Eski Türkiye İşçi Partisi (TİP) Milletvekili, Kürt siyasetçi, doktor Tarık Ziya Ekinci ile 31 Mart yerel seçimleri öncesi siyasi atmosferi, AKP-MHP ittifakını, muhalefet partilerinin tutumunu konuştuk.
93 yaşındaki Ekinci, şu ana kadar böylesi gergin bir seçim ortamı hatırlamadığını belirtiyor ve ekliyor:
“Bir cumhurbaşkanına ülkenin çoğunluğunu temsil eden dört partiyi terör örgütleriyle ilişkilendirmek yakışmıyor.”
Tarık Ziya Ekinci'ye Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) seçimlere girmediği yerlerde, seçmenlerinin sandığa gitmemek ya da gidip en güçlü muhalefet adayına oy vermek arasındaki çelişkisini soruyoruz.
HDP seçmeninin, sol-sosyalist seçmenin, sandığa gitmesi gerektiğini ve bölgesindeki en güçlü muhalefet adayına oy vermesi gerektiğini düşündüğünü söyleyen Ekinci, AKP’nin temsiliyet çoğunluğunu yitirmesi durumunda ise muhalefetin seçim çağrısı yapması gerektiği görüşünü savunuyor.
“Yaşadıklarımız 1957’yi hatırlatıyor”
Şu ana kadar sayısız seçim yaşamış biri olarak bugün ülke atmosferini nasıl görüyorsunuz? Karşılaştırma yapabilirseniz, en çok hangi dönem bugüne benziyor?
1946'dan bu yana seçimlerin büyük çoğunluğunu izledim. 1950 seçimlerinde Siverek'te sandık başkanıydım.
Bu kadar gergin atmosferde bir seçim hiç hatırlamıyorum. Bu sefer açıktan açığa Cumhur İttifakı'nın başkanları, önde gelenleri adeta seçmen gruplarını, partileri tehdit ediyor; "Bize oy vermezseniz geleceğiniz tehlikededir" tarzı açıklamalar yapıyorlar. Muhalefet liderlerini hapishanelerle tehdit ediyorlar.
Yaşadığımız dönem, 1957 seçimlerinde Demokrat Parti'nin Tahkikat Komisyonu kurduğu ve radyoları Vatan Cephesi'ni ilan eden bir kurum haline getirdiği dönemi hatırlatıyor.
O dönem de çok gergindi. Ama yine de bütün ülkeyi saracak biçimde bir korku havası yoktu. Burada farklı bir hava var.
“Dört partiyi terörle ilişkilendiren açıklamalar çirkin ve tehlikeli”
HDP'nin kriminalize edilmesine alışığız. Ancak şimdi sadece HDP değil, CHP, İyi Parti ve hatta Saadet Partisi dahi kriminalize ediliyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Akıl almaz bir şey. Türkiye'deki tüm siyasi partileri bir terör örgütüne bağlayarak, ülkede böyle bir kaos havası yaratmak ve ülkenin tehdit altında olduğu havasını yaratmak son derece çirkin ve tehlikeli.
Ülkenin dört büyük partisinin birden terör örgütlerinin denetimi altında olduğu vurgusu, bir cumhurbaşkanının söyleyeceği söz değil.
Bir cumhurbaşkanı kendi ülkesinin yarısından fazlasını temsil eden siyasi partileri böyle karanlık işlerin içinde gösterme hakkına sahip değil. Bunu yaparak kendisine bir şey kazandıracağını sanmıyorum. Tam aksine çok şey kaybettirebilir ama ülkeye de çok şey kaybettirir.
“Beka meselesi varsa, bunu AKP-MHP yaratıyor”
Beka meselesi de bu noktada ortaya konuyor sanırım...
Türkiye NATO'nun en büyük ikinci ordusuna, Ortadoğu'nun en güçlü ordusuna sahip. Etrafındaki hiçbir ülkeden kendisine tehdit gelebilecek bir emare yok. Dolayısıyla dışarıdan bir tehlike olduğunu söylemek mümkün değil.
Ama içeriden bir tehlike var. O tehlike de bugünkü siyasi iktidarın izlediği politika ve bu politikanın yaratmış olduğu gergin ortam.
Dünya kamuoyu, Türkiye'nin artık yönetilemez hale geldiği, Türkiye'de faşist bir yönetimin olduğu izlemine sahip.
Ta Hz. Ömer'den bu yana durmadan tekrarlanan bir deyim vardır: “Adalet mülkün temelidir”. Bugün adalet tümüyle Recep Tayyip Erdoğan'ın iki dudağının arasından çıkan söze bağlı.
Adalet sistemini bu derece kendi iradesine bağlayan bir sistem, devleti temelden yıkmış demektir. Adalet mülkün temeliyse, bu mülkü yıkan iktidardır.
Dünyadaki temel çelişki onu bu duruma soktu. Bir ülke içten yıkılır mı? Yıkılır. Sovyetler Birliği'ni gördük. Sovyetler Birliği'nin takip etmiş olduğu ekonomik ve sosyal politikalar ve belirlediği antagonizma ile dünyadaki temel çelişki onu bu duruma soktu.
Temel çelişki neydi? Kapitalist-emperyalist sistemin başını çeken ABD ve onun uydularıyla ittifak halinde olan sistemle Sovyet sistemi arasındaki çelişkiydi. “Silahlanmalıyız, her şeyimizi silaha vermeliyiz” dediler ama insanların ihtiyaçlarını düşünmediler.
Temel çelişkinin yanındaki ikinci çelişkilerin zaman zaman baş çelişki haline gelebileceğini ve ülkenin ekonomisini, kültürel hayatını, her şeyini mahvedeceğini düşünemediler.
Bugün de böyle. Adaletin bu kadar baskı altına alınmış olmasının neticeleri düşünülmeden konuşuluyor ve işler yapılıyor. Adalet gerçekten mülkün temeliyse, mülkü adım adım tahrip etme yolunda iktidar ile iktidar ortağı ellerinden geleni yapıyorlar.
Eğer varsa bir beka meselesi, beka meselesini iktidar ve iktidar ortağı siyasi parti yaratıyor.
“Din elden gider” korkusu
AKP'de "Biz iktidardan gidersek her şey çok kötü olur" gibi bir söylem var. Sizce bu korku mesajları siyaseten AKP'nin işine yarıyor mu?
Evet, bir bakıma yarıyor. Uzun müddet "din elden gidiyor" tarzında yaratılan hava ve dini bir kadronun iktidara gelmesi "Bunlar giderse yine dinimiz elden gider mi" gibi bir hava yaratıyor.
Kendisini din adamı sayan tarikat erbabı bu yönde iktidarın lehine büyük çaba içinde. O yüzden Erdoğan'ın otoritesinin devam etmesini istiyorlar. "Müslümanlar ilk defa iktidar gelmiştir ve iktidarı kaybetmemeliler" korkusu var. AKP de bunu kullanıyor.
“Faşizan düşünceler ve popülizm ön plana çıktı”
AKP’nin MHP ile ittifakının siyasete yansıması nasıl oldu?
MHP'yle olan anlaşmada AKP yeni bir politika, yeni bir strateji benimsedi ve faşizan düşünceler, popülizm dediğimiz yönetim ön plana çıktı.
Milliyetçilik adeta onların dincilik anlayışıyla paralel gidiyor. Eskiden dine dayalı bir politikası vardı AKP'nin, bugün milliyetçilik ön planda.
MHP de bu durumdan çok memnun bence. Hem partinin gücünü ve varlığını korumak bakımından, hem de devlette söz sahibi olmak bakımından...
“Nedir, kimdir bu derin devlet?”
Geçtiğimiz hafta Cumhur İttifakı'nın Yenikapı mitinginde Erdoğan'ın yanında Mehmet Ağar ve Tansu Çiller'i de gördük...
Türkiye'de öteden beri derin devlet diye bir kavram kullanılır. Bu derin devlet kimdir bilinmez ama yankıları vardır. Kimdir, nedir bu derin devlet? Bir bakıyorsunuz işte Çiller'le Ağar ortaya çıkıyor. Süleyman Soylu gibi bir adam çıkıyor ortaya.
Şöyle bir şey hatırlıyorum. 1970'li yıllarda Ecevit'in güçlü olduğu bir dönemde İstanbul'da bir miting yapacaktı. Demirel kendisine bir mektup yazdı ve "Yarınki toplantıyı iptal etmenizi rica ediyorum. Çünkü size bir suikast yapılacak" dedi. İktidarı temsil eden kişi haber alıyor ama önleyemiyor, hedef olan kişiye yazı yazıyor.
Kimdir bu güç, nerden çıkıyor bu güç?
“Derin devlet Erdoğan’ın denetimine girdi”
Sizce şu an bu güç varlığını koruyor mu?
Bence koruyor ve bu güç giderek Tayyip Erdoğan'ın kendisine göre dizayn ettiği bir güç haline geldi. Erdoğan artık derin devletle birlikte bir politika sürdürüyor.
Adaletin bu kadar ağır şekilde denetim altına alınması, basının bu derece tek elde toplanması çok önemli bir politikadır. Bugüne kadar hiçbir hükümet bu kadarını yapamamıştır. 40'lı yıllardan bu yana basın bu ölçüde iktidarın denetimi altına girmemiştir. Tek parti döneminde bile muhalif sesler çıkmıştır. Bugün insanlar ağzını açamıyor.
Dünün bağımsız hareket eden derin devleti, bugün Erdoğan'ın denetimi altında olan bir derin devlete dönüştü. Ortaklaşa şekilde de ülkeyi yönetiyorlar. Türkiye bugüne kadar böyle yönetilmedi.
Öte yandan anayasaya bakıyorsunuz, artık anayasa olmaktan çıkmış.
Bir yanda Cumhurbaşkanı tarafsızdır deniyor, ama kendisi istediği kişiye, kuruma saldırabiliyor. Örneğin kendisinin izlediği ekonomi politikalarının doğal sonucu olarak TL'nin değeri düşüyor. “Vatandaşımın hakkını koruyacağım, bankalardan hesap soracağım” diyor. Kimsenin vatandaşının hakkını hukukunu yediği yok. Sen serbest piyasa kurallarına tabi bir ekonomi politikası izliyorsun, o da bu kurallar içinde varlığını sürdürüyor.
Mutlaka bir düşman buluyor. “Bu ülkeyi yedirtmeyeceğiz, teslim etmeyeceğiz” diyor. Ya teslim alan yok, Türkiye'yi ele geçirmeye çalışan yok. Bunlar senin hatalı politikalarının sonuçlarıdır. Memlekette iç ve dış düşman hiç eksilmiyor.
“AKP temsiliyet kaybı yaşarsa muhalefetin ‘Seçim' demesi gerekir”
Seçimlere dönecek olursak, HDP pek çok yerde seçime girmeme kararı aldı. HDP'ye oy vermeyi düşünen insanlar sizce nasıl davranmalı? Seçmenlerden bazıları HDP'nin seçime girmediği yerlerde sandığa gitmeyeceklerini söylerken, bazıları da kendi bölgelerinde en güçlü muhalefet partisi temsilcisine oy vereceklerini söylüyor.
AKP'nin izlediği yıkıcı politikaya karşı, aklı başında, tutarlı ve Türkiye'nin bu badireden kurtulmasını isteyen vatandaş bana göre, muhalefetin en güçlü adayını desteklemeli. Başka çare yok.
Artık Tayyip Erdoğan ve MHP’nin "Türkiye'de çoğunluk elimizde" düşüncesinden vazgeçmesi gerekiyor. Bu nasıl olur? Bu elbette en güçlü adayın desteklenmesiyle mümkündür.
Kendisini muhalif kabul eden ve bu gidişatı beğenmeyen herkesin bu şekilde hareket etmesi gerekir.
Mutlaka iktidarın ve Tayyip Erdoğan'ın şahsının Türkiye'nin çoğunluğunu temsil etmediğini, artık çoğunluk olmadığını anlaması lazım.
Fakat bu yetmez, bunu kullanabilmek gerekiyor. Muhalefetin görevi orada ortaya çıkıyor. Çünkü eğer seçimde iktidar cephesi temsiliyet kaybı yaşarsa, o zaman muhalefetin "Artık sen bu toplumu temsil etmiyorsun, izlediğin politika iflas etmiştir, mutlaka seçime gitmelisin" demesi lazım. Ancak bunu diyebilecek muhalefet de görmüyorum.
Özal güçlü bir iktidardı. Sonrasında cumhurbaşkanı oldu. Bir seçimde ANAP çoğunluğu kaybetti. Demirel her konuşmasında Özal’a "Sen meşru değilsin, bu milleti temsil etmiyorsun, cumhurbaşkanı toplumu temsil eden kişidir, oradan inmelisin" dedi ve Özal'ı ciddi şekilde huzursuz etti.
“Ankara’da olsam Mansur Yavaş’a oy verirdim”
Siz, muhalif seçmenlerin parti gözetmeksizin, bulundukları yerlerdeki en yüksek oyu alacak muhalefet adayına destek vermesi gerektiğini söylüyorsunuz. İster istemez akla ülkücü temelli Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mansur Yavaş geliyor. Siz Ankara'da oy verecek olsanız ne yapardınız?
Hiç tereddütsüz Mansur Yavaş'a oy atardım. Benim amacım orada iktidar blokunu temsil eden kişinin daha az oy almasını sağlamaktır.
Bunun nedeni de evrensel demokrasi değerlerine geri dönebilmek ve bir sonraki seçimde anayasayı değiştirecek güce kavuşabilmektir.
“HDP doğru karar aldı”
Seçim sürecinde HDP'nin izlediği politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
HDP de bu tarzda politika tespit etti. Büyükşehirlerde, sonuç alamayacağını bildiği yerlerde seçimlere katılmadı. En azından “Beni durmadan kriminalize eden iktidarın toplumu temsil etmediğini kanıtlamam lazım” diye karar aldı. Bu karar da bence doğru.
“Açlık grevlerini ve yaşamına son verme eylemlerini doğru bulmuyorum”
Son olarak, açlık grevleri ve yaşanan dört yaşamına son verme eylemini sormak istiyorum. Ne söylemek istersiniz?
Hayatına son verme eylemlerini son derece yanlış buluyorum. Her şeyden evvel yaşamalı ve yaşatmalıyız. Biz siyaset yaptığımız zaman amacımız toplumu yaşatmaktı, daha ileriye götürmekti.
Yaşamına son vermeye karar verenlerin mutlaka bundan vazgeçmelerini tavsiye ediyorum.
Açlık grevlerinin de gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Yapılacak bir girişimin, toplumda etkili olması ve sonuç alıcı olması önemlidir. Eğer sonuç alıcı gücünüz yoksa, eyleminiz sadece bir çevre içinde yankı yapıyorsa, bu gibi önemli hareketlere girişmemek lazım. Giriştiğiniz hareketin sonuç alıcı olması gerekiyor ve haklı olmanız lazım.
Karşınızda öyle bir iktidar var ki, bütün devlet gücünü size karşı kullanıyor. Ağzınızı açtırmıyor, açlık grevine girdiğiniz zaman da sizi tecrit ediyor ve pek az insan açlık grevinde olduğunuzu biliyor.
Bu durumda açlık grevine gidilmesini ben doğru bulmuyorum. Onları mücadele etmeye, siyaset yapmaya davet ediyorum. Örneğin Leyla Güven çıkıp Meclis'e gelse ve her an söz alıp konuşabilse çok daha etkili olabilir.
İnsan bazen umutsuzluğa düşebiliyor ama siyasetçiler için buna rağmen yaşama umudunu canlı tutmak ve yaşayarak mücadele etmenin çok önemli olduğuna inanmak lazım. En sıkıntıda olduğunuz anda bile yapabileceğiniz bir şeyler olduğunu ve onun için zamanı beklemenin gerekli olduğunu düşünebilmelisiniz.
Tüm umudu kaybedip açlık yoluyla ölüme doğru gitmenin çok gerçekçi olduğunu kabul edemiyorum ben.
Tarık Ziya Ekinci hakkında18 Şubat 1926’da Lice’de doğdu. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1965’te Türkiye İşçi Partisi’nden Diyarbakır milletvekili seçildi. 12 Mart’ta Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi’nde “Kürtçülük” propagandası yaptığı iddiasıyla TCK’nin 142/1 maddesinden üç yıla mahkûm oldu ve iki yıl tutuklu kaldı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da beş kez tutuklandı. 1982-1989 döneminde Paris’te kaldı. Kürt sorunuyla meşguliyetini, düşünmeyi ve yazmayı hep sürdürdü. Kitapları: Doğu Dramı (1966), Devlet ve Ben (1995), Faili Meçhul Bir Cinayet (1994), Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu ve Bir Çözüm Önerisi (1997), Demokrasi, Çokkültürlülük ve Bir Yargısal Serüven (1999), Avrupa Birliği’nde Azınlıkların Korunması Sorunu Türkiye ve Kürtler (2001), Sol Siyaset Sorunları Türkiye İşçi Partisi ve Kürt Aydınlanması (2004), Millet, Milliyetçilik, Devlet ve Anayasa Sorunları (2004), Türkiye’de Demokrasi ve İnsan Hakları Sorunları (2004), Türkiye’nin Kürt Siyasetine Eleştirel Yaklaşımlar (2004), Türkiye’nin Çağdaşlaşması ve Kürtler (2006), Lice’den Paris’e Anılarım (2010). |
(EKN)