Newroz Bayramı arifesinde BDP’nin Diyarbakır İl binasında hararetli çalışmalar yürütülüyor. Bir taraftan gazetecilere akreditasyon kartları dağıtılırken, diğer taraftan Newroz organizasyonu için toplantı üstüne toplantı yapılıyor. Bu hararetli ortamda eski Yenişehir Belediye Başkanı Fırat Anlı’yla görüşüyoruz.
12 Eylül 2012’deki açlık grevine cezaevinden katılan Anlı, “içerideyken tutsaktık ama acaba dışarıdayken özgür müyüz” diye soruyor. Anlı, 24 Aralık 2009’da KCK operasyonu kapsamında 34 kişiyle birlikte gözaltına alınarak tutuklanmış, 19 Şubat 2013’te de tahliye edilmişti. Haliyle söyleşimiz sık sık geçmiş olsun ziyaretleriyle bölünüyor.
Sürece ilişkin kaygıları olmakla birlikte, çözüme yaklaşıldığını düşünen Anlı halen 108’i tutuklu 175 sanıklı dava kapsamında yargılanıyor. Anlı’yla yeni sürece ilişkin Kürtlerin kaygı ve taleplerini, 12 Eylül 2012’de başlayan açlık grevlerinden sonra cezaevlerindeki uygulamaları, Kürt hareketinin yeni sürece yaklaşımını ve Diyarbakırlıların algısını konuştuk.
KCK operasyonu kapsamında tutuklandınız ve 3 yıl 3 ay sonra serbest bırakıldınız. İmralı süreciyle birlikte KCK davalarında sık sık tahliye haberleri duyuyoruz. Sizce bu serbest bırakma kararları sistematik olarak devam eder mi?
Fırat Anlı: Biz tamamen hukuksuz bir biçimde tutuklandık. Üç yıl sonra da bize “tamam, serbestsiniz” dediler. Fakat aynı mahkeme, serbest kalışımızdan beş gün önce, kaçabileceğimiz, delilleri karartabileceğimiz gerekçesiyle tutukluluk sebebimizi yazıyordu. Demek ki bizim alınmamızda da bırakılmamızda da başka bir irade var. Bizim ellerimizin kelepçelenmesiyle Kürtlerden çok Batı’ya bir mesaj verdiler: “Biz 80 yıl önce nasıl ezdiysek, şimdi de aynı şeyi yapmaya muktediriz” demek istediler… O kelepçeler bağlanmamıştı bile. Sırf o fotoğrafı çekmek için öylesine bileklerimize taktılar. Ben o sırada düşündüm; kelepçeyi atıp slogan mı atayım diye! Bize bunu yaparken Batı’ya mesaj vermek istediler ama Kürtlerde nasıl bir deprem yaratacağını hesap etmediler… Gelelim tahliye meselesine. Doğrusu, sürece göre tahliyelerin olup olmayacağına karar verileceğini düşünüyorum. Sanırım Nisan-Mayıs ayından itibaren tahliyelerin sistematik olup olmadığı daha net anlaşılır. Hükümet “tahliye edin” dese bile, bunun çok kolay gerçekleşmeyeceği gibi bir hava da var, Özel Yetkili Mahkemeler’de. Cemaate yakın oldukları söyleniyor…
4. Yargı Paketi’nin yeni süreçte işlevsel olabileceği düşünülüyordu ama beklentilere karşılık bulmadı, değil mi?
4. Yargı Paketi gerçekten bomboş. Fakat TBMM’de bu paket değişikliğe uğrayabilir. 3. Yargı Paketi’nden sonra mahkemeler takdir haklarını kullanarak epeyce tahliye kararı verdiler ama sonra bundan da vazgeçtiler. Hatta aleyhe değerlendirmeye başladılar. Örgüt üyeliği suçunda mesela, alt sınırdan değil üst sınırdan ceza vermeye başladılar. Ergenekon mütalaasından da anlaşılıyor ki, yargılamalar konusu epeyce bir zaman daha gündemde kalacak.
Açlık grevleri sonrasında cezaevlerindeki koşullarınızda herhangi bir değişim oldu mu?
Negatif anlamda oldu. Sürgünler başladı. Bölgedeki birçok cezaevi siyasî tutuklulardan tamamen arındırıldı ve herkes Karadeniz’deki hapislere sürüldü. Şu anda Karadeniz’deki kasabaların bile cezaevleri tıklım tıklım dolmuş vaziyette. Bazı cezaevlerini tamamen siyasilerden arındırıyorlar. Bazılarını kadınlardan arındırıyorlar. Bu yeni bir cezaevi politikası gibi görünüyor.
İmralı süreci, açlık grevlerinin bitirilmesiyle başladı. Dolayısıyla cezaevlerindeki uygulamaların pozitif olması beklenmez miydi?
Hükümet, yarın tekrar savaşın gelişebileceğini ihtimal dâhilinde görerek hazırlık da yapıyor olabilir. Yahut yeni bir pazarlık unsuru geliştiriliyor olabilir. Nitekim İrlanda’da, Bask’ta, tutukluları sırf kendi topraklarındaki cezaevlerine göndermeyi de pazarlık haline getirmişler. Devlet aklıyla bakanlar, barış masasına oturduğu anda bile karşı tarafa nasıl zarar verebileceğini düşünür. O yüzden Kürtlerin devlete güvenmesi, bu süreç için de söylüyorum, gerçekten çok zor. BDP heyeti Kandil’e giderken hava saldırısı oluyor. Diyorlar ki, karakol basacaklardı, önleyici tedbir olarak bunu yaptık. Belki de böyledir. Ama Kürtlerin buna inanmasını bekleyemezsiniz.
Batı’da yeni sürece ilişkin bir umut görünüyor. Diyarbakır’daki hava nasıl?
Diyarbakır çok tecrübeli bir kent. Tabii ki herkes umutlu, ama geçmişte o kadar şey yaşadık ki, artık kulaklarımızla duymak değil, gözlerimizle görmek istiyoruz. Başbakan’ın hakaretleri burada umursanmıyor. Çünkü en ağır hakaretler yaptığı dönemde İmralı ve Oslo görüşmeleri yapılıyordu. Ama aynı zamanda ileri demokrasi söylemini de çok umursamıyor Diyarbakır. Dediğiniz gibi, bu sefer Batı’da daha fazla umut var. Ama mesela cezaevindeyken de arkadaşlarımızda çok büyük bir heyecan dalgası yoktu. Ama ne olursa olsun BDP milletvekillerinin İmralı’ya gitmesi çok önemlidir.
Başbakanın üslubunda son dönemde bir yumuşama görmüyor musunuz?
Elbette, bunu önemsemek lazım. Ama 2009’un Ağustos ayında Cumhurbaşkanı “iyi şeyler olacak” dedi. Eylül’de açılım süreci başladı. Açıkçası hükümet bizi de sürece ikna etti. Ama sonuçta faturayı bize çıkardılar. Ben o zaman bizzat hükümet yetkililerine söyledim; bu süreç tıkanırsa, faturayı bize çıkaracaksınız, dedim. Öyle de oldu. Bu sefer de süreç tıkanırsa, faturayı İmralı’ya giden BDP milletvekillerine çıkaracaklar. Atatürk, Diyap Ağa’ya “yöresel kıyafetlerinle Ankara’ya gel” diyor. Sonra da bu kıyafetleri bile yargılanmasına gerekçe yapılıyor. AKP bu konuda samimiyet testini geçebilmiş değil. Sıkışınca “cemaat yapıyor veya devlet hemfikir değil” diyorlar. Fakat yeni süreçte hükümet bu konuda iddialı görünüyor. Bu onları bağlayan bir söylemdir. Yarın süreç tıkanırsa, çıkıp “yargı, emniyet veya MİT bizi dinlemedi” diyemezler. Bizim tutuklanmamızda mesela… Cemaat diyor ki, biz yapmadık. Aynı şeyi AKP de söylüyor. O zaman “ikisi birlikte yapmıştır” diyorsunuz. Tek mantıklı açıklama bu.
Gülen cemaatinin bu süreçteki etkinliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Politik Kürtlerin nezdinde JİTEM-Hizbullah-Cemaat aynı şekilde algılanıyor artık. Fakat iki-üç yıl önce bu kadar olumsuz bakılmıyordu. Cemaatin çalışması bir fetih harekatıdır. Bütün KCK operasyonlarının yürütücüsü olarak görülüyor. Bence savaş, gerilim devam ederse cemaat iş yapamaz burada. Fakat barış olursa, onlar da kendi faaliyetlerini yürütür. Mutlaka barış olmalıdır.
Çatışma sürecinin sonlanmasıyla birlikte nasıl bir gündemle karşı karşıya kalırız?
Çatışmaların olmadığı 2000’li yılların başındaki gazete arşivlerine baktığınızda şunları görürsünüz: Fuhuş, madde bağımlılığı, işsizlik, yoksulluk… 2004’te savaş tekrar başlayınca bu gündem kapandı. Ama bu sorunlar bitmedi. Bu çok ciddi bir sorundur ve şu anda dondurucuda bekliyor. Çatışmalar bitince, işte bu yoğun gündemle karşı karşıya kalacağız. Cemaat meselesine döneyim; sosyal hizmetler konusunda deneyimlidir, devlet bürokrasisinde etkilidir. Öte yandan Kürt halkı mütedeyyindir ama politik bir İslam’ın burada gelişme şansı artık yoktur. Hizbullah deneyimi, Kürtlere, dinin negatif yönlerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Cemaate yönelik çekince sadece biz BDP cenahında yok. İslamî Kürt örgütlerinde de var. Örneğin Azadî İnisiyatifi, Hüda-Par gibi yapılarda da Gülen Cemaati’ne yönelik mesafe var. Dolayısıyla bu, bir Kürt ittifakı yarattı. “Biz Müslümanız, ama bir o kadar da Kürdüz” diyorlar. Bu yeni bir söylem, yeni bir durum. Geçen hafta oradaydım; Güney Kürdistan’la da eski bağlar koptu, yeni bağlar kuruluyor. Şehirlerin birbirleriyle ilişkileri çok güçlendi. Dolayısıyla ben politik bir İslamî geleneğin ve Gülen Cemaati’nin kısa vadede Kürdistan’da bir karşılık bulabileceğini düşünmüyorum. Çünkü Kürdistan’a bu mantıkla giren hiçbir güç başarılı olamadı. Ezebilirsiniz, ama hâkim olamazsınız, teslim alamazsınız.
PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakma ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz silahlı mücadeleye karşıyız. Çünkü bizim gerçek performansımızı göstermemizi engelliyor. Ama örneğin Suriye’de sizi yok etmek istiyorlar. Maliki, Güney Kürdistan’a tanklarını çevirince, ne yapacaksınız? Ne yazık ki İsviçre gibi bir ülkede yaşamıyoruz.
Öcalan’ın militanların Türkiye dışına çıkması talimatına direnecek kesimler var mı?
Sanmıyorum. Sayın Öcalan inanılmaz karizmatik bir aktör. Hem PKK hem de Kürtler üzerinde inanılmaz etkisi var. Geçmişte de benzer çıkışları olduğunda, ilk etapta bir şok yaşanıyor ama uyum da sağlanıyordu. Bu kez daha yumuşak bir uyum var gibi. Çünkü bir güvensizlik var. Fakat eğer hükümet Öcalan’ı zorlayıp halkta bir çatlak yaratmaya niyetleniyorsa, bu çok tehlikelidir. Böyle bir durumda iş çığırından çıkar. Açık söyleyeyim, Kürt hareketi böyle bir talimata uyma konusunda zorlanır ama bunu yerine de getirir. Bakın, benim hapis arkadaşlarımı vardı. 2000 yılındaki çekilme sırasında yakalanmış ve 36 yıl hapis cezasına çarptırılmış. 500’e yakın kayıp yaşandı.
Güven sorununun atlatılabilmesi için ne yapılmalı?
Bu işin şeffaflaşması lazım. Başbakanın “kimse konuşmasın, biz bu işi götürüyoruz” yaklaşımı doğru değil. En azından sürecin genel hatları kamuoyuyla paylaşılmalı. Barış duygusu her zaman heyecan yaratır. Barış, bir kâbustan uyanmaktır. Kürtler artık bu kâbusun son bulmasını istiyor.
Türk kamuoyunda da sürece ilişkin çeşitli kuşkular olduğu söyleniyor…
Tabii, çünkü “bilmediğimiz pazarlıklar yapılıyor” deniyor. O yüzden de şeffaflaşma önemli. Sonuçta Kürtler bağımsızlıktan söz etmiyor, demokrasi istiyor. Demokrasi de herkese yarar. Gereksiz fobilere mahal vermemek lazım.
Başkanlık sistemi bağlamında; “Kürt hareketi hükümetle anlaşır ama bundan demokratik bir Türkiye çıkmaz” diyenler de var…
Ben bu güvensizliğin Kürtlere haksızlık olduğunu düşünüyorum. Biz öyle pragmatist, kendimizi kurtarıp arkamıza bakmama yaklaşımında değiliz ve olmadık da. Biz “Biz haklarımızı alalım, başkanlık sistemi gelsin, Türkiye’nin gerisine ne olursa olsun” gibi bir anlayışımız olamaz. Bu en başta Sayın Öcalan’a haksızlıktır. PKK’yi ısrarla Türkiyelileştirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla tüm Türkiye’nin demokratikleşmesi hedefinden ne biz vazgeçeriz, ne PKK vazgeçer. Biz elbette kendi topraklarımızda yaşamaktan memnunuz ama Türkiye’nin geri kalanını da yabancı topraklar olarak görmüyoruz. İstanbul’u, Ankara’yı, İzmir’i, Karadeniz’i, Ege’yi kendi topraklarımız olarak görüyoruz. Türkiye’nin sol-sosyalist demokrasi mücadelesine gönül bağıyla bağlıyız ve bir şekilde bu mücadelenin bir parçası olmaya devam edeceğiz. Ayrıca Kürt sorununun hemen çözülmesi gibi bir durum yok ve biz sorunun çözülmesi için mücadeleye devam edeceğiz. Nasıl ki Filistinli kardeşlerimizle dayanışmaya devam ediyorsak, nasıl ki Latin Amerika’daki en küçük bir sıcaklık bizi de ısıtıyorsa, yanıbaşımızda, çok daha yakın olduğumuz kardeş Türk halkımızla da dayanışmaya devam edeceğiz. “Siz Tayyip Erdoğan gibi bir diktatörle anlaşıp kendinizi kurtararak bizi unutacak mısınız?” Asla böyle bir şey olmayacak. Emek, çevre, insan hakları, kadın hakları, cinsiyet özgürlüğü mücadelesini, legal-demokratik saha içinde sonuna kadar sürdüreceğiz. Biz ilkel milliyetçi değiliz. Biz bir halk hareketiyiz. Biz doğru öncülük yapamazsak, başkaları gelip yapar. Bu kadar net! İstanbul’a gittiğimde buluştuğum Türk solundan arkadaşlarda ne yazık ki bir heyecan göremiyorum. Biz, Türkiye sosyalist hareketinin, devrimci hareketinin aşıyız.