Şimdiye kadar hiçbir yerel seçim bir genel seçim havasına sokulmadı ama, Erdoğan 31 Mart 2019 yerel seçimlerini tam bir genel seçim algısıyla yürütüyor.
Neden?
Erdoğan biliyor ki, Millet İttifakı’nın başta İstanbul olmak üzere birçok il ve ilçede seçimi kazanması, HDP oylarına bağlı. Bu gerçeği gören Erdoğan, sürekli HDP’ye saldırıyor. Böyle yaparak bir yandan Millet İttifakı’nı terör suçlamalarıyla baskılamaya ve onun seçmen tabanında olabildiğince bir kararsızlık ve hatta ayrışma yaratmaya çalışırken, bir yandan da Cumhur İttifakı seçmenini ajite ederek mobilize etmeye çalışıyor. Ayrıştırıcı ve çatışmacı söylemleri öteden beri kullanan Erdoğan, özellikle ekonomik krizin etkilerinin görüldüğü bu günlerde kendi seçmen tabanında olası kırılmaların, kararsızlığa düşebileceklerin önünü kesmek için onları bir beka sorunu varmış gibi (Evet, kendisinin bir beka sorunu var) terörle korkutuyor. Erdoğan yöneticileri tutuklanmış, baskılar yoluyla alanı daraltılmış HDP’ye saldırmakla başta kayyum atadığı belediyelerin tekrar HDP yönetimine geçmesini önleyeceğini ve HDP’nin bölgedeki gücünün kırılacağını sanıyor.
Seçimleri genel seçim havasına sokan Erdoğan’ın bir başka kaygısı ise, başta İstanbul olmak üzere birkaç büyükşehir belediyesinin kaybedilmesi halinde, bunun AKP iktidarında bir çorap söküğüne yol açma ihtimalidir.
Bu yerel seçimlerde nasıl bir politik tutum takınılacağı hususu, bizatihi Erdoğan’ın seçim stratejisinde ve kaygılarında yatmaktadır. O halde seçimlerde takınılacak politik tavır için uzun uzadıya program vb. hususlar üzerine analizler yapmaya gerek yoktur. Tam da bunun için bu yazının amacı, özellikle soldan ve HDP çevresinden kimilerinin ve muhalefetten umudunu kesmiş kimi kararsızların sandığa gitmeme, Millet İttifakının kazanma ihtimali olan yerlerde ona destek vermeme gibi olumsuz yaklaşımları üzerinedir.
Bu bir direnme seçimidir
Bu bir genel seçim değil. İktidar değişmeyecek. Bir yerel seçim neden direnme seçimi olsun ki denilebilir. Totaliter bir sisteme doğru fütursuzca gidildiği bu ortamda her seçim, her muhalif duruş bir direnme özelliğindedir.
İktidarın tek sahibi olan Erdoğan’ın sürekli aşağılayıcı ve şiddet dilini kullandığı, toplumun bir kesimini düşman ilan ettiği, muhalefete ağır hakaretler ettiği bir ortamda her seçim, her muhalif duruş bir direnme özelliğindedir.
İnsan haklarının bir parçası olan 8 Mart Kadınlar Günü’ndeki barışçıl bir yürüyüşe dahi dayanamayarak ona şiddetle saldıran ve ezan istismarı üzerinden iftira atan bir iktidar, benim aklıma 70’li yılların faşist hareketinin “Ya kan kusturacağız ya susturacağız” sloganını getirdi. Bu bir özgürlük, eşitlik, adalet; kısacası demokrasi mücadelesidir.
Elbette bu yerel seçimlerde muhalefet başarı kazansa bile, sistem olduğu gibi devam edecek. Bu doğru ama, İstanbul başta olmak üzere birkaç büyükşehir belediyesinde iktidarın kaybetmesi, ülkenin genel politik havasının olduğu gibi devam etmeyeceğinin işaretidir. Tabi ki muhalefet muhalefetliğini yaparsa!
Evet, bu noktada büyük sıkıntı var. Muhalefetin neredeyse bir demokrasi talebinin ve programının olmadığından, varlıkları ölçüsünde, yani bir miktar milletvekili ve bir miktar belediyeye sahip olarak bir yetinme halinden, bu muhalefetin iktidara karşı bir siyaset üretemediğinden, Millet İttifakı’nın HDP’ye takındığı tavrın olumsuzluğundan, İYİ Parti’nin ve Başkanı Meral Akşener’in bagajının niteliğinden, CHP’nin ulusalcılığı, devletçiliği ve Başkanı Kılıçdaroğlu’nun formasyonundan, HDP’yi yok sayma gerekçelerinden hareketle Millet İttifakı’na oy verilmemelidir diyenlere iki çift sözüm var.
Bir kere ben bu gerçekleri kabul ediyorum ama, bunları Millet İttifakı’na oy vermeme gerekçesi olarak görmüyorum. Hayat bize başka bir şeyi dayatıyor.
Erdoğan seçim meydanlarında kendi destekçilerine, toplumda kendini desteklemeyenlere karşı “Bir Osmanlı tokadı atmaya var mısınız?” diye şiddet içeren bir dille konuşuyor. Bunun bir seçim sandığı üzerinden yapılacağını söylüyor ama, Erdoğan’ın söylemlerindeki tehditlere, nefrete, öfkeye ve düşmanlaştırmaya baktığımızda bunun şiddet potansiyeli taşıyan bir anlamı olduğunu görüyoruz. Beni dövmek isteyen, hatta döven birileri varken, dövülenlerin bir araya gelmesi kadar bir gereklilik, zorunluluk ortadayken diğer dövülenleri sevmiyorum, onun için ben yokum, oynamıyorum, demenin ne anlamı var?
Ülkede sistem değişti. Başkanlık seçiminde yüzde 50 eşiğine kilitlenen sistem, siyasi ittifakları zorunlu hale getirdi. Bunu göz ardı edemeyiz. İktidara karşı alınacak muhalif tutumun gücü artık tek tek temsilcilikler yolundan çok, ittifaklardan geçiyor. Daha dün birbirleri hakkında ahlaki anlamda bile demediklerini bırakmayan AKP ile MHP ittifak oluşturdu.
Bu seçimlerde Millet İttifakı lehine oy kullanmam beni onlarla eşitlemez ve siyasal yapımda bir gedik açmaz ama, belki de iktidarda bir gedik açar!
Millet İttifakını oluşturanlarla aynı siyasi görüşe sahip değilim. Ben Millet İttifakı’na oy veriyorsam, ona umut bağladığımdan değil. Ancak hayat yeni yol ağızları oluşturur ve o yol ağızlarında farklı kesimler bir araya gelebilir. Hem ortada devrimci bir durum da yok ki, “Bütün iktidar Sovyetlere” diyelim! Şimdi o meşhur sözün tam da yeri geldi: “Dünün güneşiyle bugünün çamaşırları kurutulmaz!”
Haydi bunları bir tarafa bırakalım. Daha basit ve yakıcı bir gerekçem var: Erdoğan “İstanbul’a ihanet ettik, bundan ben de sorumluyum” demedi mi? O halde İstanbul’a ihanet edenleri tekrar ihanet etsinler diye mi seçeceğiz? (HŞ/HK)
Not: Yeni Zelanda’da camide insanları katleden faşist saldırıyı kınıyorum. Bu katliamdan siyasi çıkar devşirenleri de kınıyorum. İnsan haklarını esas alan bir duruşu içermeyen her tavır, doğrudan veya dolaylı olarak ötekileştirmeye, kimlik çatışmalarına ve şiddete hizmet eder. İnsanlığın düşmanlarının, sömürücü iktidarların istediği de budur…