KAMER’in kurucusu Nebahat Akkoç’la buluşup, savaşı, barışı, çözüm sürecini, kadınların bu süreçteki rolünü, militarizm ve erkek şiddeti ilişkisini konuştuk.
Akkoç, “Şu an silahların susturulması sürecindeyiz. Bu, ancak iki kişi ya da iki güç arasında çözülebilecek bir süreçtir. Hiçbir şekilde sekteye uğramadan yürüsün istiyorum. Barış süreci ise bunun ardından başlayacak ve biz kadınlar o barış masasında oturacağız. Tartışacağımız çok şey var” diyor.
Savaşın yaralarının onarılması için her iki tarafta da yüzleşme çalışmaları ve hakikat komisyonları kurulması gerektiğini söyleyen Akkoç, “Acıları, öfkeleri boşaltacak çalışmalar lazım. Bir sürü Berfo Ana var Türkiye’de” diyor.
30 yıldır Türkiyeli kadınların yaşadıklarını, mücadelelerini, kadınların emeği ve öfkesi üzerine yükselen siyasi hareketleri, kadınların bağımsız olarak siyaset yaparken yaşadıkları zorlukları anlatıyor:
* Bugün Türkiye’de çok güçlü bir kadın hareketi var. Özellikle de Kürt kadın hareketi birçok alanda etkin bir siyaset yürütüyor. Kürt kadın mücadelesi nasıl başladı? Nasıl bugünkü halini aldı?
Eğer beni Kürt kadın mücadelesinden sayıyorsan, biraz öyleyim, biraz değilim aslında. KAMER’e de Kürt KAMER demedik, çünkü çok çeşitli etnik ve inanç farklılığı olan kadınlar var ve hiçbirinin dışarıda kalmasını istemedik.
1980 döneminden önce aslında ciddi bir kadın çalışması vardı, İKD bölgede çok iyi çalışmalar yapardı. Ama 1980’lerden sonra ikinci dalga feminizm bizi ve Türkiye’yi etkiledi. Bağımsız, ev içi şiddeti gündeme getirmeye çalışan ilk kadın kuruluşu olarak KAMER kuruldu. Kadınlar o kadar arayış içinde ve kendi yaşamlarındaki şiddeti fark etmeye hazırdılar ki, hem çok kadın KAMER’den destek aldı hem birçok kadın kuruluşu örgütlendi. Bana göre yaşam şartlarının zor olması, savaşın kendisi, şiddetin her alanda yaşanıyor olması bizleri bir arayışa iten etkenler.
Ben “savaşın kadınları özgürleştirdiği” teorisine katılmıyorum. Ama savaş, kadınları o kadar çaresizleştiriyor ki, kadınlar farklı çıkış noktaları yakalamaya çalışıyor ve onun üzerinden kadın hareketi yükseliyor.
Dünyadaki kadın kuruluşlarına baktığımda iki şey gördüm: bir kısmı sadece ev içi şiddetten dolayı örgütlenmeyi planlamış bir yerden geliyor ve oradan dünyadaki ve kendi ülkelerindeki savaşlarla bağlantı kuruyor. Diğeri ise savaşın içinden geliyor, şiddeti sorgulayarak kadınlık üzerine düşünmeye başlıyor. Ama ikisinin de özelliği, sonradan diğer şiddet türlerini de sorgulamaya başlamaları. Görüyorlar ki şiddeti besleyen kaynak aynı. Dağda da, gözaltında da, aile içinde de, mobbingde de o cinsiyetçi sistemdir şiddeti alışılır hale getiren ve yeniden üreten.
* Uzun zamandır doğu ve güneydoğu bölgesinde, sahada kadınlarla çalışan biri olarak, çatışma ortamının kadınların üzerindeki etkilerini nasıl gözlemlediniz? Erkek şiddeti ve namus adına işlenen cinayetlerin, çatışmanın, savaşın, militarizmin etkisiyle bağlantısı var mı sizce?
Çok çarpıcı bir şekilde bunu hayatın içinde öğreniyorsun. Militarizm üzerine düşünürken darbeler, ordu, ordunun hiyerarşisi, emir ve itaate dayalı işleyişi ile geleneksel, otoriter aile yapısının işleyişi arasındaki benzerlik çok çarpıcı gelmişti bana. İkisinde de emreden ve itaat etmesi gereken var. İtaat etmeyenler de cezalandırılıyor. Namus adına işlenen cinayetler de böyle çıkıyor.
Orada yaşayan biri olarak benim bunu görebilmem için altı-yedi sene çalışmam gerekti. Hep “şiddet var da, namus cinayetleri niye” diye sorardım. Ama gördüm ki niyesi yok. İtaat etmeyen öldürülüyor. Sistemin tabanından tavanına kadar nasıl benzer bir şekilde işlediğini görüyorsunuz.
Türkiye’de 1980-90’lı yıllarda kadınlar bir nesne gibi, kocalarının, oğullarının yerine göze alındılar. Bir erkek konuşturulamıyorsa kadınlar gözaltına alınırdı. Kadınlar, gözaltında, kocalarının, oğullarının yanlarında tacize, tecavüze uğradılar. Meta olarak kullanıldılar. Yardım ve yataklık suçlamasından hapse girdiler…
Sonra hala sonuçlarını çok çarpıcı şekilde yaşayacağımız bir şey oldu: erkekler gittiler, gözaltına alındılar, dağa gittiler, kaçtılar… Kadınlar ise bu hayatla baş başa kaldı ve hiç hesapta olmayan bir rol değişikliği yaşandı. Avukat tutmak, cezaevi önüne gitmek, çocukların karnını doyurmak zorunda kaldılar. Ama zorluk biraz da güçlendirir ya, içinden güçlü çıktılar. Evlerinden çıkmak zorunda kalan kadınlar bir daha evlere girmediler. Bugün alanlarda gördüğünüz o kadınlardır.
* Ev içi şiddeti arttırıcı bir etkisi oldu mu savaşın?
Araştırmalar, genel şiddetin özel şiddeti arttırdığını gösteriyor. Şiddet bir hak arama yöntemi, bir iletişim yöntemi olarak hayatımızın içinde normalleşen bir durum haline geliyor. Bence arttırmıştır.
Nebahat Akkoç kimdir? 1971 yılında göreve başlayıp 22 yıl sınıf öğretmenliği yaptım. 1991 yılında Diyarbakır’da o zaman ki adıyla Eğit-Sen adlı eğitimciler sendikasının başkanlığını yaptım. Çok kötü bir dönemdi. Faili meçhul cinayetler, kayıplar, işkence vakaları her gün uğraştığımız sıradan durumlar olarak yaşanıyordu. Sanırım o dönem 16 öğretmen öldürüldü. 13.01.1993 günü eşim Zübeyir Akkoç bir arkadaşıyla birlikte evden okula giderken öldürüldü. Ben o günden sonra öğretmenlik yapmadım. Zaten emeklilik için yeterli süre çalışmıştım, emekli oldum. Emekli olunca sendikadaki görevimde sona erdi. Ondan sonra ikinci hayatım başladı diyebilirim. Şiddet ve kadınlık meselesini aynı anda düşünmeye başlayınca ortaya KAMER çıktı. Nereli olduğumu sorarsanız size Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinin her yerindenim diye cevap verebilirim. Vanlıyım, Erzurumluyum, Urfalıyım, Bingöllüyüm, Dersimliyim, Diyarbakırlıyım. 2 çocuğum üç torunum var. KAMER’ de çalışmaya devam ediyorum. |
* Savaşın kadınlarda bir farkındalık oluşturduğunu söylediniz. Bunun Kürt mücadelesine nasıl bir katkısı oldu?
Kadınlar dışarı çıktılar ve gerçekten çocuklarının, kocalarının hayatlarının hesabını sormak üzere katıldılar mitinglere. Katıldıkları her mitingin sorunun çözümüne bir katkı sağladığını düşünüyorlar. Yani laf olsun diye katılmıyorlar. Yaşadıklarını görüyoruz; coplar, gazlar, gözaltılar, gözaltında yaşadıkları hakaretler, bu acılar bir dinamizm kattı harekete.
Baktığınız zaman sadece Kürt hareketinin değil, çok oy alan hükümetin de kadınların emeğinin üzerinde yükseldiğini görebiliyoruz. Orada da başka bir yara var: başörtülü kadınlar toplumun dışına itilmişlerdi. Evlerinde ya da üçüncü-dördüncü sınıf işlerde çalıştıkları sürece kimse için sorun değildi. Ama ne zaman ki eğitim haklarını kullanmak, çalışmak istediler, görünür oldular, toplum bundan rahatsız oldu. AK Parti de bu dışlanmışlık, kadınların öfkesi ve ayrımcılık üzerine yükselmiş bir siyasi hareket. “Başörtüsü yoksa oy da yok” kampanyasına biz destek verdik ama AK Parti buna destek vermedi. Kadınların gelebileceği yerin sınırını çiziyorlar yani.
Siyasi iktidarlar erkeklerin elinde. “Tamam, parti meclisine girin, kurucu olun, üniversiteye de girin ama koltuğumuzu da istemeyin” anlamına geliyor bu yapılan.
* Kürt hareketinde nasıl bu durum?
Ben kendimi özgürleşmiş bir kadın olarak görüyorum ve bu yaşadığım acılarla çok ilişkili. Ev içi şiddeti konuşmak için yola çıktım ve dışlandım. Kendi üzerimden bu örneği verebilirim. Bu kadar bağımsız kadınlık üzerine ayrı bir siyaset yapmaya kalkan her kadına bana yapılan yapılır.
* BDP’ye baktığımızda kadın-erkek eşitliğine özen gösterdiklerini görüyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
BDP’nin kota uygulaması, eş başkan sistemi etkili yöntemler. BDP ve ondan önceki HEP, HADEP, DEP gibi tüm partiler insan hakları ve demokrasi talepleri üzerine kuruldu ve büyüdü. Hakları gasp edilmiş bir hareketten bahsediyoruz burada. Dolayısıyla bu, BDP’nin olmazsa olmazıydı çünkü demokrasi eşitliktir. Ben bunu çok takdirle karşılıyorum ve diğer partileri de teşvik edici olduğunu düşünüyorum.
Ama oradaki kadınlar benim durduğum yerden kadın meselesine baktıklarında ne olur bilmiyorum. Belki de benim yaşadıklarım o dönemden kaynaklanıyordu. Bilemiyorum.
* Siz OHAL döneminde çalışmalarınızı sürdürürken ve erkekler devletle mücadele ederken, kadınlar size erkekleri, siz de erkekleri devlete şikayet etmek zorunda kaldınız. Tepki aldınız mı? Bununla nasıl başa çıktınız?
Biz kadınlar istemedikçe kimseyi hiçbir yere şikayet etmedik, genel ilkelerimiz bu yönde. Ama bıçak kemiğe dayandıysa, kadın “korkuyorum, beni öldürecek” diyorsa, şikayet etmesini engellemedik.
Bizim yüklendiğimiz misyon kadının hayatta kalmasını sağlamaktı. Öldürecek olanın Kürt olması, cinayetin masumiyetini mi gösterecekti bize? Hiç fark etmedi. Nerede güvende olacaksa öyle olmalıydı. Güvende olacağı yerin etnik kimliğini, inancını sorgulamak gibi bir derdimiz olmadı. O kadının katili bir Kürt, güvenliğini sağlayacak olansa Türkiyeli bir güvenlik görevlisi olacaksa bu bizim sorunumuz değil. Tepkilerle karşılaştık ama aldırmadık.
* Hak ihlallerini daha çok kadınlar görünür kılıyor sanki. HES mücadelelerinde, işçi direnişlerinde, zorla kaybedilmelere karşı cumartesi oturmalarında, erkek şiddeti davalarında hep kadınları görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Biz yıllarca evde oturmuş insanlarız ve bir farkındalık yaşadık. Kadının kendi hayatı üzerinden yaşadığı farkındalık, aynı zamanda onun dışarıda neler olup bittiğine dair farkındalığını da arttırıyor. Dolayısıyla haksızlığa karşı bir direnç gelişiyor kadınlarda. Daha cesur, inançlı davranıyorlar.
* Başbakan çözüm için kadınlardan, daha doğrusu annelerden destek talep etti. Bu konuşmasını ve çağrısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu somut bir destek çağrısı mı yoksa sadece gönülden destek mi istediği?
O konuşmanın içinden çok hoşuma giden bir laf var; “Türkiyeli kadınlar, Türkiyeli analar” dedi. Bir tek onu duydum, gerisini pek duymadım diyebilirim. İnşallah bunu hiç terk etmez.
Başbakan analar üzerinden siyaset yapıyor ama bizden destek istemesine gerek yok. Dünyada savaşlardan sonra barış masalarında kadınların yer almasını savunuyoruz zaten. Yani başbakanın çağrısı değil bizi bu konuda konuşturan şey. Kadınlar olarak bizim asli görevimiz ve hakkımızdır zaten barış sürecinde yer almak.
* Şimdiye kadar her “açılım”ın ardından bir gerileme yaşandı. KCK operasyonları, Habur meselesi, dokunulmazlık tartışmaları... Son süreçte ise barış çok yaygın bir şekilde dillendirilmeye başladı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şu anda silahların susması sürecindeyiz. Bu da barışın önünü açacak bir süreç. Hem BDP hem AK Parti hem süreci izleyen herkes çok temkinli, çok dikkatli çünkü Habur sürecinden sonraki yıkım çok kötü oldu. Bence bu süreç gerçekleşecek ve ben de destekliyorum.
* Peki bu seferki süreç farklı mı sizce? Nasıl oldu da böyle oldu?
Herkes fark etti ki Türkiye’nin içindeki savaş devam ederse ve Türkiye böyle güçsüzleşirse, kurulan yeni dünya düzenindeki yeri de güçlü olmayacak. Bence en önemli sebep buydu.
Başbakan Ortadoğu’da epeyce bir varlık gösterdi ama sonunda ortada bir sürü dinamik var. Rusya-İran arasındaki ittifak, Suriye meselesi vs. Türkiye için çok çarpıcı bir manzara değil. Dolayısıyla içerideki barışı, Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasını sağlamak, dünyadaki yerini de güçlendirecektir. Bence esas neden bu.
* Devletle ilgili güven sorunları olduğu sıkça ifade ediliyor. Savaşı en yakından ve ağır şekilde yaşayan doğu ve güneydoğu bölgesinde yaşayan insanlar nasıl değerlendiriyor bu son süreci?
Şimdi son süreç dediğimiz şey, silahların susması konusunda kilitlenmiş durumda. İnsanlar, çocukları eve dönmese de en azından dağda bir yerde ölüp kalmayacak. Bunun sevinci, özlemi, beklentisi içinde herkes. Sonrası henüz tartışılmıyor açıkçası.
BDP için zor olan şey, son derece AK Parti düşmanlığı üzerinden yürütmekte olduğu siyasetin dilini yumuşatmaya başlaması. Bu da iyi bir şey, gerginliği azaltıyor.
* Tabandaki gerginliği de azaltıyor mu?
Tabi azaltıyor. Zaten o gerginliğin kendisi olmamalıydı. Böyle siyaset yapılmaz. İki taraf açısından da söylüyorum.
* Tutanakların yayınlanmasıyla başlayan şeffaflık tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tutanaklar yayınlandı diyemeyeceğim, pat diye kafamıza düştü hiç beklemediğimiz bir anda.
Bence güvenlik açısından bazı şeyler gizli kalabilirdi, diye düşünüyorum çünkü herkesin bu süreci gönülden desteklemediğini, iki tarafın da derinleri olduğunu biliyorum. Bu süreci sabote etmek isteyebileceklerini tahmin etmek zor değil.
Mesela bu geri çekilme sürecinin nasıl planlanacağını bana kimse açıklamak zorunda değil. Asıl şeffaf olması gereken süreç, silahların susmasından sonra başlayacak süreçtir. Oraya da daha gelmedik.
Yayınlanmasaydı daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum. Öcalan’ın bir üslubu var ve kendisine yakın insanlarla, yıllardır da yalnız kalan bir insan olarak, yayınlanacağını da düşünmeyerek konuşmuş. Onları yayınlamanın kime yararı oldu? Bu süreci istemeyenlerin diline bir takım laflar verdi sadece.
* 30 yıllık savaşın etkilerinin onarılabilmesi için silahların susturulmasından sonra nasıl bir sürece ihtiyacımız var?
İnsanlar, silahlar sustuktan sonra durup çok ağlayacaklar. Çünkü çocuğunu kaybedenler, onun artık geri gelmeyeceğini farkedecekler.
Birikmiş bir acı var ve onun boşaltılmasını sağlayacak çalışmalar yapılması lazım. Benim önerim şu oldu mesela; 1980’lerin acısı çok büyük. Şu Diyarbakır Cezaevi’nin kapılarını açın, bırakın insanlar girsin içinde ağlasın, duvarları koklasın… Acıları, öfkeleri boşaltacak bir dolu çalışma gerekiyor. Yüzleşme çalışmaları, her iki taraf için de hakikat komisyonları gerekiyor.
Bir sürü Berfo Ana var Türkiye’de. O yüzden silahlar sustuktan sonra tekrar konuşalım.
* Bu sefer silahlar gerçekten susacak mı sizce?
Bunun iyi planladığını düşünüyorum. PKK silahlı üyelerini sınırdışına çıkarıyor. Dolayısıyla içeride olabilecek provokasyonları kimse PKK’ye mal edemeyecek. Başka yerlerden gelebilecek şeyler olabilir ama ona da baksın devlet. PKK’den geleceğini düşünmüyorum.
* Peki kadınların silahlar sustuktan sonra başlayacak barış sürecinde talepleri ne olacak?
Dediğim gibi biz silahların susması noktasında kilitlendik. Sonraki süreci zamanı gelince konuşuruz. Ama biliyoruz ki anadilde eğitim talebi çok net.
Anayasada herkesi kapsayacak bir yurttaşlık talebi çok net. Kadının siyasi katılımını sağlamak, kota uygulamak, tek adam siyasetine son vermek, barajı kaldırmak zorundalar. Şiddet gören kadınların destek aldığı birimlerin arttırılması, sığınmaevleri vs çok talebimiz var.
Yani barış süreci başladığında çok şeyi tartışmamız gerekecek. Katılımcı demokrasinin önünün açılması gerekiyor.
* Kadınların müzakere sürecinde yer almaları engellenirse ne olur?
Türkiye’de yeni bir döneme giriliyor. Her şeyin yeniden düzenlenebileceği bir dönem. Yani geçmişin benzerini, kopyasını çalışmıyoruz. Kadınların yer almayacağı barış masalarının doğru çözümler üretemeyeceğini çünkü eksik ve eşit olmayan bir başlangıç olacağını, eksik olanın da yanlış olacağını savunuyorum.
Onlar bizi kolay kolay masaya oturtmayacaklar çünkü erkekler dünyası, iktidarını kadınlarla paylaşmak istemeyecek. Biz de zorlayacağız.
Kadınlar 20-30 yıldır toplumsal cinsiyet meselesiyle yüzleşiyor ama erkekler yüzleşmiyor. Toplumsal cinsiyet sadece kadınlık rollerini tarif etmez ki, erkeklik rollerini de tarif eder. Kadınlar rollerini fark ettiler; nasıl ikincilleştirildiklerini, şiddetin yeniden nasıl üretildiğini, nasıl dışlandıklarını fark ettiler. Ama erkeklik rollerini fark eden o kadar az erkek var ki. Onların da bunlarla yüzleşmeye ihtiyacı var.
* Bu arada savaşan kadınlar var ve sayıları hiç de az değil. Kadın gerillalar çözüm sürecinde nasıl yer alacak, almalı?
Onlar da diğer silahlı üyeler gibi geri çekilecek. Ama ben eminim ki onlar zaten PKK içinde bir mücadele veriyorlar. Sakine Cansız’ın PKK’nin kadın hareketinin başında olduğu medyadan okuduklarımız arasında. Kadınlar devrim için bulaşık bile yıkarlar genellikle. Onlar da eşit bir yerde değil bence.
* Kimliğiniz, yaşanmışlıklarınız ve deneyimlerinizi göz önünde bulundurarak, sizin için barış ne anlama geliyor?
Herkesin önce kendini güvende hissettiği, kendini farklılıklarıyla varedebildiği, özgür hissettiği bir yaşam alanının olduğu bir dünya. (ÇT)