Sanatsal bir üretimin oluşma hikayesiyle tanışıklığınız varsa objektif olmanız, buzlar kraliçesi olarak takılmanız nasıl mümkün olabilir? O yüzden Hemşire filminin jeneriği akarken, ışıklar yanacak telaşıyla toparlanma ihtiyacım hâsıl oldu, yalan değil.
Hemşire filminin yönetmeni Dilek Çolak’la arkadaşlığımız eski. Filmi çekerken çektiği azabın en büyük nedeni ekonomikti. Dört yıl uğraştı bu filmle. Yazım sürecini saymıyorum. Öyle böyle değil. Sözümüz vardı. Film bittiğinde ilk benle konuşacak. O söz tabii ki de tutuldu. Bu arada birbirimize katlanamadığımız bir dönem de oldu. Yine olabilir, ikimiz açısından da hiç sorun değil.
Dilek’le kardeşi Lale’yi tercihen az konuştuk. Lale, 20 Ekim 2000 günü Terörle Mücadele Yasası ve F tipi cezaevlerine karşı Türkiye'nin çeşitli cezaevlerinde başlatılan ölüm orucu eylemcilerinden biriydi. 2001’de Kartal Cezaevi’nde başladığı grevi Bayrampaşa Cezaevi hastanesinde sonlandı. Cezaevi’nde başladığı ölüm orucunun 222. gününde öldü. Grevinin 100.gününden sonra yani son 5 ayda refakatçisi Dilek’ti. Konu ola ki açıldığında “Lale şehit olduğunda” der Dilek. Öldü mü demeli, şehit mi? Arafta kalınan tuhaf konulardan biri. Şehit demek, iyi geliyor çoğuna. Sanırım Dilek’e de.
“Ben o dönemin filmini daha yapmadım, o iş bitmedi benim açımdan. Lale’nin hikayesinin filmini çekeceğim” diyor Dilek. Bu aklımızda kalsın. Hemşire filminde ölüm orucu eylemcisi olan Kerem’in (Sermet Yeşil) ve onunla ilgilenen hemşire Leyla’nın (Evren Duyal) hikayesini anlatıyor Dilek. Kerem, dünyayı kurmak isteyenlerden. Sil baştan yeniden ya da sakin bir şekilde meramını anlatan bir şiir gibi iyileştirerek. Devrimci dediğimiz, özel insanlardan. Çoğumuzun anlamadığı özel insanlardan. “Bir dünya özlemini nasıl olur da bu kadar sırtlanabilir bir insan” hatta ötesi “gerek var mı?” dediğimiz.
Açlığın ortasında, yaşama acıkmış Kerem’in dünyası aracılığıyla bir masal anlatıyor Dilek. Leyla masalın dinleyicisi, sonunda ise o masalın kahramanı olacak. Martıların kanatlarına değen rüzgarın sesi sinema salonundan taşıyor, kalbe dokunan insani bir hissediş diyeyim. İyi şeyler niye olmasın, hayat güzel diyen bir hissediş. Dans etmek gibi… Ölüm orucundayken, “karanlığın perdesini bir pençe hareketiyle yırtacak bir martıyım” diyecek Kerem bize ve Leyla’ya. Anlıyoruz ki bu da bir mücadele. Daha da doğrusu anlamak zorundayız.
Yönetmen Dilek Çolak
Ömrü boyunca kendisi olmasına izin verilmeyen Leyla diyecek ki Kerem’e, “benim senle hiç bir cümlem yarım kalmadı.” Öyle güzel bir teşekkür. Birbirinin hayatlarına sihirli bir şekilde dokunan iki insan. İkisinin de özlem duyduğu yer İstanbul. Biri o şehri tanıyor diğeri ise hiç gitmemiş. Kerem de Leyla’ya diyecek ki “bir gün mutlaka git.” Leyla’yı “yarım dünya” olarak görenler ve ona denizkızı diyen Kerem. Bir insanı hissederek görmek, bütün estetik değerleri altüst eder.
Açlık grevi değil de niye ölüm orucu? “Direnişin getireceği en kötü şey ölümdür zaten. Çünkü ölmek mücadelenin bir parçası. Kendine devrimci diyen biri, bir çatışmada da ölebilir, bir işkencede de” diyor Dilek. Evet bu konularda yoktur grisi. Siyahsa siyah, beyazsa beyaz.
“Kız kardeşimin iradesine saygı gösterdim”
Herkes ona illaki Nuriye ve Semih’i soracak. Filmin böyle bir döneme denk gelmesi tesadüf.
Hikayeler başka, mukayese edemem, imtina ederek konuşayım diyor Dilek: “Aklen ve kalben durduğum yer haklı olanın yanı ve tabii ki de haklılar. Niye ölüm riskine girer bir insan? Eleştirenler oluyor, başka bir yol yok mu diye. Bu eleştiriyi yapanlar yeni mücadele yöntemi bulsunlar. Hayata Dönüş Operasyonu denilen ama benim ‘hayata kasıt’ dediğim operasyon sonrasında da benzer şeyler konuşuldu. Niye açlık grevine giriyorlar, niye kendilerini öldürüyorlar? İçerdeki insanın ne yapmasını bekliyorsun? Açlık grevi uzun bir süreç ve bu süreçte iki şeyle mücadele ediyorsun. Seni yok sayan bir devlet ve seni ne zaman yolda bırakacağını bilmediğin bedenin. Keşke böyle bir mücadele biçimi olmasaydı ama bir yandan dışarıdaki insanlara sormak lazım, e siz ne yapıyorsunuz? Kendime de soruyorum bu soruyu. Nuriye ve Semih pek çok insanın arkadaşı, öğretmeni, mahalleden selamlaştığı iki insan. İşlerini geri isteyen iki insan. Birçok insan için bir şey yapılamadı. Bu iki insan için de hiç bir şey yapılmıyor. Tek düşündüğüm, Nuriye ve Semih’in yakınları. Umarım, sevinç gözyaşlarına sebep güzel haber alırlar.”
Kerem, sürecini izleyen annesine hiç bir şekilde yardımcı olmuyor. “Bu benim meselem” diyor. “Sen Lale’ye kızmadın mı Dilek?” diyorum. “Kız kardeşimin iradesine saygı gösterdim. Adalet Bakanlığı’nın bana ‘bahşettiği’ 2 saat olmasaydı bir takım şeyleri dışarıdan izleyeceğim için kızabilirdim. Bu sürede Lale’yi anladım, gördüm. Ona yapılan şeylerin tamamı olmasa bile büyük bir kısmı bana ziyaretçi olarak yapıldı. Lale’nin ricasıydı, bilincim gittiğinde bana müdahale olursa, ettirmeyeceksin. ‘Bana bu sözü vereceksen, refakatçim ol’ dedi ve tamam dedim. Zaten garip bir şekilde öleceğine inanmıyordum. O da ölecek gibi davranmıyordu. Arkadaşlarına randevu veriyordu, İngilizce çalışıyordu. Bir de ikna etmek amacıyla orada olsaydım, o hisle davransaydım, anı biriktiremezdim. Lale’yle geçireceğim 2 saati yazık etmek anlamına gelirdi bu.”
Hemşire filminin romantik olduğu yönünde eleştiriler gelmiş. Geçen bir diyaloğa benim de o anlamda takıldığımı söylüyorum. “Romantizm, insani bir şey, kötü bir şey değil. Bu da benim filmim, benim dünyam. Bazı şeyler abartı gelebilir ama unutulmasın bu bir kurgu sonuçta” diyor Dilek.
“Türkiye’de bağımsız film yapılamaz”
Filmi çektiği süreci soruyorum Dilek’e. Kolektif bir iş, Kültür Bakanlığı’ndan alınan bütçe filmin bir kısmını karşılayabildi. Bağımsız film yapma koşullarının Türkiye’de olmadığını söylüyor Dilek. Bağımsız film yaptığını söyleyen herkesin birilerinin desteğine ihtiyaç duyan insanlar olduğunu hatırlatıyor:
“Kabul edelim film yapmak için para gerekiyor. Filmimde, oyuncuların bir kısmı para istemedi, teknik ekibin bir kısmı hiç para almadı ya da az aldı. Bu açıkçası çok da övünerek söylediğim bir şey değil. Sadece emeklerini takdir ettiğim için bunu söylüyorum ama kendi adıma mahcubum. Her ne olursa olsun tasvip ettiğim bir şey değil, hiç bir işte bir insanın parasız çalışmasını doğru bulmuyorum.”
Dilek, ben ve Lale’nin eskilerden arkadaşı Nigar film hakkında konuşurken, N. bir yakınını anlatıyor bize. Dedik ya, kimi insanlar özel. Pencerenin uzunluğu kadar perde mi? Yoksa boydan boya mı? Kadın olsun erkek olsun ikincisini hiçanlamayan insanlar var.
Dilek, “o zaman yapılan ölüm oruçları salt F tipi için değildi. Onlar, yaşadıklarının bugüne evrileceğini çok iyi biliyorlardı. ‘Sorun sadece bizim birkaç metrekare yerde kalmamız değil, sorun bizim tıkıldığımız bu yerlere sizin de daha sonra gelecek olmanız’ diyorlardı. Öyle de olmadı mı?” diyor.
“Onlar” diyor Dilek. İçinde Hemşire filminin Kerem’i, kardeşi Lale, hikayelerini duyduğumuz kimi insanlar, Nuriye ve Semih, niye erken yattığını sorgulayan bir çocuk, arkadaşı kovulunca kendisi de istifa eden bir genç, cesarete çağıran Ahmet Şık, “ben o kadının kız kardeşiyim” diyen Hasbiye ve yüzlerce insan var.
Kerem masalı şöyle tamamlıyor: “Her masalın sonunda olduğu gibi gökten elma düşer. Ama öyle bol keseden üç beş değil tek bir elma. Kocaman yemyeşil ekşi bir elma. Biliyor musun Leyla? Tabii ki biliyorsun önemli olan o tek elmayı paylaşabilmektir hayatta.”
Üstüne başka ne denilebilir? (FG/HK)