ve yabancı olmalarının Türkiye'de denizlerin istikbali için büyük tehlikelere zemin oluşturduğunu da kimse yadsıyamaz.
Hassas ekosistemlere sahip denizlere verilmiş zararın telafisinin ancak koruma alanlarının artırılmasıyla mümkün olduğu da hatırlatılıyor. Oysa şu anda okyanuslarda söz konusu alanların oranı %3, Akdeniz'de %4.
İşi uzmanına soracaksın!
Bir saatlik belgeselde mevzunun uzmanlarından yukarıdakiler dışında, aralarında dalgıçların, av malzemesi satıcılarının, dalış hocalarının, yerli ve yabancı WWF temsilcilerinin, üniversite hocalarının, yat kaptanlarının da dahil olduğu geniş bir spektrumla karşı karşıyayız. Yusuf Şulekoğlu, Nesimi Ozan Veryeri, Yasin Ferhat Diker, Engin Ünal, Murat Draman, Yaprak Arda, Dr. Mehmet Baki Yokeş, Giuseppe di Carlo, Prof.Dr.Adriana Vella, Emrah Sarı ve daha birçokları seyirciyi aydınlatıyor, bilgi bombardımanının neredeyse hiç es vermeden sürmesi yüzünden belki biraz da yoruyor.
Görüntülere eşlik eden müziklerde bazı yerli dizileri çağrıştıran agresif/senfonik orkestrasyonlu bölümler için de aynı şey söylenebilir.
Mert Gökalp ise şahsen seslendirmeyi uygun gördüğü belgeselinde küçücükken zıpkının eline verildiği ilk anı hatırlarken yüzyıllar boyunca, hatta Osmanlı döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin uzun bir döneminde adı İmroz olarak geçen ve Lozan'a aykırı bildik yaptırımların yanı sıra adı Gökçeada'ya devşirilmiş adanın tanrısı İmbrasos'a adeta ihanet ediyor.
Fakat tanık olup işimize geldiği için susmayı tercih ettiğimiz, kendini bencil insandan koruyamayan denizlerdeki adaletsizliği, bereketli sofralara yansıyan sınırsız tüketimi, istesek de istemesek de dahil olduğumuz ahlaksızlığı yüzümüze vuruyor, bir an önce kendimize çekidüzen vermemiz gerektiğini layıkıyla ifade ediyor.
Filme sık sık fon oluşturan, savaşlarda defalarca yıkılmış olmasına rağmen geleneksel mimarisine sadık kalmayı başarmış Meis adasına kıyasla Kaş'ın bir beton yığınına dönüşmüş olduğuna da defalarca tanık oluyoruz.
Neyse ki Kaş'ın zengin su altı nimetlerini korumak, hatta koruma alanlarını mümkün olduğunca genişletmek için birçok idealist insan ve kurumun ellerinden geleni artlarına koymadıklarını da görüyoruz.
Belki de Akdeniz Koruma Derneği direktörü Zafer Kızılkaya'nın belirttiği üzere, Türkiye'de birçok konu gibi balıkçılığın da tek bir genelgeyle yönetilmesi imkânsız. Her biri farklı dinamiklere sahip, Gökova Körfezi için ayrı, Antalya, Fethiye körfezleri için ayrı, lahozun neslinin belki de tükenmiş olduğu İskenderun Körfezi için ayrı ayrı genelgeler mevzunun çetrefilli dinamiklerine ancak cevap verebilir; benzer uygulamaların yurt sathında daha geniş kapsamlara yayılması kötü bir fikir mi?
(MT/AÖ)