Hayatımıza yeni bir kavram girdi, nasıl okuyacağımız hakkında bile mutabakat sağlayamadığımız yeni bir siyaset biçimi: Tape Siyaseti.
Adeta düşme hattındaki takımımızın maçlarını takip eder gibi; sezon finaline yaklaşan en sevdiğimiz dizide neler olacağını merak eder gibi her gün yeni bir kayıt dinliyoruz.
Bazı bölümler çok sıkıcı geliyor, daha heyecanlı bir şeyler gelsin istiyoruz.
Oyuncuları yakından tanıyoruz, senaryo da belli ki doğaçlama ancak yönetmenin kim olduğu konusu bir söylentiden öteye geçmiyor aylardır.
17 Aralık’ta başladı her şey. Erdoğan’ın yolsuzluk yapmış olma ihtimali üzerinden konuşurken kuzenimin sorduğu bir soruyu hatırlıyorum. “Fethullah Gülen dürüst mü sence?” Aslında sıkıntı hepimiz için bu noktada başladı. Bu ses kayıtlarını dinleyen, sinirlenen, tepki gösteren herkes farkında ki dershane savaşı başlamasaydı bunlar asla ortaya dökülmeyecekti. AKP taraftarı/sempatizanı kişilerin tutunduğu en önemli sav da bu oldu aylardır, ancak bu noktada gözden kaçmamalıdır ki bu kayıtların ortaya sürülmesi Gülen’e yeni taraftar kazandırmadı. Ben kuzenime “Evet, Fethullah Gülen ülkeyi kurtardı. Dürüstlüğünü kanıtladı” demedim. Bu ses kayıtları zamanı geldiğinde kullanılmak üzere toplandı ve zamanı geldiğinde kullanıldı. Sosyal medyada takip ettiğim kadarıyla hiç kimse burada ulvi bir cesaret ya da değer tespit etmedi.
Hükümet yanlısı isimler ise etik kaygılar, ahlaki sorular ile çıktı ortaya. Bir Başbakan’ın dinlenmesi elbette önemli idi, devlet içinde paralel bir yapılanma olması elbette tartışılmalıydı. Belki usul konusunda bir tartışmaya da girilebilirdi, girilmeliydi. Peki, bu tartışmaya neden girilmedi, bu kayıtları dinlerken neden etik bir kaygı duymadık?
Öncelikle hepimiz biliyorduk ki bu “paralel yapılanma” bizzat AKP hükümetinin bir eseriydi. Üstelik bu ‘hissi kablel vuku’ yöntemiyle speküle ettiğimiz bir bilgi de değildi. Dershane tartışmaları sırasında Erdoğan St Petersburg’tan seslenmişti:
“Cemaat bana ne getirdi de ben geri gönderdim?’
Cemaatin ileri gelenleri -artık her kimse onlar- neler istemiş olabilirlerdi, hepimiz biliyorduk. Dolayısıyla hükümetin veryansın ettiği yapılanma, bizzat Başbakan’ın açıklamasıyla bu hükümetin ürünüydü. Bir başka deyişle hükümet ne olduğunu bilmediğimiz birtakım sebeplerden ötürü cemaatin ileri gelenlerini reddetmemişti ve bu alışveriş beklenmedik sonuçlar doğurmuştu. Kişisel fikrim, bireyler ya da bu bireylerin oluşturduğu gruplar bir karar doğrultusunda hareket ettiyse, sonucunda yaşanan her şeyin sorumluluğu almaları gerekliliğidir. Dolayısıyla, hükümet olarak kendi elleriyle oluşturdukları paralel devletin aksiyonlarına ‘darbe’ adını da koysalar, ‘ihanet’ de deseler; bu yapılanmaya çanağı da temin edip bir de tutarken düşünmeleri gereken bir konu idi. Bu konudan bir mağduriyet çıkarmak, ancak bir ustanın marifeti olabilirdi ve çıkarıldı da. Ancak, bu sahte mağduriyet bu konuyu tartışmıyor sorgulamaya yetmedi.
İkinci sebep ise yukarıda değindiğim ‘sorumluluk’ meselesi idi. Bu kayıtların bir kısmı pişkince kabul edilip, delikanlılık kisvesinde savunulmasaydı ve bir özeleştiri, samimi bir özür ile çıkılsaydı toplumun karşına; tartışmalar bir adım öteye taşınırdı belki. 17 Aralık operasyonuyla tutuklanan sanıkların tamamı tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilerek toplum vicdanı zedelenmeseydi, tartışılırdı belki. Ancak tartışmaların tarafı olan Başbakan medyaya uyguladığı sansürü, yargıya müdahalesini ve hatta ihaleye fesat karıştırmasını ‘itiraf’ ya da ‘özür’ diliyle değil de ‘Yaptımsa yaptım ne olacak?’ minvalinde sözlerle kabul ettiğinde, tahliyeleri ‘Adalet yerini buldu’ sözüyle konuya taraf olarak değerlendirdiğinde; birey olarak benim de bu kayıtlar ile alakalı etik tartışmaya girme motivasyonum ortadan kalkmış oldu.
Son olarak ise içeriklerin toplumumuzda yarattığı şok dalgası ve toplumun her kesimini ilgilendiren konular olması bu etik tartışmaya girmemize engel oldu. Öğrendiğimiz şeyler o denli şaşırtıcıydı ki; kaynağının ne olduğundan evvel bu içeriğe dair bir tartışmaya girdik. Haksız da sayılmazdık zira her yeni kayıtta toplumun tamamını ilgilendiren konuların nasıl da güzel ‘halledildiğini’, varlığından haberdar olduğumuz medya sansürünün adımlarını ve ‘gemicik’ tartışmalarından öteye gitmeyen yolsuzlukların boyutunu öğrendik.
Her yeni kayıtta o konuya dair bir şeyler karalamak istedim, ancak gelişmeler o kadar hızlı ve o kadar şok ediciydi ki bir konuyu tam tartışamadan diğerine şaşırmakla beni epey meşgul etti. Öncelikle varlığından haberdar olduğumuz sansürün yapılış şeklini oldukça naif tahayyül ettiğimi fark ettim. Başbakan’ın danışmanları değildi arayan başbakanın bizzat kendisiydi. Üstü kapalı olarak iletilmiyordu talepler, oldukça direkt olarak altyazıya kadar iletiliyordu. Medya bir noktadan sonra ‘otosansür’ uygulamıyordu, Başbakan her nokta, her detay kendi doğrularına uygun olana kadar kriptolu telefonunu elinden bırakmıyordu. Tabi, bu süreçte öğrendik ki ‘Telefonum çaldı, arayan başbakandı.’ sözü Ertuğrul Özkök’ün anlattığı gibi havalı bir şey değildi. Başbakan azarlıyor, sinirleniyordu. Bu kayıt inkar edilmedi, bilhassa Erdoğan tarafından doğrulandı.
Öğrendim ki, ‘3-5 kuruş’ her evde aynı paraya tekabül etmiyordu. Muammer Güler ve Barış Güler arasında geçtiği iddia edilen kayıtta 3-5 kuruş 1 trilyon kadar ediyordu. (ES/HK)
Bu kayıt Muammer Güler tarafından inkar edildi, ancak inkar ederken, oğlu ile yetkililerin izni ile görüştüğünü ve soruşturmanın başsavcısını aradığını açıkladı. Halbuki Bülent Arınç şöyle veryansın etmişti operasyonun ertesi günü: ‘Bir içişleri bakanının, oğlunun gözaltına alındığını basından duyması kadar acı bir şey olabilir mi?’
Benzer bir şekilde, Başbakan ve Bilal Erdoğan arasında geçtiği iddia edilen kayıtta yeni bir kavram daha girdi hayatımıza: paraları sıfırlamak. Her şeyden önce kimileri için ayın ilk on gününde gerçekleşen bu eylem, kimileri için epey zormuş.
Ne ilginçtir ki, bu kayıt alel acele başbakanlık tarafından yalanlandı. Kayıttan bahsetmeyen ana akım medya, yalanlamayı ‘Son Dakika’ olarak vererek oldukça enteresan bir habercilik örneğine imzasını attı. Ek olarak AKP yanlısı olduğu bilinen gazetelerce verilen uzman görüşleri, bizzat bu uzmanlar tarafından kişisel ve kurumsal olarak yayınlandı. Tabi ki uzmanların haberlerine yer verildi, ancak yalanlamalar kayda değer bir yer bulamadı. Toplumu bu denli yaralayan bir kayıt ile ilgili olarak ise ‘montaj’ dendi, ‘dublaj’ dendi ancak bunu kanıtlayacak somut bir delil de sunulmadı, bu kaydı suç duyurusu olarak sayan bir savcı da çıkmadı.
Savcılar nasıl çıksındı ki zaten, her an fişlenme ihtimalleri var ülkemizde. Bu da yine bir başka kayıtta karşımıza çıktı ki şahsi fikrim en ilginçlerden biri bu kayıt: Sadullah Ergin ve Başbakan arasında geçtiği iddia edilen ses kaydı. Sadullah Ergin ‘GDO’lu’ diyerek inkar etti, başbakan ‘Bundan daha doğal ne olabilir?’ diyerek kabul etti. Fakat bu yazının yazıldığı saatlerde Sadullah Ergin CNN Turk ekranlarında her gün Alevi dediğini söyleyerek ses kaydını kabul ederken, başbakan ATV ekranlarında kısmen kabul, kısmen reddetti. İlginçtir ki, Başbakan’ın reddettiği ve montaj olduğunu iddia ettiği kısım ‘Alevi’ sözcüğü iken, Ergin’in aynı saatlerde kabul ettiği ve normalliği savunduğu kısım da tam bu kısım oldu. Sanırım yalan söylenecek çok fazla konu olunca, oturup konuşmaya vakit kalmıyor. Bir türlü anlaşamadılar zira kayıt montaj mı değil mi konusunda. Aynı gün yayınlanan ihaleye müdahale ses kaydı da bizzat başbakan tarafından doğrulandı, o konuda henüz bir değişme yok.
En son kayıtta ise ‘Çözüm Süreci’ ana konu idi. Öngörüm bu kaydın da kabul edileceği ve başbakanın çözüm süreci adına aldığı büyük risklerin, çözüm sürecini ne kadar önemsediğinin vurgulanacağı yönünde.
Erdoğan siyasi, duygusal ya da samimi gerekçelerle çözüm sürecinin sekteye uğramamasını istiyor olabilir. Bu tartışılabilir de. Ancak bu noktada Demirören’in motivasyonu çözüm sürecinin etkilenmemesi mi yoksa başbakanın memnuniyetsizliği miydi? Sanırım yanıtı hepimiz biliyoruz. Başbakanın çözüm sürecine bu denli ‘hassasiyet’ göstermesi takdirimizi de kazanabilirdi, eğer "Alo Fatih" kayıtlarında keyfine uymayan her şeyi kilometreler ötesinden adeta bir maestro gibi yönettiğini bilmeseydik. Evet, olaya bu açıdan da bakabilirdik eğer 31 Mayıs’ta etrafımızda on binlerle bağırdığımız sırada ailelerimizle konuşurken "Sadece Halk TV gösteriyor, diğerlerinde bir şey yok.’ denmeseydi.
Sonuç olarak evet bunun kirli bir savaş olduğunun hepimiz farkındayız. Burada ‘iyi’ taraf olmadığının, kötüler ve gerçek kötüler arasında bir dövüş yapıldığının da farkındayız. İdeal bir dünyada yaşamayı hepimiz isterdik, ancak bu noktada kayıtların kaynağını tartışmak tam bir lüks çünkü yaşadığımız ülkenin gerçeklerini ilk defa tahmin ve spekülasyondan öte bir biçimde görüyoruz, işitiyoruz.
Her yeni kayıtta hükümet içerisinde yaşanan tutarsızlıkları görme fırsatı yakalıyoruz. Üstüne üstlük bu yeni öğrendiğimiz yöntemler birinci ağızdan doğrulanıyor ve savunuluyor. Yolsuzluk haricinde yargıya müdahale, basına sansür, ihalelere karışma adeta ‘devletin bekası’ mantığıyla savunulmak suretiyle toplumun gözünde normalleşiyor. Bu normalleşme ise karşımızdaki en büyük tehlike gibi gözüküyor.
Erdoğan basına sansürde çözüm sürecine olan hassasiyeti ile ihalelerde devletin kazanacağı parayı düşünüyor olması ile, yargıya müdahalesinde ise paralellere karşı aldığı önlem ile kendini savunuyor ve bu argümanlarla yüceltiliyor. Her tartışmada sandığı işaret etmesiyle beraber akıllardaki en önemli soru ise bu argümanların ona puan kazandırıp kazandırmadığı.
Genel seçim havasında süren yerel seçim kampanyaları ise bu noktada daha da önem kazanıyor. Dizi final mi yapacak yoksa yeni sezon için imzalar mı atılacak bu sorunun yanıtını 30 Mart gecesi alacağız. Aslına bakarsanız umudumuz bu sorunun yanıtını ‘vermek’ten yana. Adet yerini bulsun diye: Bizi izlemeye devam edin! (ES/HK)