"Gemi olabilecek en büyük hayal gücü ambarıdır...
Teknelerin olmadığı medeniyetlerde hayaller tükenir, casusluk maceranın yerini alır ve polis korsanların yerine geçer..."
Michel Foucault imzalı bu sözler kadın yönetmen Jola Wieczorek'in "Deniz Hikâyeleri" (Stories From the Sea) adlı belgeselinde karşımıza çıkıyor.
Filmin kadın kahramanlarından kimi yük gemisinde çalışıyor, kimi yelkenliyle seyahat ediyor, kimi kruvaziyer gemisini tercih edebiliyor.
Fakat hepsinin birleştiği nokta denizin onlara sağladığı huzur, teselli buldukları sarmalayıcı ortam, özlemle birleşen hüznün hafif dokunuşu, mazide yaşanmış kötü hadiselerin izini silikleştiren şifalı bir evren...
Genç denizci Jessica, Akdeniz'i mütemadiyen baştan başa kateden bir yük gemisinde çalışıyor ve tamamı erkeklerden müteşekkil olmasına rağmen gemi personeliyle medeni ilişkiler içinde gayet huzurlu ve mutlu görünüyor (gemicilerin çoğunun Filipinli olmasının bunda katkısı yadsınamaz; Duterte'ye rağmen!).
Orta yaşlı sayılabilecek Amparo müteveffa kocasıyla sık sık tekrarladıkları bir tatil şekli olduğundan kruvaziyer gemileriyle tek başına gezmeye devam ediyor ve fazlasıyla kalabalık ortamlardan uzak kalabildiği şahsi kamarasında yalnızlığını sanki nostaljiyle harmanlıyor.
Filmin diğer kahramanları olan kadınlar grubunu, Akdeniz'de dört kıtadan insanları buluşturmuş nispeten ufak iki yelkenliyle seyahat ederken izliyoruz. Yine iki cinsiyetin daha da dar ortamlarda iç içe yaşadığına şahit oluyor ve zorlayıcı şartlara rağmen aralarındaki ahenge şaşırıyoruz. İdealist bir proje gibi tasarlanmış bu organizasyonda dünya halkları arasındaki sevgiyi besleme düsturu bir yana, denizin o yumuşatıcı etkisinden olsa gerek, herkesi huzurlu ve birbiriyle uyumlu dinamikler içinde izliyoruz.
Viennale'ye geçenlerde katılmış olan 2021 Avusturya yapımı 86 dakikalık siyah beyaz belgesel, beton ve asfalt dünyasını bir süreliğine de olsa unutturduğu seyirciyi kargaşa, gerginlik, nefret, öfke ve şiddetten de uzaklaştırıyor. Bazen korkutucu olabildiğini bildiğimiz denizin mucizevi tesirini zarafetle hissettirip bilhassa dört bir yanı denizlerle çevrili coğrafyalarda farklı medeniyetlerin mümkün olabileceğini de hatırlatıyor.
Gemici kadın
Nispeten içine kapanık, ciddi ve disiplinli bir genç kadın imajı çizen Jessica'yı denizlere sürükleyen dinamik manidar: 8 yaşındayken ölen amcası ona dünyanın birçok limanından tüm çocukluğu boyunca kartpostallar yollamış ve küçük yadigârlar getirmiş bir gemi marangozuydu.
Gezegenin muhtelif diyarlarına merakı o zamandan beri tetiklenen Jessica yaşı geldiğinde onun yolundan gitmeye karar veriyor. Şu ana kadar sadece Akdeniz'in İskenderiye, Hayfa, Cenova, Kazablanka, Castellòn, Salerno, Marsilya gibi limanları arasında mekik dokusa da denizde vakit geçirmekten hoşnut görünüyor.
Gemi personeli arasındaki rahatsız edici hiyerarşik düzen hissedilse de, Jessica çoğu Filipinli personelle her türlü ağır işi paylaşıyor, aynı yemek masasında oturup neşeli sohbetler ediyor, hatta karaoke partilerinde toplu eğlenceye renk katıyor. Deniz köleliği diyebileceğimiz sistemde o da herkes gibi aylarca denizde hizmet verdiğinden zamanla samimiyet artıyor fakat çizgi aşılmıyor. Filipinliler ona "kız kardeş" diye seslenmeyi tercih ediyor. Bu arada anladığımız kadarıyla, ana karada Jessica'nın arada sırada irtibata geçebildiği bir sevgilisi var.
30 kere tekrarlamış olduğu Akdeniz'deki birbirine benzer yolculuklarında zamanın nasıl genişlediğini, saatlerin bazıları için nasıl geçmez olabildiğini de hissediyoruz.
Amparo kruvaziyerde
Valencialı Amparo'nun 4 yaşındayken ailesiyle İspanya'dan Fas'a taşınması ve 10 sene sonra da tekrar memleketine dönmüş olması dünyaya daha geniş bir açıyla bakmasını çoktan sağlamış gibi duruyor.
Denizle o zamandan beri haşır neşir olmasına rağmen ancak ikinci kocasıyla kruvaziyer seyahatlerine çıkar olmuş ve adeta müptelası haline gelmiş. (Bu arada AVM'ler gibi fazlasıyla klostrofobik olabilen mevzubahis gemilerin birinde müteveffa kocasının bir labirentteymişçesine kaybolduktan sonra Alzheimer hastalığına yakalanması da seyirciyle paylaşılan enteresan bir detay.)
Büyük yüzdesi emekli çiftlerden müteşekkil gemideki yolcuların gönlünü hoş tutmak amacıyla tertip edilmiş muhtelif animasyon faaliyetlerine maruz bırakılıyor, konuşkan Amparo'nun kısa zamanda yaşıtı çiftlerle kaynaşmasına şahit oluyoruz. Dans hususunda pek kabiliyetli olmasa da Amparo kadın kadına kalındığında mazide kalmış cinsel hayatının ayrıntılarını paylaşmakta gayet kıvrak.
İspanya'da bir zamanlar kocanın izni olmadan kadının bankadan para çekemediğini, kocanın ve babanın bikini giyilmesine pek sıcak bakmadığını da öğreniyoruz.
Amparo gemide iyotu ciğerlerine çekip engin ufuklara dalıyor, bir süreliğine de olsa gündelik rutinlerinden uzak kalmaktan hayli memnun görünüyor.
Yelkenin sağladığı özgürlük
Herhangi bir motor gürültüsü duymadan, çevreyi kirletmeden, sadece rüzgârın gücüyle Akdeniz'de yolculuk edip mesela bir Yunan adasındaki ıssız bir koya demirlemenin ayrıcalığını da özümsüyoruz şirin belgeselde.
Emanuela, Bianca Maria, Federica, Anna, Armina, Dorottya... Viva ve Tanimar adlı iki yelkenlinin yolcularından sadece bazıları. Bir deniz macerasında, belirli bir hedef olmaksızın buluşmuş dört kıtadan insanlar belki ütopik gelebilecek barışçıl bir projeye katkıda bulunuyor. Bilhassa mutfakta veya sofra başında hararetli ve neşeli sohbetler ediliyor, tecrübeler aktarılıyor; denizi daha önce tanımayan bazı yolculara yüzme dersi verilirken yelkenciliğin püf noktaları da paylaşılıyor.
Kültürlerin beşiği olma halini, halkların farklılıklarına rağmen birbiriyle asırlar boyunca yoğun münasebet halinde olduğu bu ortak denizin zenginliklerini inkâr etmek ne mümkün! Mazide bir korsan yatağıyken çok kan aktığı gibi günümüzde sığınmacıların trajedisine ev sahipliği yapan bir Akdeniz'den bahsediyoruz. İranlı bir genç kadın Avrupa'ya iltica etmek üzere yaptığı o korkunç yolculuğun tesirini bu yelkenli gezisi sayesinde bir nebze atlatabildiğini gözyaşlarına boğularak ve hazır bulunanlara müteşekkir olduğunu belirterek ifade ediyor.
Kamera yelkenlilerdeki kadınlara bilhassa odaklanıyor, İspanya'da kadınların gemilerde resmen çalışabilmesi için çıkarılan yasanın nispeten yakın zamana rastladığı da esefle hatırlanıyor. Oysa tarihte kadınların denizle alakası bilhassa ağları tamir ederek, yem hazırlayarak, balık ayıklayarak veya satarak kurumlaşmış durumdaydı.
Tecrübeli kadın kaptan öfkesini bir türlü bastıramadığından bahsediyor: Ne zaman bir limana bağlanmak üzere yanaşma manevraları yapsa diğer teknelerden karışan, yüksek ses ve otoriter tavırla komut veren erkeklerin onu çileden çıkardığını belirtiyor. Kadın olduğu için beceriksiz görüldüğünü, başka teknelere zarar vereceği korkusuyla uzak tutulmaya çalışıldığını ifade ediyor (Oysa değnekçilik zihniyetinin, cinsiyetimiz ne olursa olsun yalnız arabaları yanaştırırken değil, artık varoluşumuzun birçok katmanına hâkim olmadığını kim iddia edebilir?)
Neyse ki güvertede kadınlar arası dertleşme anları şefkatli masajlara dönüşüp meditatif katmanlara yükselebiliyor...
Deniz kültürü
Beşikte sallanmaya, hatta ana rahmine dönmeye en yakın tecrübe olarak denizde salınmak bazıları için vazgeçilmez bir alışkanlık, zorla maruz kalanlar için ise ürkütücü bir tecrübe.
Suyla haşır neşir olmak, suyla bütünleşmek, kendini ona tamamıyla koyvermek birileri için nasıl bir ihtiyaç ise suyu tanımadan uzak durmak, sudan korkmak, hatta ona düşman gözüyle bakmak bazılarının aşamadığı farklı bir boyut.
Oysa deniz insana birçok şey öğretiyor, insanı şekillendirip yontuyor, zenginleştirip benzeri olmayan bir hazineye kavuşturuyor.
Yönetmen Wieczorek mütevazı bir tavırla esasen denizle kadın ilişkisini irdelerken bir gemide veya bir teknedeyken dış dünyadan nasıl etkinlikle soyutlanabildiğimizi, zaman ve mekân mevhumunun nasıl değiştiğini, nispeten dar bir mekândayken denizin engin boyutlarında aslında sonsuzluğu nasıl duyumsadığımızı hissettiriyor.
Tekne suda ahenkle sallanırken sanki her şey dengesini buluyor, bedenimiz ezelden beri bildiği ve özlediği ritme kavuşuyor. Dünyanın geriye kalanı mühim olmaktan çıkıyor, yüzen cennetimiz dış dinamiklerden tamamıyla soyutlanıp kendi evrenini oluşturuyor. Masumiyetimize sanki tekrar kavuşurken estetikle sarmalanmış armoni yüksek seviyelere ulaşıyor.
Tefekküre uzun vakit ayırıp özümüze dönüyoruz, içimiz şefkat ve sevgiyle doluyor.
Deniz insanı belki de bu sebeplerden dolayı yumuşak ve ince ruhlu oluyor, aynı zamanda başka insanları bağrına basıyor ve bedeniyle ruhunu tüm bileşenleriyle paylaşmaya hazır oluyor...
(RL/AÖ)