*İktidar bloğu içinde bir tartışma alanı olduğu gözüküyor. DEM Parti’nin uzun süredir iktidar ortakları tarafından hedef gösterildiği biliniyor.
*CHP’nin daha cesur cümleler duyuluyor ama öte yandan kamuoyu önüne net olarak konulmuş bir yol haritası bulunmuyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Dr. Öğretim Üyesi Tuğçe Erçetin, Türkiye’nin gündemine oturan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a yönelik "konuşsun" çağrısını ve bu çıkışın Türkiye'nin mücadele stratejisi üzerindeki muhtemel etkilerini bianet’e değerlendirdi.
Erçetin, Bahçeli'nin milliyetçi bir parti lideri olarak "Öcalan Meclis’te konuşsun" çıkışını yapmasının yalnızca seçim veya anayasa değişikliği gibi sınırlı hedeflerle açıklanamayacağını belirterek, Türkiye'nin iç ve dış faktörleri gözeterek geniş bir perspektiften hareket ettiğine dikkat çekti.
Erçetin ayrıca, ABD’nin bölgedeki politikaları, Türkiye-İsrail ilişkileri, CHP’nin Kürt sorununa yaklaşımı ve DEM Parti’nin çözüm sürecindeki konumu da ele alınarak, Bahçeli’nin bu beklenmedik çağrısının Türkiye’nin gelecekteki siyasal dengelerine nasıl etki edebileceğini de yorumladı.
Bahçeli’nin “Öcalan konuşsun” çağrısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çağrı, Türkiye’nin stratejisinde yeni bir yaklaşımı mı temsil ediyor, yoksa belirli siyasi hedefleri mi var?
Tuğçe Erçetin: Türkiye’de devletin, iktidarların Öcalan’ı muhatap aldığı ilk örnek değil MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çıkışı. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde de mevcut iktidarın 2009 ve 2013’te deneyimlediği ilki ‘Habur’dan giriş görüntüsü’, ikincisi 28 Şubat 2015’teki ‘Dolmabahçe Buluşması’ sonrası biten süreçlerde de devlet yetkililerinin, AKP iktidarının, yöneticilerinin bilgisiyle görüştüğü isim kendisi.
Üstelik 2019 yerel seçimleri öncesi Öcalan’ın HDP’ye seçimlerde tarafsız kalma çağrısı yaptığı dönemde Bahçeli’nin bu mektubu referans vererek yaptığı bir de açıklama var.
Öcalan o günlerde yazdığı mektupla ‘HDP’de vücut bulan demokratik ittifak anlayışı güncel seçim süreçlerine taraf ve payanda yapılmamalıdır’ ana fikirli bir mektup yollamıştı. Bahçeli ‘anlaşılan odur ki, HDP’nin istismarına müdahale etmek, hatta önüne geçmek maksadıyla tarafsızlık çağrısı yapmıştır’ şeklinde bir yorum yapmıştı.
Türkiye’nin seçime gittiği, anketlerin HDP’nin desteklediği adayların kazanacağının gösterdiği o günlerde Bahçeli’nin siyasi hedef amacıyla bu çıkışı yaptığı düşünülebilir. Kaldı ki siyaset yapanların siyasi hedefi olması da son derece anlaşılır. Ancak bu yılın ekim ayı itibariyle ‘el sıkışarak’ başlattığı ardından ‘Öcalan’ın Meclis’te konuşması ve umut hakkı’ gibi son derece zorlu bir söylemle sürdürdüğü tavrı Türk milliyetçisi bir partinin genel başkanı olarak söylemesini ayrı değerlendirmek gerekiyor.
Ekonomik koşullar sebebiyle pek muhtemel en erken 2026 sonu ya da 2027’de yapılması beklenen genel seçimlere iki-üç sene kala bu çıkışın sadece seçim ya da anayasa değişikliği hedefli değil, ki bunların da bir etkisi olabilir, mevcut dış ve iç faktörlerin göz önünde tutularak daha geniş bir perspektifle düşünülmesi gerekiyor.
Bahçeli'nin Cumhuriyet’in 200. yılı için “Türk ve Türkiye Yüzyılı” vizyonunda Kürt sorununun çözümüne nasıl bir rol atfediliyor? Bu tür uzun vadeli bir vizyon, Kürt sorununun çözümüne dair somut bir strateji sunabilir mi?
Devlet Bahçeli ‘Türk ve Türkiye’ Yüzyılı’ndan bahsettiği konuşmasında ‘yeni hayat ve yeni siyasetten’ten bahsederek ‘çatışmaya ve yok etmeye değil, anlamaya ve bir arada yaşamaya dönük strateji geliştirmek-inisiyatif üretmekten’ bahsetti.
Aynı konuşmada ve bu konuda yaptığı hemen her konuşmada ‘Kürt sorunundan’ ‘sözde’ diye bahsederek, Kürt sorunu tanımını ‘bölücü terörün kılıfı’ olarak nitelendiriyor. Burada ortaya konulan ‘devlet aklı’ diye de tarif edilen bir mekanizmanın iktidarın dönemsel olarak ihtiyaç duyduğu güvenlikle ilgili yeni olası durumları da göz önünde tutarak kendi belirlediği çerçevede adım atma isteği olarak okunabilir.
Belki bir önceki sorunuza verdiğim yanıttaki ‘iç ve dış gelişmeleri’ biraz daha açmak iyi olabilir. Dış faktörlere baktığımızda ABD seçimlerini kazanan Trump’ın Suriye’nin kuzeyindeki Suriye Demokratik Güçleri ile başkanlığı döneminde kurduğu ilişkiyi hatırlamak gerekiyor.
SDG’yi oluşturan iki ana omurgayı yani siyasi kanat PYD’yi ve silahlı kanat YPG’yi Türkiye PKK ve terör ile bağlantılı görüp ‘sınırında böyle bir yapıya’ izin vermeyeceğini belirtmişti. Obama döneminde İŞİD ile mücadele kapsamında başlayan ABD ile SDG ilişkisi Trump döneminde silah desteğine dönmüştü. Türkiye bu duruma tepki göstermiş 2019 yılının ekim ayında bölgeye yönelik Barış Pınarı Harekatı yapılmıştı.
Trump bu harekata karşı çıkmış hatta Erdoğan’a yazdığı bir mektupla ‘Türk ekonomisini mahvetmekten’ bahsetmişti. Harekat sırasında o dönem ABD Başkan Yardımcısı olan Mike Pence Türkiye’ye gelmiş birinci haftada ana noktası YPG’nin sınırdan 30 kilometre derinlikte oluşacak güvenlikli bölge gerisine çekilmesi noktasında anlaşma sağlanmıştı. Elbette aradan geçen beş yılda Suriye’de savaş, bölgedeki askeri yoğunluklar hatta Türkiye’nin Esad ile diyalog kurma arayışları gibi pek çok değişim oldu.
Son TUSAŞ saldırısı sonrası SDG sözcüleri ‘Türkiye ile siyasi ve askeri diyalog arayışları için girişim yapan uluslararası koalisyon güçlerinden bahsetti’ Fransız haber ajansı AFP’ye. ABD’nin 47. Başkanı seçilen Trump’ın kısa bir süre önce de Robert F. Kennedy Jr.’a ‘Suriye’deki ABD askerlerini çekme isteğinden bahsettiği’ yansıdı medyaya.
Ocak ayında görevi devir alacak Trump’ın öngörülemez bir isim olması sebebiyle Türkiye öncü bir adım atma arayışında olabilir. Diğer önemli dış faktör; İsrail’in bölgede giriştiği operasyonların mevcut ve olası etkilerinin değerlendirilmesi olarak okunabilir.
İsrail Türkiye’ye karşı doğrudan olmasa da ‘vekalet yoluyla’ kimi girişimlerde bulunma isteyebileceği senaryolar da konuşuluyor. Dış cephenin öne çıkan iki noktasını Trump belirsizliği ve İsrail’in bölgedeki durumu olarak özetleyebiliriz.
İçeride anayasa değişikliği ana gündemli bir arayıştan, bu noktada demokratik Kürt siyaseti aktörlerinin desteğini almaktan, ana muhalefet içinde cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda zaten var olan cepheleri ‘bu zor konu’ çerçevesini de katarak bölmek olarak düşünebiliriz.
Ancak bu akıl yürütmeleri yine de Bahçeli’nin iki kez Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya çağırması ve umut hakkından bahsetmesini tam olarak açıklamıyor. Önümüzdeki günlerde iktidar kanadından gelecek yeni açıklamalarla konu biraz daha netliğe kavuşabilir.
Bahçeli'nin çağrısı, Türkiye’nin mücadelesinde bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir mi?
Türkiye’nin son 40 yıllık siyasi tarihine baktığımızda dönem dönem iktidardaki isimlerin Kürt sorunu merkezli ‘sözel çıkışları’ oldu. ‘Kürt realitesini tanıyoruz’, ‘ovada siyaset’, ‘Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer’ ilk akla gelenlerden.
Burada bir noktayı da konuşmak gerekiyor. Sözler ile icraatlar. Genelde bu sözlerin arkası gelmedi. Tabii AKP döneminde sonu kötü bitse de özellikle 2013 sonrası başlayan çözüm arayışları en önemli girişim olarak değerlendirilebilir.
Bu süreçte şeffaflık olmamasından Meclis’in dahil edilmemesine sadece birkaç ağzın ana nokta haline gelmesine meşru eleştiriler olmasına rağmen önemli bir arayıştı.
Ancak Bahçeli’nin ‘Öcalan Meclis’te konuşsun’ çıkışı bugüne kadar söylenenler arasında farklı bir noktada değerlendirilecek. Yirmili yaşlarından beri ülkücü hareket içinde var olmuş, 1987 yılında Alparslan Türkeş’in davetiyle öğretim üyeliğinden ayrılıp aktif siyasete girmiş, Temmuz 1997’den beri yani 27 yıldır MHP’de genel başkanlığı yapan bir isim kendisi. Kimi kritik noktalarda aldığı rollerle hatırlanan Bahçeli’nin ülkeyi erken seçime götürme ya da sistem değişikliği konusunda üstlendiği dönüştürücü roller eminim hatırlanıyor.
Bu noktadaki bir ismin çıtayı çok yükseğe koyması uzun süredir konuşulmayan-tartışılmayan, yokmuş gibi davranılan bir konunun en azından yeniden konuşulmaya başlamasını sağladı. Ancak ‘Kürt sorunu yoktur’ cümlelerini sık sık telaffuzuyla olası yeni dönemde DEM Parti’ye ve HDP Eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’a rol verilmemesi yönündeki sözleri-tavrıyla CHP’yi bu konuda hedef almasıyla açtığı yeni yolun nereye çıkmasını istediği noktasında kafa karışıklığı da yaratıyor.
Bir de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Bahçeli’nin çıkışına verdiği ‘ölçülü destek’ sanki konuyla ilgili tam bir mutabakat yok görüntüsü olduğunu düşündürüyor.
Bahçeli’nin öngördüğü strateji ne kadar gerçekçi? Bu hedefe ulaşmak için alternatif yollar veya stratejiler ne olabilir?
Çatışma ve çözüm konusunda çalışanlar için Türkiye’nin de içinde olduğu durum göz önüne alınarak en çok Kuzey İrlanda, İspanya yani Bask ve Güney Afrika örnekleri konuşulur. İngiltere’de Tony Blair’in başbakanlığı sürecinde IRA konusunda müzakereci rolü üstlenen Jonathan Powell’ın Türkiye’ye de gelerek paylaştığı tecrübeleri ve ünlü kitabı ‘Teröristle Konuşmak’ (Talking to terrorists) uzun süre ‘terörist-düşman’ diye tanımladıklarınızla aynı masada oturmanın, konuşmanın zorluklarından bahseder.
Burada dünyadaki benzer süreçlerde çatışma çözümü çalışanların da müzakereden uygulamaya gidilen yolları hatırlamakta fayda var.
Her birinin kendi içinde zorlukları var elbet, özellikle hazırlık süreci, temelleri atma noktasında kritik önemde. Elbette daha kapalı devam ediyor. Uygulamaya geçişte hem müzakerede varılan mutabakat hem de elbette durumu kamuoyuna anlatma durumu yaşanıyor. Devlet Bahçeli, Öcalan ile ilgili çıkışı yaptığında en azından devlet yetkilileri ile belli bir müzakere yapılmış, bir noktaya varılmış olduğunu düşündü herkes.
Başta güvenlik bürokrasisi devlet içinde etkili bu partinin liderinin böyle bir çıkış yapması başka türlü düşünülemezdi. Bahçeli’nin Meclis grup toplantısındaki bu konuşmasından sonra TUSAŞ saldırısı kafaları karıştırdı elbet. Ancak hem dünyadaki hem Türkiye’deki deneyimlerden bu tip olayların yaşandığı da bilinen bir gerçek.
Sorunuzdaki Bahçeli’nin öngördüğü strateji ne kadar gerçekçi kısmına, büyük bir fotoğrafın henüz görebildiğimiz çok küçük bir kısma bakarak tam bir yanıt zor. Ancak biraz önce de bahsettiğim dünyadaki örnekler, Türkiye’nin deneyimlediği süreç bize bazı işaretler veriyor.
Şunu da unutmamak gerekiyor, bu tip süreçlerin, barış arayışlarının varlığı, umut anlamına da gelir. Yine aynı konuda süreklilik açısından verilen örnek bisiklet sürmek, pedal çevirmeyi bırakmamak. Elbetteki çerçevelenmek istenen konuya sadece güvenlikçi açıdan bakan ya da tartışmaya açık olmadığı ima edilen bir şekle doğal olarak .hem itirazlar olacak hem şüpheyle yaklaşılacaktır.
Abdullah Öcalan’ın, PKK’nın sona erdiğine dair bir açıklama yapması Türkiye’deki çatışma dinamiklerini nasıl etkiler? Böyle bir açıklama, sahada ve toplumda somut bir değişim yaratabilir mi?
Burada 2013 yılında başlayan çözüm süreci olarak tarif edilen dönemin bitişinin ilk işaretinin verildiği 28 Şubat 2015’e gitmek gerekiyor. Bir yanda iktidarın Yalçın Akdoğan’dan Efkan Ala’ya iktidarın yetkilileri öte yanda HDP’li vekiller. Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın PKK’ya çağrısını okuyordu.
Şöyle diyordu Öcalan: Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihi karar vermek üzere PKK’yı bahar aylarında olağanüstü kongre toplamaya davet ediyorum, bu davet silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarih bir niyet beyanıdır’…Öncesinde Öcalan’ın Nevruz’larda Diyarbakır’da mesajları okunuyor İslam kardeşliğinden barıştan bahsediyor, toplum oluşturulan ‘akil insanlar heyeti’ ile bir sonuca hazırlanıyordu. Ancak 2015 yılı ve sonrası barışın değil hendeklerin, çatışmaların, yeni kayıpların yılı oldu. İŞİD’in Kobani saldırıları ve Suriye’deki durum kopuşun dış tetikliyicileriydi.
Şimdi yeni dönemde Öcalan’ın PKK’ya çağrı yapması sonuçlarını düşünürken eski süreci de hatırlamak gerekiyor. Özellikle Kandil’in o dönem aldığı tutumu da. 28 Şubat çağrısının ardından Kandil iktidarın atmasını istediği kimi adımlara vurgu yapmıştı. Bahçeli’nin yaptığı çağrının ardından 43 ay sonra İmralı’ya gidişine izin verilen DEM milletvekili ve akrabası Ömer Öcalan kamuoyuna Abdullah Öcalan’ın şu mesajını iletti: Koşullar oluşursa bu süreci çatışma zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.
Yani Kandil’e de sözünü geçirebilecek bir durumdan bahsediyordu. Konu silahların tamamen bırakılması ise elbette Öcalan ve Kandil en önemli faktörler. Ancak konu çok katmanlı. Toplumun genelini ilgilendiriyor. Demokratik anlamda, hukuki anlamda hem ülkenin Kürt vatandaşlarının hem de genelin şeffaf, Meclis’in de dahil edildiği, özgürce konuşulan bir zeminde bunu görmesi, izlemesi gerekiyor.
Bu noktada 2013-2015 arasındaki sürecin en karşıt radikal ismi Bahçeli’nin yaptığı çıkış, kurucu parti CHP’nin yöneticilerinin geçen sefer mesafeli durduğu sürece şimdi katkı vermeye hazır halde görünmeleri farklı gelişme olma ihtimalini gündeme taşıyor. Şeffaf ve katılımcı bir süreç olursa sahada ve toplumda olumlu, katkı verir anlamda değişim uç verebilir.
MHP'nin Kürt sorununu ele alış biçimi, diğer siyasi partiler için ne tür dersler barındırır? Bahçeli’nin açıklamalarından yola çıkarak diğer siyasi aktörlerin Kürt sorununa yönelik stratejilerini nasıl revize etmeleri gerekebilir?
Burada sanırım ana muhalefet partisinden yani CHP’den bahsetmek gerekiyor. Benim görebildiğim Kürt sorununun çözümü konusunda daha aktif, daha çok sorumluluk almak isteyen bir yönetim anlayışı var.
Bir önceki genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu döneminde bu konuya daha yapıcı bakan anlayış yeni genel başkan Özgür Özel ile bir kademe daha yükselmiş gözüküyor. Özel’in; Bahçeli’nin açıklamasından sonra kurduğu ‘bütün Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum’ cümlesi önemliydi.
Yine ‘Türkler ve Kürtler bu ülkede yaşayan herkes, dedelerimiz hep beraber bir işgali sona erdirmiş, genç bir cumhuriyet kurmuşlardı’ diye başladığı cümleyi ‘ilk yüzyılda yapamadıklarımız varsa hatalarımız, eksiklerimiz hep birlikte arayacağız’ diye bitiriyordu.
Bu cümlelerde bir yandan da kurucu parti liderinin ‘hala Kürtlerin eşit vatandaş olamadıkları, kuruluştan itibaren yapılan hatalar-eksikler’ tespitlerini bir başka deyişle itiraflarını görmek gerekiyor. Edirne’de Selahattin Demirtaş’a giderek kendi deyimiyle ‘çalışma ziyareti yapması da’ ardından her ne kadar TUSAŞ saldırısı sonrası yarım kalsa da Diyarbakır’dan başlayan Güneydoğu-Doğu Anadolu turu adımı da önemliydi. Kayyım atamasının yapıldığı gün Mardin’e giderek gösterdiği dayanışma Ahmet Türk ile düzenlediği miting kayda değer. Tabii bir yandan Mardin, Batman, Halfeti’ye kayyım getirilmeden önce Esenyurt’ta CHP’li belediye başkanı Ahmet Özer’in tutuklanması ve yerine kayyım atanması durumu yaşandı. Türkiye’nin nüfus itibariyle en büyük ilçesinde yaşanan durum kayyım siyasetinin İstanbul ve CHP’ye doğru kaydığını da gösterdi. CHP’nin burada yaptığı mitingte DEM parti eş başkanı Tülay Hatimoğulları’nın CHP otobüsünden konuşması önemliydi. İktidarın kriminalleştirmeye çalıştığı parti ile demokrasi noktasında bir arada duruldu.
Elbette buradaki adayın ‘Kent Uzlaşısı’ tanımı içinde seçilmiş olması önemliydi ama yine de verilen fotoğraf dikkate değer. CHP’nin güçlü isimlerinden, cumhurbaşkanı adayları arasında ismi öne çıkan Ekrem İmamoğlu da bir süredir iktidara karşı giderek el yükseltiyor. Bunu yaparken bir yandan kendine siyasi yasak getirmek istenmesine karşı çıkarken öte yandan söz söylediği alanı genişletiyor. İmamoğlu’nun 29 Ekim törenlerinde başlattığı, ilerleyen günlerde devam ettirdiği son olarak Brandweek’te yaptığı konuşmayla altını çizdiği en önemli konulardan biri demokrasi-kayyım atamaları.
Şöyle konuştu: Başta haksız hukuksuz kayyım atamaları olmak üzere ülkemizde uygulanan demokrasi karşıtı vesayetçi tutumlara karşı sesimi yükseltmeyi önemsiyorum. Bir ülkede demokrasi iktidarların keyfine bırakılamaz. CHP içinde diğer önemli figür Mansur Yavaş da diğer iki isim kadar olmasa da özellikle kayyım atanması noktasında partisinden çok farklılaşmadı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kayyım atamaları ve soruşturmalar konusunda yargı mensuplarını tebrik etmesi, iktidara yakın gazetecilerin yeni kayyım süreçlerinin yaşanabileceğine dair haberleri önümüzdeki dönem siyasetin sıcak gündemini de oluşturacak gibi geliyor bana.
Bu noktada CHP’nin demokrasi-Kürt sorununu aynı çizgide gören ancak iktidarın adımlarının-sözlerinin gerisinde kalmayan daha geniş kapsamlı-bütünlüklü bir projeyi-sözü kamuoyu önüne getirmesi gerekiyor. Bir yandan CHP’den bu konuda daha cesur cümleler duyuluyor ama öte yandan kamuoyu önüne net olarak konulmuş bir yol haritası bulunmuyor.
Bahçeli’nin DEM Parti ve CHP’ye yönelik eleştirilerinin Kürt sorunundaki siyasi dengelere nasıl bir etkisi olur? Bu tür eleştiriler, çözüm sürecini daha da zorlaştırabilir mi yoksa yeni diyalog alanları açabilir mi?
MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin yaptığı konuşmalarda hitap ettiği ve ayrı tuttuğu figürler var. Mesela Öcalan’a sesleniyor, Demirtaş’ı dışında bırakıyor. ‘Ne Kandil ne Edirne, adres İmralı’dan DEM’e uzansın’ cümlesini 22 Ekim’deki grup toplantısında sarf etti.
Son konuşmasında da DEM Parti’ye ‘silahla siyaset arasındaki gelgitli tutum-terörle arasına duvar örme-57 Öcalan gölgesi’ tanımlarını getirdi. Burada bir yandan çizilen hattın, çözüm diye tarif edilenin ‘silah bırakma çağrısı ile yetinilmek isteniyor’ olarak anlaşılması da mümkün. Ancak Bahçeli’nin kayyım konusunda sarfettiği ‘geçici hal’ tanımı sanki iktidardan bu konuda farklılaştığını da gösteriyor.
Sadece çözümde beklentiyi asgari de tutmak ya da devletin güvenlikçi politikalarının devamlılığını sağlamak olarak okumak eksik kalabilir. İktidar bloğu içinde bir tartışma alanı olduğu gözüküyor. DEM Parti’nin uzun süredir iktidar ortakları tarafından hedef gösterildiği biliniyor.
Seçim sonuçlarına bakıldığında Kürtlerin birinci partisinin DEM Parti olduğu da ortada. Bir yandan en çok oy alan partiyi hedefte tutarak çözümün nasıl mümkün olabileceği de sorgulanmalı.
Bahçeli ‘Kürtler kardeşimizdir, milletimizin eşit ve onurlu mensuplarıdır’ cümlesini kullanırken, onların en çok oy verdiği partiyi farklı bir noktada tutarak aslında bir diyalog yolunu da kesmiş oluyor.
Olası bir süreçte barış, birlikte yaşam, demokrasi için söz söyleyecek herkesin ötekileştirilmeden, özgürce sözünü söylemesinin önü açılmalıdır. Ancak o zaman çözüm arayışı daha anlamlı hale gelir. Demokrasinin, söz söyleme özgürlüğünün, hukuk ve anayasa önünde tam eşitliğin sağlandığı şartlarda zor konular çözülebilir.
Tuğçe Erçetin hakkında
İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde doktor öğretim üyesi olarak görev yapıyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına, Essex Üniversitesi’nden siyaset bilimi yüksek lisans derecesine ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden uluslararası ilişkiler yüksek lisans derecesine sahip.
Kutuplaşma, göç, popülizm, ötekileştirme, sivil toplum ve gönüllülük, bilgi düzensizliği konularını ele alan araştırma projelerinde yer aldı.
Araştırma alanları arasında popülizm, kimlik, milliyetçilik, ötekileştirme, siyasal iletişim, siyasal psikoloji yer alıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde REFLEKTİF Sosyal Bilimler Dergisi’nin yardımcı editörlüğünü üstleniyor.
Democratization, Southeast European and Black Sea Studies, Turkish Studies ve Philosophy & Social Criticism gibi dergilerde ve ulusal – uluslararası kitap bölümlerinde yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır. Farklı TÜBİTAK, Erasmus ve Ufuk Avrupa projelerinde yer alıyor.
(EMK)