"Dinle sözüm al nasihat
Gözlerinde yaş incidir
Cahil ile etme sohbet
Her sözü bir baş incidir
Mürşit ile haşrolmayan
Dünyasını da ne bilir
Cahilde kem söz çok olur
Kendisini derya bilir
Yükün de lal ü gevherse
Yıkma boncuğun hanınan
Sarraf olmayan ne bilsin
Zanneder her taş incidir"
Âşık Düçarî
İnsan teki böyledir. Kadir kıymet bilmekte de üstüne yoktur. İnsan kalbi kırmakta da! Daha düne kadar, hak hukuk aramada dünyanın bilumum kriterlerinin takipçisi olan hazretleri, bir miktar altı yer tuttuktan sonra "Gerekirse Avrupa Birliğinin Kopenhag Kriterlerinin yerine, Ankara Kriterlerini uygularız" demedi mi?
Dün gibi, iki yıl önce 2006’da edilen bu kelam aklımızın bir köşesinde durmuyor mu? Elbette unutmadık. Çünkü adımız gibi biliyoruz ki; o Ankara Kriterlerini Kopenhag’ın önüne seçenek diye koyduktan sonra tercihinin nerelere kadar varacağının ifşaatında bulunmuştu artık.
Ankara Kriterleri
Bilmez miydi ki; Ankara Kriteri dediği yıllar yılı totaliter yönetim anlayışlarına bilcümle ülke halkını zorla mahküm etmektir. Bilmez miydi ki; Ankara Kriteri dediğiniz önce bir genel özgürlük tarifi yapıp ardından koca bir "Ama" ile özgürlüklerin hangi koşullarda sınırlanacağını belirlemektir.
Bilmez miydi ki; Ankara Kriterleri dediğiniz malum vurgu; mafya düzenine teslimiyettir, kapkaçtır, talandır, vurgundur, mahrumiyettir, mazlumiyettir, mağduriyettir. Bütün bu haksızlıklara rıza göstermenin ayan beyan kod adıdır Ankara Kriterleri dediğiniz…
Elbette bilirdi, bilirdi de yine de adını koymaktan imtina etmezdi. Çünkü o artık bu tuhaf ülkede iki seçmenden birinin oyunu almış ve parlamentonun üçte iki çoğunluğunun temsiliyetini yakalamış bir muktedir.
Peki, hiç düşündük mü? Bir muktedir bunları düşünürken demokrasi kültürü ile yoğrulmuşlardan demokratça tavırları neden bekler. Dünyasında pek de demokrasi kültürü olmayan bir muktedirin demokrat kesimden, hiç de hak etmediği demokrasi desteğini bekleme, hatta talep etme hakkı var mı? Olmalı mı?
Elbette yok. Bir taraftan darbelerin korkulu diktatoryal prensliğine soyunan Ankara’nın resmi ve "meşum kriterlerini" matah bir nesneymiş gibi Avrupa Kriterlerinin önüne dikeceksiniz! Öte yandan da demokratlık bekleyeceksiniz, demokrasi kültürü almışlardan.
Yok, böyle bir şey…
Demokratların da, demokrasi kültürü adına, parlamentonun üçte iki çoğunluğunu almış bir muhafazakar partiye, parlamentonun cüzi bir azınlığına sahip ve sanki çok da ihtiyacı varmış gibi ve de sürekli dışlanan bir kesimine, küçük bir grubuna, demokratlık adına sahip çıkar şekilde, sahip çıkmak lüksünün de olmaması gerektiği kanısındayım…
Bütün bu girizgahı yapmamın nedeni son zamanlarda yazdığım birkaç Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yazısına, az da olsa "demokratlık adına" Ergenekonculara, darbecilere karşı, AKP'ye sahip çıkılması "tavsiyesinde" bulunan kimi aklıevvel demokratlara dairdir.
Bu ülkenin demokrat, yurtsever, hatta devrimci kamuoyu, bu ve buna benzer filmleri geçmişte de gördü ve yaşadı. 1970’lerin ikinci yarısında da Milliyetçi Cephe hükümetlerine karşı "demokrasi ve sosyalizm kavgası" içinde olan kimileri, savundukları sol söylemleri bile inkar ederek, hatta örgütlerini de adeta yok sayarak Cumhuriyet Halk Partisini (CHP) işaret ediyorlardı.
CHP’ye sahip çıkılması gerektiğini yüksek sesle ifade ediyorlardı. CHP’nin Haziran 1977'de aldığı yüksek oy biraz da bu desteğin sayesindeydi. Bugün de aynı türden zevat, demokrasi adına 22 Temmuz 2007 öncesinden başlayan bir "mağdur kimlik savunuculuğu" ile AKP'yi işaret ediyor.
Neden! Ne zamana kadar seçeneklerimizi, tercihlerimizi, kendi dışımızdakiler ve hiçbir zaman da bizim gibi düşünmeyecek, hatta davranmayacak olanların çıkarına olacak şekilde kullanacağız. Kullanmak zorunda kalacağız. Bunun, bu mecburiyetin, ne literatürde ne de mücadele tarihinde adı sanı yoktur. Olamaz da!
Ölçüsüzlük ve pervasızlık
Bütün bu paylaştıklarımı son günlerde benzer ölçüsüzlük ve pervasızlılıklarına sıkça tanık olduğumuz AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, Diyarbakır’dan giden ağırlıklı olarak da iş insanları örgütlerinden oluşmuş kimi sivil toplum örgütlerinin, bizzat başbakanın kendisini ziyaretlerindeki tavırları üzerinedir. Ki basın da değerlendirdi.
Diyarbakır’dan İnsan Hakları Derneği ve Demokrasi Platformu gibi şehrin gündeminde ağırlığı olan sivil toplum örgütleri, sanki yaşanacakları önceden öngörmüşler gibi bu ziyarete katılmadılar. İyi ki katılmamışlar.
Medya takipçilerinin malumu olsa da yaşananları anımsa(t)makta yarar var. Diyarbakır’dan 17 kuruluş Başbakanı ziyaret eder.
Görüşmenin başlangıcında "Ben bölgenin ekonomik sorunları olduğunu biliyorum. Buyurun sizi bu çerçevede dinlemek istiyorum" der Başbakan. Diyarbakır Baro Başkanı avukat Sezgin Tanrıkulu’nun, "Hayır, dil, kültür ve kimlik sorunu da vardır, sayın başbakan!" sözüne karşılık başbakanın "Yalan söylüyorsun(uz). Doğru konuşmuyorsun. Sen Diyarbakır’da da aynı şeyleri yaptın" demesi üzerine Tanrıkulu’nun "Ben dürüstlüğümü, kişiliğimi kimseye tartıştırmam. Bu Başbakan olsa da!" diyerek başbakanın kabul mekanını terk etmesiyle ilintili.
Oysa ziyaretçi heyetin başbakana sunduğu raporda da ağırlıklı olarak Tanrıkulu’nun ifade ettiği görüşler bir ortak paylaşım metni olarak yer almıştır. Yer almıştır, yer almasına da! Başbakanın rahatsızlığı kendisinin huzurunda kendi anlayışına aykırı düşüncelerin ısrarla dercedilmesidir.
Herkes Tanrıkulu gibi davransa?
Tanrıkulu’nun tavrı, haysiyetli ve seçkin bir aydın tavrıdır. Örnek bir tavırdır. Keşke o heyetin içindeki diğer sivil toplum örgütleri de aynı tavrı gösterip birlikte yola çıktıkları arkadaşlarını, başbakanın makamının dışına yalnız göndermeselerdi. O makamı arkadaşları ile birlikte her biri benzer bir cümle sarf ederek anında terk etselerdi. Daha sonra içerde kaldıkları 20 dakika içinde isimleri bugünlerde Diyarbakır’da sıkça telaffuz edilen iki AKP vekilinin başbakanlarına yağ çekme adına odayı terk eden Tanrıkulu’nun aleyhine ettikleri laflara tanıklık etmeselerdi. İnanıyorum ki, bugün muktedirlerin politika belirlerken verecekleri kararları çok daha farklı olurdu.
Kanımca Tanrıkulu’nun, başbakanın amiyane tabiriyle "Kasımpaşalılığı" tutarcasına sergilediği üslupsuz tavrına karşılık geliştirdiği ve sonra da etik ve estetik olarak arkasında durup sahiplendiği tavır; sivil toplumculuk adına da, siyaset adına da, sözün bittiği yere şeddeli bir nokta koyma tavrı. Bu tavrı gösteremeyen diğer sivil toplum örgütleri açısından da ciddi bir kırılma noktası.
Muktedir muhafazakar açısından mı? Onu isterseniz hiç sormayın! O, gözden çıkardıkları açısından "davayı kaybetmiş" olmanın hezeyanını hâlâ yaşıyor. Yaşamaya da epeyce bir süre devam edecek. Geçmiş ola… (ŞD/GG)