PKK’nin silahlı güçlerinin Türkiye dışında bulunduğu 2002 yılı başında Adana’da HADEP’li olan Küçükdikili belediyesine baskın düzenlenir ve bir “barış raporu” “ele geçirilir.” Sonrasını, İletişim Yayınları’nın tekrar bastığı Evrim Alataş’ın “Mayoz Bölünme Hikâyeleri” kitabından okuyalım:
“Raporda, ‘10 Ekim 2001 günü Örnek ve Aras aileleri arasında çıkan kavganın büyüklere yansıması sonucu beldenin ileri gelenleri ile aileleri barıştırmak için Belediye başkanı Mehmet Yaşık, beldede misafir olarak bulunan Derik Belediye Başkanı Ayşe Karadağ’dan rica ederek düğünlerde her iki aileyi barıştırmaları istendi. Onlar da bu isteği kabul etti’ yazılmaktadır. Bu yazı Adana DGM Başsavcılığına iletilir ve soruşturma başlar. Küçükdikili Belediye Başkanı Mehmet Yaşık, 4 Şubat günü ifade vermeye çağrılır. DGM savcısı, Yaşık’a, ‘Siz bu barışa katıldınız mı? Niye özellikle HADEP’lileri barıştırıyorsunuz? PKK 1996’da ‘herkesi barıştırın’ diye bir karar almış, siz bu kararı yerine getirdiğiniz için PKK’ye yardım ve yataklık yapmış oldunuz’ der. Yaşık, kısa bir kopuş anından sonra toparlanır ve bu nadide suçlama karşısında savunmaya geçer. Hâkime, ‘Sayın hâkim, şimdi siz ve yardımcınız kavga ederseniz biz de barıştırırsak bu PKK’ye yardım ve yataklık mı olur?’ diye sorar."
Erken yaşta kaybettiğimiz Evrim Alataş’ın ölümünün dördüncü yılına (12 Nisan 2010) girerken devletin Kürtlere ve Kürt sorununa yaklaşımını özgün üslubuyla ele aldığı kitabının yeniden basılması bir hayli isabetli oldu.
Alataş’ın kitabı, özellikle “çözüm” sürecini yeniden benimsemiş görünen hükümete “yapılmaması gerekenleri” göstermesi bakımından anlamlı bir kılavuz niteliği taşıyor. Örneğin 2009’dan beri sürdürülen KCK operasyonlarında da, tıpkı 2002’deki gibi, BDP’nin hukuk komisyonlarında çalışıp kişiler veya aşiretler arası münakaşaları gidermiş olan pek çok Kürt siyasetçi hapse atıldı. 2009’da “açılımla” paralel bir şekilde başlatılan siyasî operasyonların yarattığı güvensizliğin şimdiki yeni “açılımda” da yaratılmaya başlandığını görüyoruz.
VAKAD kapatılsın, “hanımlar” çözüm getirsin!
Aralarında Van Kadın Derneği’nin de (VAKAD) bulunduğu on sivil toplum kuruluşu hakkında başlatılan kapatma davası ise (http://www.bianet.org/bianet/toplum/144909-vakad) hükümetin bir yandan “çözümü” kadınlardan talep ederken diğer yandan sorunu yeniden ürettiğini gösteriyor.
“Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Kanunu”na imza atan hükümet, deprem sonrasında aktif bir dayanışma ağı kuran bir kadın örgütünün kapatılmasının bölgedeki sivil toplum çalışmalarını sekteye uğratacağını öngörmüş olmalı. Oysa kadınları örgütsüzleştirip çözümde rol almaya davet etmek, Alataş’ın, kitabı boyunca ele aldığı 1990’lardaki akla ziyan onlarca devlet uygulamasının yeni bir versiyonu.
Başbakan Tayyip Erdoğan 7 Mart’ta düzenlenen “Küresel Kadın Emeği Buluşması”nda yaptığı konuşmada, “terör sorununun” çözümü için kadınlardan destek istedi. Erdoğan’ın üç çocuk istediği “hanımlardan” çözüm konusundaki beklentisi şöyle: “Bu çözüm süreci içinde 780 bin kilometrekarelik vatan toprağında, 76 milyon insanımızı ayırt etmeksizin bu çözüm sürecinde el ele vermeliyiz. Birliğimizi, beraberliğimizi bozmak isteyenlere kapıları kapayıp, bu işi bitirmeliyiz. Burada ben, hanım kardeşlerimden çok şey bekliyorum. Çünkü eğer siz bir işe ‘dur’ derseniz evelallah o iş o durur.”
Her ne kadar yaklaşım konusunda farklılık olsa da BDP de kadınların süreçte aktif bir rol oynamasının belirleyici olacağı kanaatinde. BDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan şöyle düşünüyor: “Bu konudaki esas görev kadınlara düşüyor. Bir araya gelirsek, el ele verirsek, hiç kimsenin kadınların, annelerin gösterdiği kararlılık karşısında ‘hayır’ demesi mümkün değil. Çözümü getirirse kadınlar getirir.”
Kadınların çözümdeki rolü
Otuz yıllık çatışma sürecinde kadınların yaşadığı mağduriyetlere dair hep genel bir kanaat var: “Savaşlardan en çok kadınlar ve çocuklar etkilenir.”
Peki, kadınlar barış sürecine nasıl dâhil olacak? Türkiyeli kadınların savaş sürecinde karşılaştıkları mağduriyetlere dair her ne kadar etraflıca yapılmış bilimsel çalışmalar olmasa da feministlerin bu konuya dair değerlendirmeleri yol gösterici olabilir.
Kürt kadınlarına dair bu alanda en yetkin çalışmalardan birini “Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar” kitabıyla kaleme almış olan Handan Çağlayan’ın tam da yeni “sürece” denk gelen ikinci kitabı “Kürt Kadınların Penceresinden” bu çalışmalardan biri olarak önümüzde duruyor. Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere Çağlayan, çözüm sürecine dair hem şahsî değerlendirmelerini hem de araştırmalarına dayanarak Kürt kadınlarının pozisyonunu etraflıca inceliyor.
İki Kürt yazar, Alataş ve Çağlayan, yaptıkları özgün çalışmalarla aslında kadınların bu “barışta” nasıl bir rol üstlenebileceğinin açık işaretlerini veriyor. Alataş, devletin meseleye yaklaşımındaki sığlığını pek çok hikâye üzerinden aktarırken, Çağlayan da “kadınlar” genel kategorisinin nasıl bir yanlış genelleme olduğunu irdeleyip devlet ve ataerkil zihniyetin çözümün önünde oluşturduğu bentlere dikkat çekiyor.
“Annelerin acısı üzerinden barış” başlıklı makalede Çağlayan, savaşta çocuklarını yitirmiş asker ve gerilla annelerinin acıyı yaşayış biçimlerindeki farklılığa dikkat çekiyor. Çağlayan’a göre gerilla anneleri siyasette daha aktifken, asker anneleri başta devlet olmak üzere çeşitli yapılar tarafından “şehit annesi” sıfatıyla kuşatılıyor ve barış sürecinde aktif rol almaları bunun üzerinden engelleniyor.
“Annelerin acısı” söylemi
Aslında asker annelerinin “kuşatılmışlığına” karşın, gerilla annelerinin savaşı bizzat deneyimlemiş olması, onların çözüm sürecinde daha aktif olmalarını adeta zorunlu kılıyor. Göç-Der’in “1999- 2001 Dönemi Raporu”na göre 1989-1999 yılları arasında 3.438 kırsal yerleşim biriminin boşaltılması sonucu 4 ile 4.5 milyon arasında anadili Kürtçe olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı göç etti. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün “Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması”na göre ise 1986–2005 döneminde “güvenlik nedenleriyle” göç eden nüfus büyüklüğü tahminen 953.680–1.201.200 arasında.
Bu göçün esas mağduru olan kadınların, devletin beklentisinin aksine, kimi zaman “Barış Anneleri”, kimi zaman da kadın inisiyatifleri üzerinden yıllardır barış mücadelesi verdiği biliniyor. Ne var ki çocukları dağda, hapiste bulunan veya yaşamını yitiren Kürt kadınlarıyla, çocuğu, kocası, kardeşi vs, askerdeyken hayatını kaybeden kadınların bir araya gelmesi devlet tarafından hep engellendiği için ortak bir ses, ortak bir dil yaratılamadı. Haliyle iki taraftan kadınların bir araya gelip savaş karşıtı bir blok oluşturulmasına da müsaade edilmedi. Öyle ki gerilla anneleriyle buluşan veya oğlunun cenaze töreninde devletin politikalarını eleştiren asker anneleri hedef gösterildi, dışlandı veya sesleri kısıldı. Bu da kadınların savaş karşıtı bir blok oluşturmasını engelledi.
Başbakan Erdoğan’ın kadınlardan çözüme katkı sunmalarını beklemesi bir bakıma önemli. Zira kadınların barış sürecinde aktif olmaları, savaşın sebeplerini minimize etmek için elzem görünüyor. Ancak bunun için evvela devletin asker annelerinin önüne çektiği bentleri ve örgütlü kadınlara karşı başlatılan yeni “yasa” uygulamalarını sonlandırması gerekiyor.
Zaten yeni süreçte kadınlardan sadece “anne” olarak “savaşa hayır” demelerinin talep edilmesi, onların muhtemel barışa kendi “renklerini” vermelerini engellerse, gerçek bir çözüm de sağlanamaz. Oysa biliyoruz ki özellikle Kürt kadınları, gerek dağa çıkarak, gerek sivil hayatta mücadele ederek bu sürecin bir tarafı, parçası olageldiler. Dolayısıyla Kürt kadınları barışın da bir tarafıdır. Aynı şekilde, pasifize edilmiş olsalar da her türlü militarist politikanın mağduru olan asker yakını kadınlar da benzer çatışmalı ortamlara yeni zemin hazırlamayacak kalıcı bir barışın tesisi için inisiyatif sahibi olabilmeliler.
Devletin “erkek aklı” yıllardır çözüm yolu olarak baskı rejimini, savaşı belledi. Şimdi bu savaşın bitmesi için, yine bir toplumsal cinsiyet rolü olarak kadınlara dayatılan “uzlaştırmacılığın” talep edilmesi görünürde kadınların lehine. Fakat öncelikle eril zihniyetli devletin, bu savaşın müsebbibi olduğunu ve mevcut aklıyla çözüme erişemediğini itiraf etmesi gerekir.
Bu itiraf, barışın daimiliği açısından elzem. Bununla da kalınmamalı, kadınları barış için “göreve” çağırmak yerine, onların kendi çözüm yöntemlerini sürece dâhil etmelerinin önündeki tüm engeller kaldırılmalı. Devlet, toplumsal cinsiyet rejimi bağlamında kadınları “arabuluculuğa” davet ederken, onların her türlü örgütlü yapılarını bertaraf etme çabasını sürdürür ve bu da “barışın” şeklini belirlerse, Handan Çağlayan’ın altını çizdiği gibi, “’annelerin acısı’ söylemi köklü ve kalıcı bir çözüm iradesinin yansıması değil; milliyetçi ve militarist ideoloji ve politikalarda, ataerkil bir kurgu ekseninde anneliğe ve annelere yüklenen rol ve misyonun, ‘çözüm’ sürecine tahvilinden ibaret” kalır. (İA/HK)