Kolay değil benim için Şirin’e ilişkin bir şeyler yazmak. Ha nerdeyse yarım asırlık bir dostumu yitirdim...En sevdiğim türkülerin, çok sevdiğim bir sesini yitirdim.
Bindokuzyüzaltmışbeş yılları olmalı. Türkiye İşçi Partisi’nin Çankaya ilçesinde delişmen, ateşli, hiç bir konuda erkeklerden geri kalmayan bir kadın yoldaşımızdı Şirin.
Sonra kendisinden hiç geri kalmayan yoldaşımız Sinan’la evlendi. Deli fişek, ‘kırk atlı akınlarda çocuklar gibi şen olduğumuz’ günlerdi. Doyasıya yapardık her yaptığımızı. Mitinglerde, seminerlerde, gecekondu gezilerinde, daha hakça bir düzen, daha insanca bir yaşam için kavga verirdik.
Kavgadan arta kalan zamanlarda hep türküler çığırırdı Şirin bize. O içli, dinleyenleri alıp, umutlarına, sevdalarına, acılarına, sevinçlerine götüren türküler...Bir kez küçücük evlerinde, Ruhi Su ile birlikte çalıp söyledikleri saatleri paylaşmak zevkini yaşamıştım.
Sonra acıları, genç yüreklerimize sığdıramadığımız kocaman acıları yaşadık ayrı mekanlarda.
Dağda, Nurhak’larda yitirmişti koca sevdasını Sinan’ını.
Beş sene sonra cezaevinden çıkıp, kendisini ziyarete gittiğimde artık türküleri ağıtlara dönüşmüştü. Sabaha kadar ağıtlar okudu. Sabaha kadar ağladık yitirdiklerimiz için doya doya...
Uzun yıllar ayrı düştükten sonra, yurt dışında ‘zorunlu gurbet’te yollarımız kesişti yine. Ayrı örgütlerdeydik ama dostluğumuzu sürdürüyorduk.
Farklı düşüncelerimiz olmasına rağmen birlikte olma, dost olma becerisini göstermiştik. Ölünceye kadar da bu dostluk sürdü.
Hemen her hafta arardım kendisini...Bir seramoniye dönüşen espirilerle süslerdik konuşmalarımızı...Hala kulaklarımda sesi.
“ Tünaydın hanımefendi, nasılsınız, hürmetler, saygılar sunarım...” diye başlardım söze...
“ Vaay mirim , saygı ve sevgi bizden bilmukabele, efendim...” diye başlardı sohbetimiz. Sonra Dünya, Türkiye sorunları üstüne koyulaşırdı sohbet.
O her zaman ‘ Finans kapitalin’ son herzelerini anlatırdı... Kıvılcımlı geleneğinden geldiği için doktorun jargonu ile konuşmayı çok severdi.
İki ay öncesine kadar sağlığı konusunda hiç "kötüyüm" dememişti. Ama son iki ayda hep; ‘ valla biraz sağlık sorunları var ama idare ediyoruz, ‘ diyordu hep. Sonra gırtlak kanseri...
"Ameliyat olmayacağım, sesimi yitirmeketen korkuyorum," diyordu. Oysa bana söylemediği pek çok hastalığı varmış...
Acı haberi duyduğumda Türkiye’deydim. Uçaktan iner inmez Duisburg’daki evine gittim. Oğlu Taylan ve dostları bir aradaydı. Ne yapılacağını konuştuk. Duisburg’da bir toplantı yapılması kararlaştırılmıştı. Benim de bir konuşma yapmamı istediler. Evime gelirken, pazar sabahı hep ne söyleyeceğimi düşündüm. Sonra Şirin’in bana yazdığı bir mektup aklıma geldi.
Deli gibi arayıp, dosyalarımın içinden bulup çıkardım. Mektubu tekrar okuyunca; ‘ Şirin bana kendisinin ölüm töreninde ne söylemem gerektiğini yazıp göndermiş,’ diye düşündüm.
Uzun bir mektuptu, on sayfa kadar. Benim yitirdiğim yoldaşlarıma ilişkin yazdığım kitabımı hiç uyumadan okumuş ve duygularını kaleme almıştı. Bakın neler diyordu bu mektupta:
“ Arkadaşlarımızı cansızlaştırıldıkları, mitleştirmelerle soluksuzlaştırıldıkları duvarlardan indirip, yeniden yaşayan, soluk alan insan oluşlarına geri döndürdüğün için sağol Atilacığım. Onlar da bunu isterlerdi. Putlardan ve putlaşmaktan hoşlanmazlardı.
"Senin de benim de bildiğimiz gibi insanın daha 'insan' olmadığı bir dünyada, statülerin, sınıfların, milliyetlerin arasında hala ve daha da beter sıkışıp kaldığı bir dünyada onlar insanlaşmanın en güzel örneklerindendiler. Ve sen onları kitabında gülen, sevinen, korkan, susan, şaka yapan, acı çeken insanlar, yani bizim can arkadaşlarımız olarak, olağanlıkları ve olağanüstülükleriyle anlatmakla bir kez daha arkadaşlığını göstermiş oldun.”
Sevgili Şirin,
Mektubunda diğer yoldaşlarımıza ilişkin belirttiğin insani özellikler tümüyle sen de de vardı. Hep dimdik, hiç boynunu bükmeden yaşadın. Ne egemenlere, ne saçma örgüt direktifleri konusunda biliyorum hiç eyvallah demedin. Belki bunun için biraz yalnızdın. Her konuşmamızda belirtiyordun: ‘Dik durmanın bedeli ağırdır.’ Sen doğru bildiğini, hiç yumuşatmadan, eğip bükmeden dosdoğru söyledin. Korkardım senin bu tutumundan, korkar ama saygı duyardım. Belki de bu tutumun son yıllarda dostluğumuzun pekişmesini sağladı. Çok sevdiğin, büyük aşkının yanında ışıklar içinde yat sevgili dostum.
Şirin salt inanmış bir komünist militan değildi. Kılı kırk yaran bir edebiyat dostuydu. Kendisi de yazıyordu. TİP günlerinden başlayarak büyük aşkının çevresinde bizim kuşağın macerasını yazıyordu. Yüzlerce sayfa yazmıştı. Sonra sevdiğinin , Sinan’ımızın ölümü gelip yan koltuğa yerleşince yazamaz olmuştu. Son beş-altı aydır yazmıyordu.
Ben yazması için ısrar ettikçe; "Olmuyor Ato, acılar boğuyor beni yazamıyorum," diyordu.
Ama sonunu bağlamamış olsa da bu kitap yayınlanacak ve biz yaşı altmışlara dayanmış sosyalistler, kendi tarihimizi insani boyutuyla bir kez daha okumak şansına sahip olacağız.
Şirin şiirler, makaleler de yazardı. Yazar ama bastırmak için çaba harcamazdı. Umarım sevgili Taylan bu şiir ve makaleleri de bastırır.
Duisburg’daki evinde oğlu eski yazılarını karıştırırken Şirin’in yazdığı bir yazı buldu. Çok güzel olan bu yazıyı yaptığımız törende okudu. Bu yazıyı olduğu gibi aşağıya alıyorum, okuyunca Şirin’in duygularını çok daha iyi anlayacağınızı umarım.
Mateme Övgü
Ömrümün yirmi beş yılı matem içinde geçti (artık 36 demeliyim). Kelimenin çağrıştırdığı matem nasıl bir matem bilmiyorum. Ama melankoli olmayan ve hala içinde bulunduğum bu matemi, matemimi savunuyorum.
Sevinci ihmal etmedim matemimde, el ayak çekmedim hayır dünyadan; çoşkularıma ket vurmadım. Bir gerçekliği yaşamaktı benim matemim.
Matemimi ben üretemedim. Sevgilimin ve arkadaşlarımın hemen hepsinin ölümüyle oluştu ve bu gerçekliği alışılmış bir matemle değil, buna uygun bir matemle yaşamak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Ne kaçtım ondan, ne kovaladım. Etkisi ne ise bu gerçekliğin onu duyarak, keşfederek yaşadım.Yok farz etmedim, geçiştirmedim, üstünden atlamadım ve ona gömülüp kalmadım.
Çürümeden korur; vurdumduymazlıktan korur insanı gerçeklik. Bence yeni insanın habercisidir bu tutum. Yani aldırmazlık ve iki yüzlülük karşısındaki bu direniş. Acıya karşı aldırmazlık ve sevince karşi aldırmazlık bir bütünün iki yüzü bence. Yani acıya aldırmayan, sevince de aldırmaz. Ki bu kişilik bozulmasıdır. Düzen sağlar bunu ve üretir; sınıf savaşı tarihi hazırlar; sınıfsal konumlarımızı da pekiştirir maalesef. Sahicilik uzaklaşır insandan. –yaklaşsa da tarihsel koşulları sahici insan olma olasılığının- Ya da azıtır bu iki uçtan biri: acı acı olmaktan çıkar, yakınma olur; sevinç sevinç olmatan çıkar yetinme olur, ‘ vur patlasın çal oynasın’a , ‘dünya var imiş, yaki taki yok imiş ne umurun’ haline dönüşür.
Bu nedenle seviyorum matemimi. Canlılığın göstergesi olduğundan. Saldırır elbet kişiye, acısı olan kişiye şimdiki dünya; dibe çekmek ister düzen. Buna karşı duruştur matem, gamlı baykuş olmadan. Yani direnişle özdeş olan bir matem.
Kafka gibi, Proust gibi ya da Baudelaire gibi bir çok yazarın matemi ürüne çevrildi. Ya da başka bir deyişle dünyanın mateme saldırısı edebiyat ürünlerine çevrilir bazen. Bu ürünlerde dünyanın saldırısının nerelere kadar varabileceği, nelere yol açabileceği dile gelmiş oldu.
Ama onların matemlerinden de farklı benimkisi. O yazarlar, kendi kişisel dramları ne olursa olsun insanlığın geldiği noktalara metem tuttular denebilir biraz da. Ben bu durumu değiştirme savaşına katılıyorum oysa. İnsanlığın geldiği noktanın yarattığı matemi kaldırmak için dövüşenlerin matemleri başka bu nedenle. Matemimin bir boyutu da katledilenlerin artık mücadeleye katılamayacaklarından oluşmakta. Ve dünyada olup bitenlerle bu matem büyümekte. Benim matemimin böyle çekilmesi devrim güzel sanatının bir neferi kılar beni ama edebiyatın, güzel sanatların bir neferi kılamaz.
Bir militanı dünyada neler bekler?Matemini yüklenmeyen militan devam edemez yarı yolda kalır. Matem onlara ve olanlara oturup ağelayarak durmak değildir. Onları ve geçmişi göklere çıkarıp putlaştırmak, hamaset nukutları atmak da değildir. Duyumsamak, bu duygudan kaçınmamaktır ve buna rağmen yürümektir yolunda.