Derdin İncinmesin Mustafa Orman’ın ilk öykü kitabı. Okuyucusuyla Everest Yayınları aracılığıyla buluşan kitap, daha biz kapağını açmadan kendini bize açmaya başlıyor. Kitabın ilk sayfasındaki ithaf cümlesiyle nasıl bir dünyanın içine girdiğini de anlıyor okuyucu. Sadece bu ithaf üzerinden öyküler izlenip yorumlanabilir, kitap boyunca yolumuzun kesiştiği kadınları görmemiz için öncülük edebilir Orman’ın annesi.
Çünkü kitap böylece bir kadın karakterle başlamış oluyor. Yazılı metni okuyamayacak olan, anadili egemen dil olmadığından okuma imkânı bulamayan ve içinde büyüdüğü acımasız dünyayı sorgulayan oğlu için neredeyse her Kürt anne gibi endişe duyan bir anne bu. Okuyucu bütün öykülerin içinde, kenarında, köşesinde bu izleği aramaya başlıyor farkında olmadan. Dâhil olan, eyleme gecen, konuşan bir anne değil, aksine endişe duyan, yaralanan, kaybeden, sessizce kaybeden, izleyen, gözleyen, bekleyen ve hep incinen, derdi incinen bir anne izleği üzerinden okunabiliyor neredeyse bütün öyküler.
Bu yazıda derdi incinen kadınları incelerken, o coğrafyadaki yaşamı da gözler önüne seren öykülerin arasında dolaşıyorum. Bu nedenle öykülerdeki kadınların yaşadıklarını yorumlarken sadece yazarın kurduğu/ kurguladığı bir dünyadan bakmış olmuyoruz. Baktığımız, görmek istemediğimiz, görmemizin istenmediği, yanlışlıkla görsek bile kabul etmekte zorlandığımız gaddar bir dünya o. Orman, kurgu vasıtasıyla toplumsal bir yaraya dokunuyor. O yüzden de ayrı bir değeri var Derdin İncinmesin’in.
Başlamadan belirtmek gerekir ki, iki öykü dışında tüm diğer öykülerde kadın karakterler ana karakter olmayı başaramamış, daima ikincil konumda bırakılmış kadınlar. Bu konumu sadece acılarıyla değiştirebiliyorlar. Asıl karakterin gidişi, yok oluşu, kayboluşu ile “ortada kalan kadın” olarak acı çeken kadınlar, bu durumda “eksik” olarak tanımlanıp, eksikliklerini tamamlamak adına kurguya dâhil oluyorlar ve böylece ana karakter gibi okunabiliyorlar. Kadınların, “erkekler olmadan” yaşadıklarını anlatmaya çalışırken Orman, aslında geleneksel bir önyargıyı tekrarlıyor: Kadın kendi başına eksiktir ve bu eksikliği giderebilmek için çırpınır durur. Bu açıdan yapılacak bir okumada şüphesiz yazarı eleştirip, kadınları aşağıladığını, küçümsediğini yazabilirim. Ancak sadece bu açıdan bakılan bir eleştiriyle yanlış bir sonuca ulaşabileceğimi biliyorum. Olanı olması gerekene dönüştüren, öyle kurgulayan bir yazar değil Mustafa Orman, olanı tam da olduğu çıplaklığıyla karşımıza çıkarmaya gayret ediyor bana kalırsa.
Çekingen/ susturulmuş/"eksik" kadınlar
Öykülerde karşımıza çıkan kadın karakterler çoğunlukla çekingen. Bu kadınlar eşleri de dâhil olmak üzere, tüm erkeklerden çekinen, sakınan kadınlar. Örneğin Cızz öyküsünde uzun süredir evinde olmayan, başka bir yerde çalışan kocası eve döndüğünde bile, kadın duygularını göstermekten yoksun.
“Yanına geldi. Bütün gürbüzlüğüyle sokulmalık yakınındaydı. Sen sırtını dönmüş boş gözlerle perdeye bakıyordun. Utanıyordu karın.” (21) Kadının utanmasının, uzun süredir görüp dokunmadığı eşinin yanında, dokunulacak uzaklıkta durup, dokunamamasının, utanmasının nedeni karşısındaki erkeğin umursamazlığı mı? Yoksa toplumsal öğretinin ona zorladığı bir davranış şekli mi? Kadına öğretilmiş olan kendini geri çekme, öne çıkmama, kendini geride saklama, karşısındaki karakter koca olduğunda bile kendini gösteriyor.
Aynı öyküde kocasının kendisine ses kaydı göndermiş olduğunu öğrendiğimiz Fatma, kocasının sesini duyunca “…Sanki yerin dibine girmişti. Kızardı, bozardı. Ağzını iyice kapadı.” (21) Ağzını örtüyle kapatmak ifadesi, buna tanık olmamış olanlara garip gelecektir. Kadınlar, bazı yörelerde, etraflarında yabancı erkekler varken, ağızlarını örtüleriyle kapatırlar. Bu bir gelenektir. Adeta kadınlara başka erkeklerin yanında konuşmasını yasaklayan, yasaklarken de bunu sadece sözlü olarak değil, maddi olarak da ortaya koyan bir gelenek. Ağzını kapatmak, susmanın öğretilmişliğini maddi olarak gösteren bir gelenek. Orman’ın kitabındaki kadınların ağızları bu nedenle çoğunlukla kapalı. Öğretilmiş suskunluklarının maddi kanıtı, göstergesi.
Palto adlı öyküde karşımıza “Bir kadın, ağzı beyaz tülbentle kapalı, gözleri açık.” (24) olarak çıkıyor. Orman burada, ağzı kapalı kadına gözleri açık vurgusu yaparken aslında çok önemli bir noktaya değiniyor. Bu kadınlar, her acı karşısında suskun kalan, ancak “gören”, duyan, duyumsayan kadınlar olarak beliriyor karşımızda. Gözleri açık, görüyor ancak ağzı kapalı. Sesi, sözü elinden alınmış bir kadın o. Öykünün anlatıcısı, evin erkek çocuğu. Sanki ataerkil geleneğin içinde ezilen kadın, öyküyü bile kendi anlatamıyor. Annenin susuşunu erkek karakter, oğul gözlemliyor. Annesi susarak bağırıyor, susarak çoğalıyor. Bana kalırsa, Orman burada farklı bir yol seçebilirdi. Hayatlarında susturulmuş kadınları anlatan karakterlerin, hepsi olmasa bile, bazıları kadın olabilirdi. Zaten toplumun susmayı dayattığı kadınları gösterirken, metnin yazarı olarak, onları konuşturabilirdi pekâlâ. Böylece suskun kadınları sadece görmekle kalmaz, anlayabilirdik de. Aynı şekilde öykünün devamında Orman, “bu öyküyü (…) okusaydı, tam olarak şunları söyleyecekti” başlığı altında üç büyük yazardan bahsediyor. Gogol, Vüsat O. Bener ve Oğuz Atay. Bir okuyucu olarak bu öyküyü V. Woolf okusaydı, Mina Urgan okusaydı ya da Tezer Özlü okusaydı ne derdi diye de merak ediyorum ben. Erkek bakış açısından anlatılıp erkek yazarı tarafından diğer erkek yazarlara yorumlatılan öyküde, böylece ağzı beyaz tülbentle kapatılan derdi incinen kadınlara hiç bir söz hakkı verilmeden kapanıyor öykü. Devletin susturduğu, geleneklerin susturduğu, törenin susturduğu, sistemin susturduğu, kendi aklının dahi susturduğu kadın böylece bir kez daha susturulmuş oluyor.
Güvercini Bileğinden Öp isimli öyküdeki kadın karakterin yaşadığı tüm zorluklar bu kez de oğul Kamuran üzerinden aktarılıyor. Güvercin besleyen kocası bir gün evden götürülen anne-kadın evinin bütün sorumluluklarını üstlenmek zorunda kalıyor. “Annenin gözlerinden dökülen yaşlara” tanık olan Kamuran’da babasız büyümenin ve aslında hep beklemenin sancısını buluyoruz. Anne sürekli yalnız, derdini anlatmayan, ağlayan bir figür olarak resmedilmiş. Zaman içerisinde evde babanın adının geçmesi yasaklanıyor. Babanın fotoğrafı yerinden kaldırıyor. Bu geçişte evle ilgilenen bir dayı figürü çıkıyor karşımıza. Ki öykü sonunda bu dayının, gerçekte dayı olmadığını fark eden Kamuran’ın hazin sonuyla irkiliyoruz. Dil ve kurgu açısından çokça beğendiğim, öykünün sonunda da Kamuran için içlendiğim doğru. Ancak kadın-anne karakterin içinde gösterildiği tutumu eleştirmeden geçemiyorum. Zaten susturulmuş, ürkek, çekingen olarak sunulmuş kadınlar bu kez de kendi kendisine yetemeyen, kocası olmadığında ayakta kalamayan, bir başkasını bulmak zorunda olan/kalan ya da bırakılan olarak resmediliyor. Kocasının içinde bulunduğu duruma üzüntüsü, isyanı, gözyaşı gayet anlaşılabilirken eksik olarak gösterilmesi ve bu eksikliğin kocanın yerini alan bir başka “erkek” ile doldurulması gereği kanıma dokunuyor. O kişiyi “dayı” olarak tanıtarak kadının ona yakıştırılmış olan eksikliği, bir yalanla doldurulması da ayrı mesele.
Son olarak Dünyaya Gelmeme Fikri adlı öyküde Orman bu topraklarda yaşayan, derdi incinen kadınların çoğunun aklından geçenleri dile getirmiştir. Cenin olmanın en zor tarafını tanımlarken “Dünyaya gelmeme hakkımın elimden alınmış olması” diyen kadın karakter, cenin olmanın en güzel tarafını da şöyle anlatıyor:
“Dünyadan gitme hakkımın daha doğmadan bana verilmiş olması.”
Dileyelim ki Mustafa Orman, yaşadığı coğrafyanın kadınlarının değişimini, özgürlüğünü, konuşkanlığını da görecek kadar yaşasın ve bize bu değişimi şiirsel diliyle anlatsın. Kadınların ürkek, suskun, eksik olmadığı yaşamlar ve yapıtlara tanık olalım.
Ve kimsenin derdi incinmesin. (SK/AS)
* “Derdin İncinmesin”, Mustafa Orman, Everest Yayınları/ Öykü Dizisi, 2016, 115 sayfa.