Cihan'ı çok severdin, değil mi Deniz? Kızıldere'de sıkıştırılıp öldürüldükleri gün, her günkünden farklı bir Deniz oldun ilk defa. Kendi idamına adım adım gittiğin günlerde bile neşenden bir şey kaybetmezken, Cihan'ın öldürüldüğünü duyduğunda altüst olmuştun. Hep Cihan'ı konuşmak istiyordun o gün.
Senin kadar yakından tanımadım Lazoğlu'nu. Çok kısa tanışıklığımız güç şartlarda oldu. Güç ve dostluğu pekiştiren şartlarda. Florya sırtlarındaki Komiser'in evinde saklandığımız günlerde, Sansaryan Han'ın telefonlu hücrelerinde pekişti dostluğumuz.
Son gördüğümde yürüyemiyordu. Onlar telefonlu hücrelerde, bense tabutlukta kalıyordum. Onun şen şakrak kahkahalarını duyduğumda, sıfır olan moralim birazcık yerine gelmişti. Ben getirildikten biraz sonra, onu tuvalete götürdüler. Ayakları sarılı olduğu için yere basamıyor ve iki arkadaşının yardımı ile yürüyebiliyordu. Önümden geçerken, yüzünde o her zamanki tatlı gülümseyişi vardı. "Sıkma canını, bugünler de geçer," diye seslenip bana moral vermeye çalışıyordu.
Az ama öz, doyumsuz bir dostluğumuz oldu Cihan'la. Sen onu hep överdin. Cihan'ı yakından tanıdıktan sonra, ne denli haklı olduğunu, daha iyi anladım Deniz.
Sanki kaçak değil, tatilde gibi
O şirin, şipşirin evde kaldığımız günlerde, sanki radyoda ismi ilk sırada okunan kaçaklar değil de, tatil yapan gençlerdik. Çok büyük sorunlarımız olmasına rağmen, o da senin gibi mavra yapmadan duramıyordu hiç.
Emekli, babacan bir komiserin tek katlı evini kiralamışız. Evin bir yanında onlar kalıyor, öte yanında biz. Birbirimizin seslerini duyuyoruz. Duvarlar o kadar ince. Evin önünde, emekli komiserin yaşlı eşinin özenle baktığı küçük bir bahçe var. Meyve ağaçları, çiçekler ve de envai çeşit gül. Hava güzel olunca sık sık dışarıda oturuyoruz. Karşılıklı yemek ikramları, birlikte içilen çaylar, kahveler. Neredeyse, aynı aileyiz ev sahiplerimizle. Cihan, hastalığının nekahat devresini geçiren Kayserili zengin bir tüccarın oğlu pozlarında. Kalp ameliyatı olduğu için doktorlar kendisine rahat bir ortamda dinlenme tavsiye etmişler! Bakıcı rollerinde iki kız arkadaş var. Ben, birkaç günlüğüne yanlarına gelmiş bir akrabayım. Bir de sık sık yanımıza uğrayan Cihan'ın avukatı rollerinde Yıldırım.
Evin önündeki sundurmada kahvaltımızı yapmış, Cihan'la sohbet ediyoruz. Çocukluk günlerini, Karadeniz'i, mısır tarlalarını, fındık bahçelerini anlatıyor. .
"Koskoca çamların tepelerine sincap gibi tırmanırdık. Bu becerimi hâlâ kaybetmemişimdir," diyor.
Oturduğumuz sundurmanın yanında upuzun bir çam ağacı var. Bir an şeytan dürtüyor.
"Atma Recep!" diyorum, "halep oradaysa arşın burada, kaç dakikada tırmanabilirsin şu çamın tepesine?"
"Saat tut. Bir dakikada tepesine çıkıp inemezsem, tüm evin işlerini ben yapacağım. Ama çıkıp inersem, bugün hiçbir iş yapmıyorum, tamam mı?"
Ben, onun hasta (!) olduğunu hatırlayıp vazgeç, dememe kalmadan, kedi gibi ağaca tırmanıp inmiş ve ben iddiayı kaybetmiştim. Neyse ki 'kalp hastası'nı bu halde ne ev sahiplerimiz ne de komşularımızdan gören olmadı.
Balyoz harekatında
'Balyoz Harekâtı'nda da yine, çocuklar gibi şendik.
Erim, her fırsatta 'balyoz' gibi tepemize inmekten bahsediyordu. Yapılan genel arama-taramalara da herhalde bu nedenle, 'Balyoz Harekatı' deniliyordu.
İkinci 'Balyoz Harekâtı'nda hep birlikte Komiser'in evinde idik. Korkmakla birlikte neşemizden çok şey yitirmemiştik. Yeni bir eğlence konusu bulup çıkarttık kendimize.
'Balyoz Harekâtı' birkaç gün önce bildiriliyor. Üç dört gün vaktimiz var. Dağılmamız, yeni evler bulmamız, hemen hemen olanaksız. İyi bir senaryo hazırlayıp evde kalmaya karar veriyoruz. Ve hemen 'kamuflaj' harekâtına başlıyoruz. Paraya kıyıp etinden, sebze-meyvesine, rakısına, şarabına varıncaya kadar iyi bir alışveriş yapıyoruz. Evde kalan kız arkadaşlardan Gülsen yemek yapmakta usta. Bir gün evvelden hazırlıklar başlıyor. Balyoz'un indirileceği gün, nefis bir bahar pazarı. Hava, tam şölen havası.
Pazar, erkenden bahçede nefis bir sofra kuruyoruz. Bir sürü soğuk meze, salatalar, rakı, şarap. Izgarada pirzolalar cızırdamaya başlıyor. Elbet Komiser amcamızla eşi de davetlimiz. İki şirin ihtiyar, bu 'sürpriz' davet nedeniyle çok sevinçliler.
Komiser, iki tek attıktan sonra, udunu alıp geliyor. Kısık sesiyle eski İstanbul şarkılarından oluşan bir konser veriyor bize. Zaman zaman şölen havasına tam uysun diye, biz de koro halinde şarkılara katılıyoruz. Cihan'la benim belimde koca birer tabanca var. Ne olur ne olmaz! Hiçbir kurtuluş yolu bulamazsak çatışarak kaçmayı deneyeceğiz. Karar böyle.
Öğle vakti. 'Şölen'in en neşeli yerinde 'balyoz'cular sökün ediyor. Bir astsubay, birkaç er bahçeye geliyorlar. İzzet ikram o biçim!
"Bir iki lokma yemeğimizi yemeden, bir iki kadeh atmadan hayatta bırakmayız. Hepiniz sabahtan beri yorulmuşsunuzdur!"
Astsubay, Komiserimizi tanıyor.
"Komiserim, çok sağ olun ama biliyorsunuz işimiz var, anarşistleri yakalayacağız!"
Cihan lafa karışıyor: "Boş verin, şimdi anarşistleri, sonra yakalarsınız. Yakalayamazsanız, anarşist, diye bizi götürürsünüz."
Astsubay ısrarlarımıza dayanamıyor.
"Neyse, hatırınızı kırmayalım; yakalayamazsak akşama gelir sizi götürürüm, ona göre! Ama üstlerime ne diyeceğim; siz akşama kadar zil zurna olursunuz; oysa 'şehir eşkıyaları' kafa çekmez."
"Canım, siz de bunlar sarhoş şehir eşkıyası, dersiniz!"
Kahkahanın bini bir para. Astsubayı masaya oturtuyoruz. Askerler ısrarlarımıza rağmen oturmuyor. Ama Gülsen onlara da birer tabak hazırlayıp veriyor. Komiser udunu kucaklıyor:
"Boğaziçi, şen gönülleeeer yatağı..."
Güle oynaya, 'Balyoz Harekâtı' sona eriyor. Bizimle birkaç dakika oturup neşemize ortak olan astsubay, kimliklerimize bile bakmadan 'şehir eşkıyalan'nı aramak için görevinin başına dönüyor. Rahat bir nefes alıp Cihan'la ikide bir düzeltmek zorunda kaldığımız tabancaları eve zulalayarak şölene devam ediyoruz.
İki günde motosiklet sürücülüğü
Florya'daki evi terk etmeye karar verdiğimizde, senin Laz-oğlu tutturdu:
"Git, bir bisiklet bul, getir!"
"Yahu, ne yapacaksın, bisikleti? Zaten iki gün sonra ayrılacağız."
"Olsun, sen bir bisiklet bul; ben binmesini öğreneceğim!" "Sonra?"
"Sonrası var mı, Ato? Belki bir aksilik olur, Tufan rahatsız falan olur, motoru kullanmak zorunda kalırım."
Olacak iş değil, vazgeçirmeye çalışıyorum.
"Cihan iki günde önce bisikleti, ardından da motor kullanmayı öğrenemezsin; gel, vazgeç, bu sevdadan!"
Ama seninki, Nuh diyor, peygamber, demiyor. Bir bisiklet kiralayıp geliyorum. Evin arkasında çimenlik bir arazi var. Bizim kalp hastası bu kez düşe kalka bisiklet öğrenmeye çalışıyor. Elbet, sık sık düşüyor, ağaçlara çarpıyor. Her bir yanı yara bere içinde kalıyor. Ama inadı inat; sonunda birazcık öğreniyor. Motor geldiğinde de bu kez tutturdu:
"Ben bunu da kullanmayı öğreneceğim."
Neyse ki motordan düşmesinin bisikletten düşmekten çok daha ciddi sonuçları olduğunu görüp, bu işten vazgeçti. Tufan'ın arkasında yola çıkarlarken: "Çok zorda kalırsam kullanacağım motoru, görürsünüz," diyordu gülerek. (AK/EK)
___________________________________________________
Acılara Yenilmeyen
Gülümseyişler, Atilla Keskin, Tekin Yayınları, İstanbul, Mart 2008,7. Baskı, s.132