Hükümetin çeşitli araçlarla, neredeyse başladığı gün fiilen durdurduğu 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla birlikte Türkiye hâkim siyasetinde yeni bir evreye girildi. Sadece örgütlenmiş rezalet mekanizmasının pisliklerini değil, epeydir en azından sezilebilen AKP-Cemaat çatışmasını da olduğu gibi orta yere seren süreç, aynı zamanda son raddede kör topal da olsa bir şekilde yürüyen "T.C. hukuku"nu tamamen âkim bırakmasıyla da anımsanacak.
İsim vermeden, yalnızca "hırsız var!" diyenin "Başbakan'a hakâretten" derdest edilebildiği yeni dönemde "hukuk"un "yeni devlet"in (AKP) arzu ettiği vakit eğip, keyfince bükebileceği salt bir araç olmaktan öte bir anlamı kalmamıştır. Özellikle '90'lardan bu yana farklı bahislerde bu devletle ilgili "Muz Cumhuriyeti" söylemi sık sık kullanılırdı fakat artık söz konusu benzetmenin, yaptım oldu rejiminin tarzında yerli yerine cuk oturduğu aşikâr.
Yayımlanan tapelerin "bilim"den sorumlu bakanca hissiyata göre yorumlandığı abuk günlerden geçiyoruz. İşin daha berbat yanı ise ilgili belgelerin TÜBİTAK'a ve sâire verilse dâhi hiç kimsenin "şüphe"lerinin teskin edilemeyecek olması. Öyle ya Bakan "kesinlikle montaj" yorumu yaptıktan sonra, onun memuru olan bilim insanları "kayıtlar hakikatten de gerçekmiş!" diyebilir mi? Ya da farz edin ki TÜBİTAK'a, bilmem nereye, yıldırım düştü, bir şey oldu da "montaj yok" dediler, bunu diyebilenler direkt "paralel yapı" ilân edilmeyecek mi? Cadı kazanına atılcak bu insanlara lobilerden lobi beğendirilmeyecek mi? Zaten baba oğul Erdoğanların kriptolu denilen tapesinden sonra TÜBİTAK'ta ivedilikle görevden almalar gerçekleştirildi.
İkiye yarılan politik Müslümanlar, destekledikleri erk kümesinin haklılığını kanıtlamak için hadislere, âyetlere sarılmak gibi çileden çıkartıcı işlere soyunadursunlar, açıkça görünen şudur; Türkiye'de tüm temel aygıtları bir çırpıda hiçleştirilen devlette muazzam bir kriz söz konusu. Artık bu devlette asgari bir "burjuva politik ciddiyeti" bile gözlemleyemiyoruz. Ortalama bir "demokratik ülke"deki hükümete dâir AKP üzerinde biriken kuşku ve yargıların binde biri gerçekleşse istifalar verilirken ya da misal İspanya'da kralın kızı yargılanırken; bizde seçilmişin oğluna "pardon, bir bakar mısınız?" diyebilmek dâhi mümkün görünmüyor.
Başbakan'ın savunmasını her zaman olduğu gibi küçümseyici garez, toplumsal kamplaştırma ve dizginlenemez bir saldırganlıkla bileylenmiş bir "mağduriyet edebiyatı" üzerinden şekillendirdiği mâlum. Dün Baykal'ın tamamen özel hayatını ilgilendiren meşhur kasetleri için "özel değil geneeel, geneeelll!" diye ünleyen Erdoğan, bugün hem o günkü tavrını 360 derece tersten pazarlıyor; hem de "devletin kriptolu telefonlarını bile dinlediller!", "Başbakan'ı dinleyemezsiniz!" diyerek -bir itirafa da binaen- absürd duruşunu toplum karşısında berkitiyor.
Hâlbuki ilgili dinlemelerin yasal/yasadışı olması bir yana, bu ülkede illâ birileri dinlenecekse -Selâm/Tevhit gibi saçma sapan bir sebepten binlerin Cemaat'çe dinlendiği iddia edildi, biliyorsunuz- o da devlet erkânı olsun tabii, dağ tepe ihâle kovalayan biz miyiz? Hele ki mevzubahis olan Başbakan gibi 75 milyonun kaderi icabında iki dudağının arasında olan biri ise, ortaya saçılanlar onun maç geyiği falan yaptığı kasetler olmadığına göre ifşa edilebilir ve bu da bizi doğrudan ilgilendirir.
Bugün, seçim atmosferine girdiğimiz şu bol depremli zaman diliminde sistem büyük bir krizin içinde debelenmektedir. İktidara geldiğinden bugüne "tek parti iktidarının istikrarı" mottosuyla destekçisi toplumu motive, hatta mobilize eden iktidar şimdi açıkça aslında bir koalisyonun ortağı olduğunu ilân ediyor. "Saftık, kandırıldık" diyenlerin halkın çoğunluğunu ikna edemediği de açık, her şeyi birlikte yapanlar, şimdi "iyi"leri kendilerine yontarken, "kötü"leri eski ortak Cemaat'e yamıyor. AKP bu taktik sayesinde aynı zamanda -Ergenekon benzeri davalar üzerinden bilhassa ulusalcıların bir kısmı olmak üzere- yeni siyasal ortaklar devşirmeye çabalıyor.
Egemen blokta bir kriz var dedik, bu salt bir yönetememe, siyaset krizi değil, aynı zamanda her geçen gün daha çok büyüyen bir ekonomik krizi de tetikliyor. Böylesi bir tıkanma, tükenme, itibarsızlaşma ve dar boğaz ikliminin halk yığınları nezdindeki karşılığı da bir devrimci durum oluyor. Ne var ki Türkiye'de ne halkın geniş kesimlerinde böylesi bir yıkıcı güdü ve enerji vâki; ne de halkı sokağa dökecek olası öfke kıvılcımlarını devrime doğru kanalize edebilecek kudretli bir organizasyon mevcut -bunu Gezi'de gördük-.
Oysa bu memlekette halkın, işçilerin, işsizlerin, memurların, ezilen yığınların devletle karşı karşıya gelmeleri için onlara gereken kesinlikle üç beş tape değil, zira rejimin gerçekleri bu tapelerle dökülenlerden çok daha açık ve bunlardan daha fazlası.
Sistemin karakteri yolsuzluktur. Düzen öncelik sâhibi olarak "yeşil" olmak üzere tüm sermayenin korunduğu, halkın soyulduğu bir mekanizma. Bu talan çarkının ana dişlisiyse zengin ve yoksuldan aynı oranda alınan ve tüm vergilerde % 70'lik paya sâhip olan dolaysız vergiler. Ve T.C.'nin toplumu bütünüyle saran yerleşik adaletsizlik sarmalına rengini katan da ana olarak bu vergi gerçekliğidir.
Çoğu açlık sınırının altında yaşayan yoksulların Erdoğan aşkları devam ededursun, bu ülkede, iş bulamamış, bulsa da 1000 lira maaş alan, sıradan bir üniversite mezununun bırakın öğrenim kredisi borçlarının affedilmesi, ertelenmesi bile söz konusu olamazken; kutsal devlet, sermayeye hem muazzam maddi destek sunuyor; hem de ona 24 milyar TL'ye varan vergi muafiyeti hakkı tanıyor. Ayrıca düzen, hababam gerçekleştirilen vergi aflarıyla burjuvazinin her işinde elini güçlendiriyor.
İnsan söylemeden edemiyor; yahu gariban biz miyiz; yoksa bu kalantorlar mı?!
Yolsuzluk bu sisteme mündemiçtir, adaletsizlik ise bu sistem katarının üzerinde yol aldığı özenle döşenmiş raylar. AKP başa geldiği günden bu yana Kamu İhale Yasası'nda tam 164 müdahale gerçekleştirilmişse eğer ve yeni erkin tüm gücünü ve güç=rant ilişkilerini de bu ihaleleler üstünden şekillendirdiği, üstelik bu ihalelerin çoğu üzerine de bir denetlenemezlik zırhı geçirilmişse biz hakikatten yolsuzluk gerçekliğini daha henüz mü fark ediyoruz?
AKP destekçisi geniş kamuoyu bir kenara dursun, -seçime daha bir ay var fakat AKP'nin şu durumda bile yüzde 32-35'ten az oy alacağını düşünmüyorum. Az mı?! Bu ülkede 'yoz' olanın salt devlet olmadığını kabul etmek gerek- her kesimden muhalefet herhâlde yolsuzluk rüşvet ağının keşfini Cemaat'e borçlu olmadığının farkında olmalı. Keza bu genel farkındalık sebebiyledir ki yolsuzluk ve rüşvet operasyonun muhatapları bu kadar pişkin ve yavuz, onların taraftarları da hâlâ bu denli coşkunlar. Kaldı ki, AKP tabanı da talanın farkındaydı/farkındadır, fakat AKP söz konusu düzenek sâyesinde onlara da küçük ekmek kapıları sunmakta -gıda, kömür vs. dağıtma çerçeveli sadaka düzeni, belediye gibi alanlarda istihdam...-
Harcamaları Sayıştay tarafından dâhi artık büyük ölçüde denetlenemeyen bir hükümetin var olduğu -denetlenemez devlet kurumu sayısı 6'dan 60'a yükseltildi- bu ülkede bizim meselemiz yok şu tape ortaya çıktı, yok Cemaat şöyle atağa geçti, hükümet böyle bastırdı, şu kadar hâkim, savcı, polis görevden alındı gibi tali meselelere odaklanmak olamaz.
Topunun köküne kibrit suyu!
Açık ki, bu müzmin karayazıdan akla çıkabilmek için, bize sandığın çâre olarak sunulması ancak trajikomik bir durum olabilir. Politik cambazların tecrübelerini konuşturduğu bir sahada küçük bazı kazanımlar dışında halk için umut olabilecek bir şeyler, zayıf olanın lehine olan büyük zaferler umabilmek acı. Ve bu acı durum, solun bir kısmının ciddi ciddi erken seçim çağrıları yapmalarında kendini dipdiri bir biçimde gösteriyor.
Hâlbuki bu krizin tek devâsı, kendini, yüzümüzü sokağa dönüp, Gezi'de bize müştereken düşmanlık edenlere ve örgütlenmiş cehâlete karşı mücadele vermekte gizliyor .
Bu dönüş için de, niyeti ders çıkarma olan "Gezi okumaları" yapabilmek kâfi olsa gerek. (İGY/HK)