Gıda kaybı ve israfı insani tüketim amacıyla hazırlanmış gıdaların üreticiden tüketiciye ya da tarladan sofraya uzanan süreçte çeşitli nedenlerle miktarının azalması olarak tanımlanabilir. Gıda kaybı gıdanın tüketiciye ulaşmadan önceki süreçlerde; gıda israfı ise gıdanın hane içine girdikten sonraki süreçlerde kullanılamaz ya da yenilemez hale gelmesi anlamına geliyor. Gıda kayıplarını ve israfı azaltmak gıda güvencesi çalışmalarında son yıllarda en çok öne çıkan konuların başında geliyor.
Ülkemizde 2017 yılı toplam süt üretimi 21.7 milyon ton civarında ve bu sütün sadece yüzde 44’ü ticari işletmeler tarafından kullanılabiliyor. Geriye kalan yüzde 56’lık kısım hane içi tüketimde kullanılıyor ya da çiğ süt olarak satılıyor. Yani üretilen sütün tamamını işleyecek bir ticari kapasite yok ve sokakta ya da pazarda süt satılması bir zorunluluk.
Çiğ sütün üretim koşullarından başlayan ve tüketim zincirinin son halkası olan eve kadar uzanan süreçte yaşanan sorunlar ülkemizde bir yıl içinde üretilen sütün yüzde 20’sinin kullanılamadan atılmasına neden oluyor.
Kısaca ürettiğimiz sütün beşte birini çöpe atıyoruz ya da yaklaşık 4 milyon 340 bin ton süt tüketilmeden çöpe gidiyor.
Kayıp ve israf nerede ve ne boyutta?
Hayvansal üretim ve depolamadaki kayıp oranı yüzde 11 iken işleme, paketleme ve dağıtım zincirindeki kayıp ise yüzde 7.5 civarında. Dolayısıyla sütteki ana kayıp üretim ve işleme sektörlerinden geliyor. Hane içi tüketimdeki israf miktarı oldukça düşük görünüyor. Süt eve girdikten sonraki israfın yüzde 1.5 civarında olduğu belirtiliyor.
Kabaca bir hesap yaparak kayıpların ne olduğuna dair bir tahmin yürütelim. 2017 yılı çiğ süt üretim miktarı 21,7 milyon ton. Bu durumda üretim ve depolama koşullarındaki kaybın 2 milyon 387 bin ton; işleme, paketleme ve dağıtım zincirindeki kaybın 1 milyon 627 bin ton; hane içi tüketimdeki kaybın ise 325 bin ton civarında olduğu söylenebilir.
İlginç olan şey sadece çiğ süt üretimi yani çiftlik koşullarında değil endüstriyel süt işleme, dağıtımı ve perakende sektöründeki kayıpların da azımsanamayacak kadar çok olması.
Ülkemizde 2018 yılı Ocak-Haziran ayları arasında belirlenen çiğ süt fiyatı 1,53 TL ve bu fiyat baz alınırsa açığa çıkan kayıp ve israfın parasal bedeli dolar cinsinden yaklaşık 1,3 milyon dolara karşılık geliyor. Hem TL cinsinden yazması zor olduğu için ve hem de ithal edilen yem hammaddelerine dolar cinsinden para ödediğimiz için doları tercih ettim.
Yaptığım hesaplama kaba bir tahmin olarak görülmeli. Aslında çiğ süt, yoğurt, peynir, tereyağı gibi çeşitli ürünler bazında yapılacak bir hesaplama daha ayrıntılı bir fikir verecektir. Ama yine de bu haliyle bile meselenin ne kadar önemli olduğu çok belirgin; üstelik hesaba katmadığımız pek çok başka parametre daha var.
Peki ya ekolojik kayıp?
Meseleyi sadece süt kaybı ve israfı olarak görmemeli. En başta hayvanların refahının ve sağlığının zarar görmesi söz konusu ve bu konu başlı başına bir tartışmayı hak ediyor.
Bir diğer mesele yem üretimi.
Süt hayvancılığında ihtiyaç duyulan hayvan yemlerinin ana malzemesi oluşturan GDO’lu soya ve mısır yurtdışından ithal ediliyor. Ürettiğimiz sütün kaybı ithal edilen yem miktarının da kaybı anlamına geliyor. Ama zaten yem için ödenen para çiğ süt fiyatının içinde denilebilir. Evet ekonomik olarak bakıldığında öyle ama ekolojik olarak bakıldığında öyle değil.
GDO’lu soya ve mısır üretimi çok yüksek miktarda toksik kimyasal kullanılarak yapılır. Kullanılan toksik kimyasallar toprağı ve suyu kirletir; toprağı ve suyu kirlenmiş bölgelerde yaşayan insanlarda çeşitli hastalıkların görülme sıklığı artar ve biyoçeşitlilik zarar görür… Epeyce uzatılabilecek bir sorun listesi yazılabilir ama kısaca söylemek gerekirse yol açılan ekolojik zarar asla dikkate alınmaz; dikkate alınmak şöyle dursun farkında bile olmayabiliriz.
Gıda kaybı ve israfı sadece ekonomik bir kayıp olmanın ötesinde aynı zamanda ekolojik tahribat, kimyasal kirlilik ve biyoçeşitlilik kaybı anlamlarına da gelir.
Kamunun, kamu kurumlarının, akademi ve medyanın bir işlevi olduğu, toplumsal hayatın az da olsa (fazla da olmasın) rasyonel ilkelere göre düzenlendiği bir toplumda bu meseleler ciddiye alınırdı elbette. Ama henüz bir toplum olmayı başaramadığımız ve gidişata bakılırsa hiçbir zaman da bir toplum olamayacağımız için bu da şaşırtıcı değil elbette. (BŞ/HK)
*Fotoğraf: Bülent Şık