* Fotoğraftakiler: Muhterem Süren ile Dicle Çakmak.
90’lı yıllarda işlenen cinayetlerin bugüne taşınabilen hukuki süreçleri bunca keşmekeş arasında nasıl ilerliyor ya da ilerleyebiliyor mu? Memleketin acıklı gidişatının yükselen çıtasına bakılırsa, gündem olamayacak kadar uzak geçmişte kaldıkları da bir gerçek.
Dün duruşması görülen Yavuz Ertürk davasının hikayesi burada.
Önceki duruşmada, davanın askeri mahkemeye gönderilme mütalaası verilmişti. Sanık avukatları bu taleplerini, 5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu’nda yer alan “valiliğin çağrısıyla düzenlenen operasyon esnasında işlenen suçların askeri mahkemede yargılanacağı” ibaresine dayandırmıştı. Avukat Erkan Şenses ise Kulp’ta düzenlenen operasyonunun Genelkurmay emriyle yapıldığını hatırlattı. Savcının atıf yaptığı 6722 Sayılı Kanun’un 12. Maddesiyle, 5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu’na eklenen 11. maddeye göre anılan suçların, askeri mahkemede yargılama konusu yapılacağına dair hiçbir hüküm bulunmadığı itiraz dilekçesinde sunuldu.
TIKLAYIN - MAHKEME, GENELKURMAY’A SORDU: KULP OPERASYONU KİMİN EMRİYLE YAPILDI?
Davanın askeri mahkemeye gönderilmesi demek, davanın avukatlarından biri olan Muhterem Süren’e göre davayı cezasızlıkla sonlandırmak için yapılan bir hamle. 6722 Sayılı Kanun gerekçe gösterilerek dosyanın askeri mahkemeye gönderilmesinin amacını şöyle anlatıyor Süren: “6722 sayılı kanunun 12. ve 13. maddelerine göre, TSK mensuplarının faaliyetleri askeri suç sayılmış ve bu suçlara ilişkin soruşturma da idari izne tabi tutulmuştur. Yani bu kişiler hakkında soruşturma izni verilmediği sürece haklarında herhangi bir yakalama, gözaltı ve tutuklama tedbirine başvurulamıyor.”
15 Temmuz sonrası ne değişti?
İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) Program Koordinatörü Dicle Çakmak hemen her davada gördüğüm bir yüz. Cezasızlıkla Mücadelede Güç Birliği Ağının faaliyetlerine destek olmak amacıyla izliyor bu ve benzer davaları. Bu ağ niye oluşturulmuş? 90’larda meydana gelen faili meçhul ve zorla kaybetmeler gibi ağır hak ihlallerinin konu edildiği davaları takip etmek ve bu davaların cezasızlıkla sonuçlanmasına karşı mücadele etmek için. Ağın içinde, İnsan Hakları Ortak Platformu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Hafıza Merkezi, Şırnak, Van, Batman ve Diyarbakır baroları yer alıyor.
Son yaşananlarla birlikte neler olmaya başladı bu davalarda? Varlığı darbe teşebbüsüyle keşfedilmiş gibi ama nasılsa iktidarla mazisi eski olan bir örgütümüz de var üstelik. İktidar ona FETÖ diyor. Ne olduğunun tespitini çoktan yapmış eski bilenleri ise Cemaat. Konumuzla alakası ise bu tip davalarda adının sıkça zikredilmeye başlanması. Dosyayı hazırlayan savcının FETÖ bağlantısı olduğu ve dolayısıyla askeriyeye itibar kaybettirme amacı taşıdığı, bundan mütevellit hükmünün olmadığı beyan ediliyor. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası hangi davalarda neler değişti? Ne söyleniyor?
“Evet, 15 Temmuz’dan sonra yapılan hakim/savcı ihraçları ve tutuklamaları, çok sayıda davayı etkiler hale geldi. Çok sayıda sanığın ya da sanık avukatının, mahkemeye bir dönem temas etmiş hakim ve savcıların (hatta ifade sırasında bulunan polislerin) Cemaat bağlantısını öne çıkarıp davayı hükümsüz kılmak istediğini görüyoruz. 15 Temmuz’dan sonra gelişen bu refleks, ilk olarak 10 Ekim Ankara Katliamı Davasının geçtiğimiz Kasım ayındaki duruşmasında kendini gösterdi. Sanıkların bir bölümü, ifade alan polislerin Cemaatçi olduğunu ileri sürüp kendilerine kumpas kurduğunu söyledi ve verdikleri ifadeyi reddetti/değiştirdi.”
Yine Dargeçit Davası duruşmasında da benzer bir yöntem uygulandığını söylüyor Çakmak. Sanık avukatı, dosyada bir dönem görev yapan savcıların birkaçının ve mahkeme heyetinden bir kaç ismin gözaltına alınmasının gözönünde bulundurulmasını talep etmiş.
“Yakınlarda görülen Musa Anter ve JİTEM Ana Davası duruşmasında ise, doğruyu söylemek gerekirse, meselenin Cemaate bağlanması biraz da savcının çabasıyla oldu. Avukatlar sanıklardan birine soru sorarken – hiç de yeri değilken – savcı araya girip ‘Diyarbakır'da ifade verirken, cumhuriyet savcısı FETÖ mensubu olduğuna yönelik izlenim verdi mi?’ gibi absürt bir soru sordu. Sanık da ‘JİTEM kelimesinin kullanılması, Abdülkadir Aygan ve Mahmut Yıldırım konusunda bazı yönlendirmeler olmuş olabilir’ gibi muğlak bir yanıt verdi. İşin özü, bu tür bağlantılar kurarak Ergenekon ve Balyoz gibi davalardaki usulsüzlükleri hatırlatıp geçmişle yüzleşme/hesaplaşma davalarını geçersiz kılmaya çalışıyorlar. Yani, ‘Cemaat şimdi baş düşman, Türkiye’nin ve askerin başına neler getirdiler yıllarca; o zaman cemaatçi hakim ve savcıların açtığı davalar da geçersiz olmalıdır’ gibi bir anlayış var arkasında.”
“Yaşananları görmezden mi geleceğiz?"
Burada amaçlananın, davanın cezasızlıkla sonuçlanmasını sağlamak olduğunu söylüyor Çakmak. “Dosyanın esasında hiçbir ilerleme sağlanmadan, ilk fırsatta cemaat bağlantısını dile getirip davayı boşa çıkarmaya çalışmak. Adalete olan inanç zedeleniyor. Kayıp yakınları ‘Buradan bir şey çıkmaz’ umutsuzluğuna düşüyor.”
Cemaat bağlantılı hakim ve savcıların olduğu bir gerçek. Hazırladıkları kurgusal dosyalarla can da yaktıklarını biliyoruz. Ne tezatlık ki, yüzleşme davalarında, dosyaların kapatılmasına yönelik devlet lehine kullanılıyor. Ne yapılmalı?
“Evet, bu hakim ve savcılar bir suç örgütünün sempatizanı ya da üyesi olabilir ama o dönemde görev yaptıkları gerçeğini değiştirmiyor bu. Hele ki bu katliamların yaşandığı gerçeğini hiç değiştirmiyor. Birilerinin iktidarı el değiştirdi diye 90’larda yaşanan ihlalleri, acıları görmezden mi geleceğiz biz? Aksine, davayı açan ya da başından beri mahkeme heyetinde kim olursa olsun, yetkililerin yapması gereken, bu davaların hakikati ortaya çıkaracak ve adaleti tesis edecek şekilde sonuçlanması için çaba gösterip diğerlerinden farklı olduklarını ispatlamaktır” diyor Çakmak.
Kumpas Mağdurları Derneği davaya müdahil
Yavuz Ertürk davasında izlediğin absürt bir şey var mı? Ya da bu tip davalarda aklında kalan, bu kadar olmaz dediğin?
“Dürüst olmak gerekirse, ‘bu kadar da olmaz’ demeyeli çok zaman oldu. Galiba olan bitene şaşırmamaya alıştık. Şu geldi aklıma. Yavuz Ertürk davasına Kumpas Mağdurları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği müdahil oldu. Biliyorsun, bu derneğin temel çalışma alanı ‘kumpas davaları’ olarak adlandırılan Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davalarını takip etmek ve bu davaların sanık ve mağdurlarıyla dayanışmak. Kulp davasını takibe almaları, bu davanın da bir kumpas olduğuna ya da ne olursa olsun askerlerin savunulmasına inanmalarından kaynaklanıyor galiba. Ama burada atlanan bir nokta var; o dönem Kulp’ta ve Muş’ta yaşananlar gerçek! Kimse yoktan delil üretmedi. O dönem Yavuz Ertürk’ün bölgede görev yaptığı ve söz konusu operasyonda görevli olduğu biliniyor, ayrıca mağdurların ifadeleri de bizi Yavuz Ertürk’e götürüyor. Yani ortada bir kumpas yok.”
“Kulp Davasında aklıma gelen başka bir şey daha var. Epey konuşulmuştu. O dönem görev yapan personele ilişkin bilgiler, Bolu 2. Tugay Komutanlığı tarafından ‘deprem oldu ve arşivleri su bastı’ iddiasıyla gönderilmemişti. Sorun şu ki, söz konusu su baskınından komutanlık dışında kimsenin haberi yok! Ne davanın açıldığı Diyarbakır’daki mahkemeye ne de komutanlığın bağlı bulunduğu mercilere böyle bir hasar tespit kaydı gitmemiş. Arşivlerin bu kadar korunaksız olması ne kadar inandırıcı? Hiçbir şeyin yedeği yok mu? Bir su baskınıyla koskoca komutanlığın geçmişi silinmiş mi oldu? ”
Emri reddetme yükümlülüğü
Sanıkların en çok kullandığı cümlelerden birkaçını hatırlatıyorum Çakmak’a “Kamu düzenini sağlamakla görevliydik.” “O dönemde başarılı askeri operasyonlar yaptık” (…) gibi. “Devlet adına yaptım” denildiği an bir koruma kalkanı devreye giriyor. Bunca hukuk imkansızlığı içinde, suç tanımı devletin elinden nasıl kurtarılabilir?
“Bana kalırsa, yukarıda sıraladığın gerekçelere sığınırken atladıkları önemli nokta, devletin insan haklarını koruma yükümlülüğü... Yani devlet hepimizin yaşam hakkını korumak ve güvence altına almak zorunda. Topu kamu düzenine ya da devlete atmak, bu yükümlülüğü geçersiz kılmıyor ki! Kaldı ki, bütün bunları devlet adına yaptığını iddia etse bile kamu personelinin kanunlara aykırı emir almaları durumunda bu görevi ve emri reddetme yükümlülüğü vardır. Yani kanuna aykırı ve keyfi olduğunu bile bile operasyon emrini sorgusuz sualsiz yerine getirmesi sanıkları suç ortağı durumuna getirir ve onları yargılanmaktan korumaz.
“Söylediğin çok doğru, tam bir hukuk imkansızlığı içindeyiz. Ama biz insan hakları savunucuları olarak bu imkansızlıkta dahi devletin insan hakları yükümlülüklerini hatırlatmak zorundayız. Bunun yanında, kamu düzeni deyince ‘Ha, tamam o zaman’ diyen ve bu ihlalleri operasyon gereği olarak gören kitleleri harekete geçirmeliyiz. Bu davaların toplumsal karşılığı olmadıkça, hakikati ortaya çıkarmaları için iktidarlar üzerinde baskı yaratmamız ve geçmişle yüzleşmeye dair dirençlerini kırmamız zor görünüyor.”
“Yargı, sistematik bir cezasızlık politikası yürütüyor”
Avukat Muhterem Süren, Kulp Alaca vakasına benzer binlerce vakada, yargı makamlarının tutumunun ya dosyaları sürüncemede bırakarak zamanaşımına uğratmak ya da göstermelik yargılamalar ile failleri aklamak olduğunu söylüyor.
“Zamanaşımı gerekçesiyle işlemden kaldırılan binlerce dosyanın yanında, Kulp Alaca dosyasında yaşananlara, yargının tutumuna baktığımızda; beraat ettirilen Musa Çitil, Mete Sayar, Cemal Temizöz’ün yargılanmalarından farklı olmadığını göreceğiz. Keza, halen devam eden Lice Davası, Dargeçit JİTEM Davası, JİTEM Ana Davası ve bu davayla birleşen Musa Anter Davası’ndaki tutum da çok farklı değil. Uzun yıllara varan yargılamalar, binlerce kilometre uzağa nakledilerek mağdurlardan ve kamuoyunun ilgisinden uzak tutulmaya çalışılmış ve failler bir bir beraat ettirilmiştir. Bu yargılamalar, hakikatleri ortaya çıkarmak yerine; hakikatten kaçış yolu olmuştur. Aslına bakarsanız, düzenlenen iddianamelerde de hakikat örtbas edilmekte, devletin sorumluluğu görmezden gelinip, vakalar münferit vaka olarak ele alınmaktadırlar. Oysa binlerce faili meçhulün, zorla kaybettirme köy yakma/boşaltma vakasının yaşandığı bir ortamda, yaşananları münferit vaka olarak ele alamazsınız. Bölgede yaşananlar sistematik bir devlet politikasının ürünüydü ve yargı da bunun bir ayağıydı. Yargı bugün de halen sistematik bir cezasızlık politikası yürütmekte, cesur bir yargılama yapamamaktadır.
Zor geçen bir yılı soruyorum Süren’e. Bugün bunlar olurken, geçmişle nasıl yüzleşilecek? “Geçmişle yüzleşme iradesi ortaya konulamadı. Halen, çıkarılan yasal düzenlemeler devlet suçlarını örtbas etme gayesi barındırıyor. Bizler, o yüzden ısrarla, hakikat ve geçmişle yüzleşme vurgusu yapmaktayız. Çünkü hakikatler ortaya çıkarılmadığı, geçmişle yüzleşilmediği sürece, yüzleşilmesi gereken yeni vakalar ortaya çıkacaktır. Tıpkı Roboski gibi, tıpkı Cizre bodrumları gibi…”
Bunca olumsuzluk içinde ilgiye mazhar olmaları zor olsa da, Yavuz Ertürk davasının bir sonraki duruşması, 25 Nisan, 09:50’de, Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek. (FG/AS)