Hasip Kaplan’ın ifadesi son bir kaç gündür bir tartışmayı gün yüzüne çıkardı. O cümleler ırkçı mıydı? Değilse, niye? Üslup, anlatım farklı olsaydı anlayabilir miydik?* Etnik kota ayarını tutturmak diye bir şey siyaset sahnesinde daha da doğrusu kimlik siyaseti yapmakla suçlanan bir oluşum için niye önemli? Türkiye tarihi ve daha da arkası Osmanlı Tarihine bakmak icap ediyor.
Tam da bugünlerde, bundan 2 yıl önce, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza attığı için Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki görevinden ihraç edilen Barış Ünlü’nün Dipnot Yayınları’ndan çıkan Türklük Sözleşmesi (Oluşumu, İşleyişi ve Krizi) çalışması, dönen tartışmanın sadece bir yüzünün olmadığını tane tane anlatıyor.
“Türklükten kaynaklıfark edilemeyen kör noktalar”
Nedir Türklük Sözleşmesi? Ünlü, dolaylı olarak “alınganlık yapmayın, kabullenin, bu sözleşmeye herkes bir şekilde dahil” (ifade bana ait) derken öncelikle, “hiç kimsenin varlığı Türklüğe ve Türklük Sözleşmesi’ne indirgenemez, hiç kimsenin varlığının Ermeniliğe ya da Kürtlüğe indirgenemeyeceği gibi” diyor. Bunu baştan söyleyelim ki, celallenilmesin. Varoluşsal kaygılar, alınan eğitim, devralınan genetik miras gibi çeşitli faktörlerin karmaşık etkileşimleriyle şekillenen bireyin, toplumsala karışmadan önce özgünlüğünün göz ardı edilmediğinin de altını çiziyor.
Gezi döneminde, medyanın nasıl da “göstermediği” görüldüğünde, “Haberimiz yoktu, şimdi anlıyoruz” gibi bir özür duyulmuştu Batı’da yaşayanlardan. Bu özür kimilerine samimi gelmemişti. Niye? Yanıtı yakın çevremde “gönüllü bihaberlikti” şeklinde tanımlayabileceğim bir şeydi. Yani bilmeme hali, bilinçli bir tercihti.
Ünlü, Türklük Sözleşmesi’nin, Türklerin/ Türkleşenlerin görme, duyma, bilme, ilgilenme, duygulanma halleri olduğu kadar, aynı zamanda görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama hallerini de kapsadığını, Türklükten kaynaklı fark edilemeyen kör noktalar olabileceğini söylüyor. Sessiz bir sözleşme olduğunu kast ediyor. Türklüğü etnisite, vatandaşlık, ulusal kimlik veya ideolojik aidiyet olarak ele almıyor Ünlü. Türklük hallerini, Türklerin büyük çoğunluğunda neredeyse otomatik bir şekilde yaşandığını ifade ediyor:
“Örneğin bir yargıçtan adil olması ama aynı zamanda da bir Türk olarak karar vermesi; bir gazeteciden cesur olması ama aynı zamanda da bir Türk olarak haber yapması, bir akademisyenden bilimsel bakması ama aynı zamanda da bir Türk olarak bilim yapması beklenir. Bu meslek gruplarındaki çoğu insan da gerçekten böyle davranır. Türklük Sözleşmesi’nin dışında bırakılanların/kalanların lehinde kararlar verilmez, haberler yapılmaz, kitaplar yazılmaz; lehine davranmamak ve duygudaşlık kurmama bir yana, sık sık da sözleşme-dışı kişiler hiç yokmuş gibi yapılır.”
“İmtiyazın varlığı, imtiyazın yokluğuna göre çok daha görünmezdir”
Hiç anlaşılmayan, tam olarak bir yere konulamayan bir sevme biçimi akla geliyor. Ayı zor çıkartan, kıt kanaat yaşayan insanlar nasıl olur da her koşulda “vatan, millet” diyebilirler? W. E. B. Du Bois’un tanımladığı maddi yoksulluklarını manevi olarak telafi edebilen “psikolojik ücret”ten bahsediyor Ünlü ve dolayısıyla Türklük Sözleşmesi’nin de aynı şekilde manevi bir doyum sağladığını söylüyor.
Ünlü, bu durumu sosyologların lafıyla izah ediyor: “İmtiyazın varlığı, imtiyazın yokluğuna göre çok daha görünmezdir.” Sömürülenlere, ezilenlere, dışlananlara, horlananlara, yok sayılanlara değil, aynı zamanda sömürenlere, ezenlere, dışlayanlara çevirelim yüzümüzü diyor. Nasıl yaşıyorlar?
Örneğin diyor Ünlü, parası yettiği sürece istediği bir yerde ev kiralayabilmek veya satın alabilmek; komşularının ona karşı nötr ya da iyi davranacağını bilmek; televizyonu ya da gazeteyi açtığında, Beyazlara geniş bir yer verildiğini görmek; hiç bir zaman kendi ırkının tümü için fikir belirtmek durumunda kalmamak; bir yerde yetkili biriyle görüşeceği zaman, o kişinin çok büyük ihtimalle Beyaz olacak olması; polis tarafından durdurulduğunda, bunun Beyazlığıyla ilgili olmadığına emin olmak; alacağı kart postal, tebrik kartı veya çocuk kitaplarında Beyazların resmedilmesi, kendi kişisel geleceği için, kendi ırkından biri o noktalara gelebilir mi diye düşünmeden, bir çok farklı opsiyon hakkında hayaller kurabilmek, ağzı doluyken konuştuğu zaman bunun onun Beyazlığına bağlanmaması…
Böyle sıralı okuyunca, aslında bir yanıyla imtiyazlar silsilesi içinde olunduğu/ olduğumuz fark edilebiliyor.
“Yahudiye karşıMüslümanken Kürde karşı Türk olmak”
Gündelik hayat içerisinde durum böyle. Ya politikada Türklük halleri nasıl tezahür ediyor? Uzunca bir alıntı olacak ama su gibi akıyor. Şu cümleler tanıdık gelecektir:
“Örneğin bir Marksist, Kürt ve Ermeni meselelerini yeterince ciddiye almayabilir; çünkü Ermeniler ve Kürtler ‘emperyalizmin oyununa gelmiştir’ ya da ‘sınıf siyaseti değil, kimlik siyaseti yapmaktadır’; bir İslamcı Kürtlerin ‘kavimci olduğunu, ümmeti böldüğünü’ düşünebilir veya bir Kemalist Kürtlerin ‘feodal, gerici ve dinci olduğunu’ düşünebilir. Bu itirazlar, eleştiriler ve düşünceler -Türklüğün gölgesinde geliştirilmiş düşünsel stratejiler olabilecekleri hesaba katılmadığı sürece- birer kaçış mekanizması olarak kullanılabilirler. (…) Marksist bir aydın, Kürt devletinin kuruluşuna çeşitli Marksist veya Leninist ilkeler ve düşünceler ileri sürerek karşı çıkabilir ve bu karşı çıkışında Türklüğün etkili olabilmiş olma ihtimali aklına dahi gelmeyebilir. İslamcı bir aydın, Filistinli bir çocuğun İsrail askerine attığı taştan bir Müslüman olarak gururlanırken, bir Kürt çocuğunun Türk askerine attığı taştan bir Türk olarak dehşete düşebilir, ama bu iki duygu arasındaki farkı Türklüğünün belirlediğini, başka bir deyişle Yahudiye karşı Müslümanken Kürde karşı Türk olduğunu düşünemez.”
İlgi görmeyen Haiti Devrimi
Aynı düşünce biçiminin siyahlar, köleler, “silik yaşamaya” mahkum edilmiş azınlıklar için de geçerli olduğunun örneği ise Haiti Devrimi.
Ünlü, 1804 yılında, Batı yarımkürenin ikinci bağımsız modern devletini kuran, tarihin ilk ve tek köle devrimini gerçekleştiren Haiti kölelerini hatırlatıyor ve fakat devrim ölçeğinde ciddiye alınmadığını, Batı düşünce dünyasında hak ettiği değeri uzun bir süre göremediğini söylüyor. Niye? Şöyle: “Aydınlanma düşünürlerinin ezici çoğunluğu için kölelik bir metafordu, somut kölelikle çoğu zaman hiç ilgilenmediler. Avrupalı Beyaz Marksistler bile, proletaryadan devrim bekledikleri bir çağda kölelerin yaptığı bu devrimi tam olarak nereye koyacaklarını ve nasıl kavramsallaştıracaklarını bilemediler ve uzun süre yok saydılar.”
Kitabın ilerleyen bölümlerinde, mülakat yapılan Dersimli bir öğretmen benzer bir gözlemini paylaşıyor:
“Bizim birlikte mücadele ettiğimiz insanlar (solcular) sizi etnik kimliğinizden dolayı ayırmıyor. Ama şöyle bir mantığı vardır: Senin kavganı, mücadeleni milliyetçilikle tanımlıyor. (…) Bir Gezi’ye sahiplendiği gibi Kobani’yi sahiplenmiyor. Ceberut devletle yüzleşmeyi çok göze alamıyorlar. Kendi mücadele sınırlarını çiziyor seninle.”
“Devletten önce sıradan insanların cinayetlere ve yağmaya katılması”
Türklük Sözleşmesi kitabının sayfalarını çevirdikçe, etnik, ırksal, ideolojik aidiyetle beslenen savaşlara, katliamlara kronolojik olarak bakıldığında pek o kadar masum bir taraf bulunamayacağıyla ilgili eleştirel sorular akla geliyor. Yani Kürt’ü katleden Türk, Ermeni’yi katleden Kürt ve Türk, Türk’ü katleden bir dönem Balkan coğrafyası ve işte onlar, bunlar, bizler… Bütün katliamların müsebbibi devlet politikaları mı?
Norman M. Naimark’ın alıntısıyla anlatıyor Ünlü. Soykırımın en az üç toplumsal düzeyde gerçekleştiğini düşünmenin daha doğru olacağını söylüyor: “Çerçeve kararların alındığı üst düzey, taşradaki yöneticilerin ve eşrafın merkezden gelen emirlediği uyguladığı ve birçok zaman da kendi kararlarını alıp uyguladığı orta düzey ve ‘sıradan insanlar’ın cinayetlere ve yağmaya katıldığı alt düzey.”
Roger Petersen ise soykırımları ve genel olarak etnik/dinsel şiddeti anlama çabasında, kitlelerin elitler tarafından manipüle edildiği ya da kandırıldığı varsayımının çoğu zaman doğru olmadığını, doğrudan kitlelerin motivasyonlarına da bakmak olduğunu ileri sürüyor.
Ünlü’nün Türkiye tarihinden verdiği örneklerle ilerleyelim:
* 1879’da patlak veren Şeyh Ubeydullah Kürt İsyanı, Osmanlı ve İran devletlerine karşı olduğu kadar Berlin Antlaşması’nda cisimleşen Ermeni tehdidine de karşıydı. İsyanı 1881’de bastıran Abdülhamid, Kürtlerin Ermeni korkusunu iyi analiz ederek 1890 yılında Hamidiye Alayları’nı kurdu.
* Doğu Anadolu’da gerçekleşen 1895- 1896 Ermeni katliamları, merkezi devletin değil, büyük ölçüde yerel Müslümanların inisiyatifiyle gerçekleşmiştir. Genel olarak Kürdistan’ın Ermenistan olacağından korkan Kürtler ve özel olarak Ermeni reformlarının kendi güçlerini kısıtlayacağından çekinen Müslüman/ Kürt ileri gelenleri yerel yöneticiler, eşraf, din adamları esas faktörlerdir.
* Osmanlı’nın yüzyıllardan beri en büyük düşmanı olan ve son 50 yılda da Osmanlı Ermenilerinin hamisi rolünü üstlenen Rusya’ya Sarıkamış’ta kaybetmesi, bu savaşta birkaç bin Ermeni’nin Rus tarafına geçmesi, İttihatçıları etnik temizlik projelerine başlatmaya itti.
(…)
Anlıyoruz ki devlet, talep olunan nefrete yaşayabileceği alanı açıyor. Orada filizlenen millet, uyrukdaş, ırkdaş olma duygusuyla bir taraftan kendi gücünü sağlama almış oluyor.
“Bir çok katliam Cuma namazı sonrası gerçekleşmiştir”
Türklük Sözleşmesi’nde, bugünün Türkiye’sine gelene kadar sırasıyla üç siyaset tarzının denendiğini öğreniyoruz. İlk olarak Osmanlı Sözleşmesiyle başlayan ve fakat eşitlik fikrine dayanan bu sözleşmenin toplumda karşılık bulamamasıyla, Müslümanların üstünlüğüne dayayan Müslümanlık Sözleşmesine geçiliyor. “Çift taraflı, otantik ve işlevli” Müslümanlık Sözleşmesi. Misal, Ünlü, katliamların birçok şehirde Cuma namazı sonrası gerçekleşmiş olmasına dikkat çekiyor: “Müslümanlık Sözleşmesi’nin, Osmanlılık Sözleşmesi’nin aksine, asıl başarısı da burada, yani devletle Müslümanlar arasındaki gerçek bir duygu ortaklığında, çıkar birlikteliğinde ve mutabakatlar bütününde gizlidir.”
Osmanlı Sözleşmesi’nden Müslümanlık Sözleşmesi’ne ve son olarak Türklük Sözleşmesi’ne geçiş ise 1919- 1922 yılları arasındaki savaş dönemine ve dolayısıyla devletsiz, arafta kalınan bir döneme denk geliyor.
1923 yılı Mart ayında Mustafa Kemal, Adana’daki Türk Ocağı binasında şunları söylüyor: “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiç bir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihinde Türk idi, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”
Böylelikle Türklük Sözleşmesi’nin Türklüğü kabul eden Müslümanları korumaya devam edeceğinin sözünün verilmiş olduğunu söylüyor Ünlü: “Nitekim Müslümanlık Sözleşmesi’yle kurulan Ankara merkezli yeni devlet, Müslümanlık Sözleşmesi’ne sadık kalarak, Mütareke Dönemi İstanbul’unda Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerinde Ermenilere karşı işledikleri suçlardan ötürü yargılanıp mahkum edilen İttihatçılara ve bürokratlara iade-i itibar sağlamış; gasp edilen Ermeni mülklerinin iadesini düzenleyen mütareke mevzuatlarını iptal edip İttihatçıların Emval-i Metruke kanunlarını ufak değişikliklerle benimsemiş ve Ermeni suikastçılar tarafından öldürülen İttihatçı liderlerin ailelerine Ermenilerden kalan mülkleri bağışlamıştır.”
“Kurban Bayramı’nıkutladıktan sonra kilisede karşılaşan iki Süryani”
Barış Ünlü, farklı yerlerde doğan ve farklı yerlerde yaşayan 16 Kürtle mülakat yapmış. Farklı kaynaklardan ise gayrimüslimlerin tecrübesini aktarmış.
Hataylı bir Hıristiyan Arap, şöyle diyor örneğin: “Ben mesela ‘Hıristiyan’ım’ demem. ‘Samandağlıyım’” derim.
Dipnotta, oyuncu Sami Hazinses ismiyle bildiğimiz Samuel Uluçyan’ın, Ermeni olduğunu bir süre kabul etmeyip, bir gazeteciye, “Öleyim, ondan sonra. Öldükten sonra yaz, şimdi boşver.” dediğini hatırlatıyor Ünlü.
Birbirlerinin Kurban Bayramı’nı kutladıktan sonra kilisede karşılaşan iki Süryani’nin yaşadığı anekdot var.
Mülakat yapılan bir profesör Kürtçe konuşurken sesin otomatik kısılmasından bahsetmiş.
Bir başka dipnotta Rober Koptaş’ın, T24’te “Yandı bitti kül oldu” başlıklı yazısı alıntılanmış. “… İkinci sınıf vatandaş olduğunuz, güvenilmediğiniz, buralarda istenmediğiniz, ancak ‘hoşgörüldüğünüz’ ve bunun sizin için bir lütuf olduğu türlü şekillerde hissettirilmişse ve de halen hissettiriliyorsa iyi bir komşu olmaktan gayrı yol kalır mı size?”
İllaki hepimizin bir şekilde hayatları zor ama bazılarımızın daha zor. (FG/ÇT)
* Türklük Sözleşmesi, Barış Ünlü, Dipnot Yayınları, 2018, 386 sayfa.
* Steve Biko, Siyah Bilinci’nde varlığını her koşulda sürdürebilen “beyazlık halleri”nden bahseder. Bu haller, ideolojiler ve siyasetler üstü bir görmenin sonucudur. Ona göre, Maksistler ve Liberaller, ırksal olmayan bir yaklaşım çizgisini benimserken, eski oyunlarını oynayıp, “zekada ve ahlaki muhakemede tekel” olmayı iddia eder ve siyah adamın tarzını ve hızını belirlerler. Bu nedenle, Biko’ya göre, apartheid karşıtı mücadelede Siyahlar, Beyazlarla aynı örgüt içinde olamazlar. Bu fikir üzerinden gidilmese de Ünlü’de Türklük Sözleşmesi’nde Biko’dan faydalanmış.