7 Haziran 2015 tarihi ülke olarak nefeslerimizi tutarak beklediğimiz ve siyasete yeni ısınan gezici çapulcuların yakından takip ettiği ilk seçim olarak çoktan tarihteki yerini aldı bile. Gelmez sandığımız haziran geldi, aşılmaz sanılan barajlar aşıldı, 15 yaş ve altı genç/çocukların ilk defa karşılaştığı bir ihtimal karşımıza çıktı: Koalisyon.
Bu yazıda 2015 Genel Seçimleri’ni öncelikle bu sonucun tohumlarının atıldığı Gezi Parkı, muhalefet seçmenlerinin hezimeti ile sonuçlanan yerel seçim ve cumhurbaşkanlığı oylaması, ardından seçim kampanyaları, son olarak ise seçim sonuçlarını parti bazında değerlendirerek parti karnelerini ortaya koymaya çalışacağım.
Değişim ne zaman başladı: Gezi Parkı
Elbette herkesin tahmin edebileceği gibi benim de bu soruya yanıtım net ve tek: Gezi Parkı. Gezi’deki birlikteliğin şu anda meclise gönderilen milletvekilleri ile benzerliği çokça konuşuldu. Burada farklı bir sorunun yanıtını vermeye çalışacağım: Gezi’nin etkisi neden 2 yıl sonra görüldü? 2013 Haziran’ından sonra öncelikle 31 Mart Yerel Seçimleri ardından da 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı Seçimleri yapıldı. Hepimiz Gezi ve 17/25 Aralık ardından gelen bu iki seçimde bir değişim olmasını bekledik. En basit haliyle diyebilirim ki; ne yerel seçimler ne de cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan sonuçlar bu beklentileri karşılamadı.
Elbette bu konuda, seçmenin oy yöneliminde yaşanan değişimi anlamaya yönelik kapsamlı araştırmalar yapıldı ve yapılmaya devam edecek. Bu araştırmalar yapılırken gözden kaçırılmaması gerektiğini düşündüğüm en önemli konu ise bu üç seçimin farklı dinamikleri. Şahsi görüşüm değişimi bu iki oylama gözlemlemeyişimizin sebeplerinden biri de önceki iki seçim ile genel seçim dinamiklerinin farklılığı.
31 Mart Yerel Seçimleri’ni ele alarak başlarsak, öncelikle yerel seçimlerde partiye değil adaya odaklanarak oy tercihi yapılıyor. Özellikle ilçelerde sevilen bir isim hangi partiden aday olduğunda, ilçe partiye değil o kişiye emanet ediliyor. İkinci olarak ise, genel kanı iktidarda olan partinin adayı seçildiği taktirde bölgeye yapılacak yatırım, getirilecek hizmetlerin artacağı yönünde. Bu öngörünün çoğunlukla yanlış çıkmadığını da belirtmek gerek.
Cumhurbaşkanlığı oylaması ise galibin önceden belli olduğu bir seçimdi ve başarının tanımı “2. Tur” olarak görülüyordu. Çatı aday olarak seçilen Ekmeleddin İhsanoğlu tatilci CHP seçmenini sandığa götürmeye yetmedi, seçmende heyecan yaratmadı, son olarak anketlerdeki sapmalar moralleri bozdu ve 2. Tur olmadan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı tescillenmiş oldu. Bugün baktığımızda ise, o günlerde sembolik görülen Selahattin Demirtaş’ın adaylığı ise ülkenin batısının Demirtaş’ın kendisiyle ve HDP’nin söylemleri ile tanışması açısından kritik ve bir o kadar da stratejik bir adım oldu.
Seçim atmosferi: Kampanyaların yansımaları
2015 seçimlerine giden yolda, kampanya döneminde en dikkat çekici bulduğum üç ana nokta oldu: İlki Türkiye’deki muhalefetin alışık olmadığımız tutumu, ikincisi korku ve umut siyasetinin el değiştirmesi ve son olarak AKP ve Erdoğan’ın proaktif konumlarını kaybedişleri.
Kampanya sürecinin ilk dikkat çekici yanı muhalefet partilerinin birbirleriyle didişmek yerine eleştirilerini iktidara yöneltmeleri oldu. Esasında 13 yıldır aynı parti tarafından yönetilen bir ülkede yaşadığımız göz önünde olduğunda tersi şaşırtıcı olmalıydı ancak kimlik politikalarının ekseninden çıkamayan muhalefet partileri bugüne kadar bunu başaramadılar. Bu seçimlerde bir şeyler değişti. İdeolojik olarak iki ayrı uçta duran HDP – MHP dahi bu siyaseti izleyerek miting alanlarında birbirlerinden bahsetmediler. MHP’nin ‘Terörist, PKK, Kandil, Öcalan’ ekseninden çıkarılan söylemleri, ideolojik duruşu ve tabanı göz önüne alındığında, oldukça ılımlı idi. Benzer şekilde Kemal Kılıçdaroğlu ise açıkça “HDP’nin barajı aşmasını isteriz” dedi ve tüm partiler eleştiri oklarını AKP’ye yönelttiler.
Son 10 yılda yerel seçim ya da genel seçimlerde muhalefetin birbirini eritmesine alışkın insanlar olarak yadırgadık, şaşırdık. Ahmet Davutoğlu da ilginç bir durum olduğunu düşünmüş olsa gerek ki "Onların derdi AK Parti'yi zayıflatmak" şeklindeki gözlemini miting meydanlarında halkla paylaştı. Evet, bu seçimlere dair gerçekten de önemli bir gözlemdi: İlk defa muhalefet partilerinin derdi anlamsız bir şekilde birbirlerini zayıflatmak değil, iktidarı zayıflatmak idi.
İkinci önemli nokta ise AKP’nin önceki üç iktidarı kazanırken sürdürdüğü umut siyasetini muhalefetin de baskısıyla bırakarak korku siyaseti yürütmeye başlaması oldu. Seçimlere “400 milletvekili” hedefi ile başlayan AKP öncelikle hedefini anayasa değişikliğini değiştirecek yeter sayısı olan “335 milletvekili”ne düşürdü ve son düzlüğe girildiğinde kampanyanın ibresi “koalisyon dönemi hafızasını canlandırma” olarak güncellendi. Yani hedef 276 milletvekili ile tek başına iktidar olarak değiştirildi. Bugüne kadar birlik, beraberlik hissi veren “Aynı yoldan geçmişiz biz, aynı sudan içmişiz biz” gibi şarkılarla umut siyaseti le halktan oy toplayan AKP 4. Döneminde ilk defa korku siyasetinin şemsiyesi altında korunmaya başladı. Seçmen paralel devlet ile korkutuldu, koalisyon ile korkutuldu, ‘Asgari ücret artarsa işsiz kalırsınız.’ iddiasıyla korkutuldu.
AKP çatışma diliyle korku siyasetini sürdürürken, CHP protestoyu dahi pozitif bir eylem olan ‘alkış’ ile özdeşleştirmeyi ve HDP ise “Biz’ler HDP Biz’ler Meclise” diyerek kötü ihtimaller ile korkutmak yerine umut vermeyi seçti. HDP seçim mitingleri süresince kardeşlik, barış, Türkiyelileşme vurgularıyla oy isterken, CHP ‘Yaşanacak Bir Türkiye’ vaadini beyinlere kazıdı. AKP ise mitingler boyunca bazen muhalefeti paralel ile işbirliği ile suçladı, Kandil vurgusu ile kutuplaşmayı körükledi ve son düzlükte ise TV programları ile ülkenin 90’lardan kalma “koalisyon” hafızasını canlandırma yoluna gitti. AKP senelerdir sürdürdüğü umut siyasetini HDP ve CHP’ye devrederken, kendisi korku siyaseti ile adeta havuz medyasının kanallarında koalisyon dönemlerine dair arşivler açıldı “Olabilecek en iyi nokta biziz, bakın ne günler yaşandı” konulu videolar ile kötünün iyisi olduğunu iddia eden bir kampanya yürüttü.
Son olarak, yukarıda ele aldığım iki noktanın da bir bakıma doğal sonucu olarak seçim süresince AKP ve Erdoğan proaktif olarak gündem belirleyen olma konumunu yitirdi, ve reaktif olarak iddialara yanıt vermeye başladı. Burada verilebilecek en net örnek Kemal Kılıçdaroğlu’nun asgari ücret vaadi ile çıkan ‘Kaynak Nerede?’ sorusu oldu. Kılıçdaroğlu “asgari ücret” vaadini ilk dile getiren lider olarak bir bakıma seçimin ana ekseni olan “Kaynak Nerede?” sorusunu sorduran isim olurken, Demirtaş çağa uygun esprileri ve eğlenceli kişiliği ile ön plana çıkarak gençlerin ilgi odağı oldu.
Seçim atmosferi CHP ve HDP kampanyalarının neşesi ile oldukça umut verici bir süreç yaşamamızı sağladı. AKP seçim kampanyalarında yeni ider Davutoğlu ile onun tarzı bir seçim kampanyası yürütmek yerine, Davutoğlu’ndan yeni bir Erdoğan yaratma yoluna girdi ve inandırıcılıktan uzak bir tablo çizdi. Erdoğan ve Davutoğlu kampanya süreci boyunca toplumu kutuplaştırma odaklı çatışma dili kullanırken, HDP ve CHP seçim atmosferini şenlendirecek kampanyalarla seçmene nefes aldırdı. Başarıyı ve başarısızlığı yalnızca Gezi Parkı ya da seçim atmosferi ile değerlendirmek mümkün değil, ancak 2015 seçimini anlamaya çalışırken bu noktalar da gözden kaçırılmamalı.
Seçim Karneleri: AKP – HDP - CHP
Zorlu seçim kampanyalarının sonucu 7 Haziran Pazar akşamı açıklandı. AKP 13 yıldır sürdürdüğü tek başına iktidarı HDP’nin yüzde13.1 gibi bir oy oranı ile barajı geçmesiyle kaybetti ve oy oranı yüzde40.92 olarak kaldı. CHP aldığı yüzde24.78 oy oranı ile 2011 seçimlerine göre 300.000 civarı seçmeni partisine çekmeyi başarırken MHP ise yüzde16.25 oy oranı alarak pastadaki payını 3 puan arttırmış oldu. Darbenin mirası seçim barajı sonucunda en az oy alanın en çok sevindiği seçimlerin sonucunu üç parti üzerinden aşağıda değerlendirdim. [1]
Adalet ve Kalkınma Partisi: 13 yıllık iktidarın sonu
Seçim sonuçlarının tek mutsuzu AKP oldu. 13 yıllık tek başına iktidarın son bulduğu, kurmayların dayak yemiş gibi balkona çıktığı bir ‘zafer’ konuşması izledik. Açıkçası, muhafazakar seçmenin yönelebileceği alternatif bir umut olsaydı, yalnızca seçim süresince yapılan hatalarla bile bu darbe çok daha büyük olabilirdi ancak yüzde40 oy almış bir partinin bu denli bir “başarısızlık” hissiyatına girmesinde ise tarafsız olması gereken cumhurbaşkanının yükselttiği çıtanın da etkisini göz ardı etmemek gerekiyor.
Öncesini bir yana bıraksak dahi, AKP yalnızca kampanya süresince art arda yaptığı hatalar sebebiyle dahi tabanından çok daha büyük bir darbe alabilirdi. Bu hataların ilki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Teşekkür Mitinglerini seçmeni olumsuz etkilediği bilgisi ile sonlandırmış gibi yaparak açılış adı altında il il gezmesi oldu. Sonuçlar açıklandığında görüldü ki Erdoğan’ın çeşitli açılışlara katıldığı 37 ilin 15’inde AKP, CHP ya da HDP’nin gerisinde kaldı. İlk istatistik ‘Zaten görece güçsüz olduğu şehirlere giderek oyunu arttırma stratejisi izlemiş olabilir.’ Denerek çürütülebilir ancak en çok düşüş yaşadığı 10 ilden 8’ine de Erdoğan’ın çarpıcı açıklamaları damga vurdu. Ekin Karaca’nın bu illerde Erdoğan’ın yaptığı çıkışları derlediği yazısı açıkça gösteriyor ki Erdoğan’ın miting performansları adeta zücaciye dükkanındaki bir fil kadar başarılı olmuş.
Önemli bulduğum ikinci nokta ise, seçim kampanyalarında Erdoğan’ın halktan koptuğunu adeta itiraf ettiği iki konu: Diyanet Başkanı’nın iade ettiği araç ve Erdoğan’ın adeta kamu vicdanı ile inatlaşırcasına tahsis ettiği bir diğer araç ve seçime iki gün kala Aksaray’ı hakkında anlattığı karafatma hikayesi. Bu iki konunun büyük oy kaybı yaşattığını iddia etmem mümkün değil. Ancak Erdoğan’ın Diyanet Başkanı’na tahsis edilen aracı lüks dahi bulmaması ve karafatma hikayesini adeta sarayı meşrulaştırmak için kullanmasının etkisinin, seçmende yarattığı kırgınlığın araştırılması gereken önemli bir alan olduğu düşüncesindeyim. Erdoğan’ın liderliğini etkili kılan en önemli özelliği halktan biri olması ve buna yaptığı vurgu oldu. Onu izleyen bir Rizeli genç de, Kasımpaşalı futbolcu da kendini görebildi. 17 - 25 Aralık’ı ‘Yiyorlar ama çalışıyorlar da...’ diyerek sindirmeye çalışan AKP seçmeni acaba bu iki tartışmayı da bir şekilde sindirmeyi başardı mı? Acaba hala Erdoğan’a baktıklarında kendilerinden bir parça görebiliyorlar mı?
Halkların Demokratik Partisi: Umudun başlangıcı
Kuşkusuz seçimlerin en başarılı partisi en az oyu almış olmasına rağmen HDP. AKP darbeyi, askeri vesayeti lanetlerken darbe anayasasının en yaratıcı ürünü olan yüzde10 barajı ile 12 senedir iktidarını güçlendirdi. Eğer AKP bu seçimlerden evvel barajı kaldırmış ya da düşürmüş olsaydı, muhtemeldir ki HDP bu denli agresif bir kampanya yürütmek zorunda kalmadan yüzde7-8 civarı bir oyla barajı geçecekti. AKP HDP’nin barajı geçemeyeceği öngörüsüyle hareket etti, baraja dokunmadı ve Türkiyelileşme iddiasını AKP karşıtlığı ile harmanlayan HDP Demirtaş’ın samimiyetini de arkasına alarak yüzde13.1 oy aldı.
Şüphesiz ki yalnızca matematiksel olarak düşündüğümüzde dahi HDP ve Demirtaş’ın yokluğunda bu genel seçimler şu anda yaşanan sarsıcı sonuçları ortaya çıkarmaya muktedir olmayacaktı. Tek başına bu barajın aşılabilmesi dahi devrim niteliğinde oldu ancak HDP’nin başarısını yalnızca rakamsal verilere sıkıştırmak haksızlık olacaktır. Burada yapılması gerekenin HDP’yi bu barajı aştıran etmenleri irdelemek olmalı. HDP öncelikle Gezi’den çıkardığı ders, kampanya süresince oy veren/verme ihtimali olan ve hatta asla vermeyecek olan kişilerin kaygılarına kulak vermesi ve ikinci olarak tüm kışkırtmalara karşı yürüttüğü sağduyulu siyaset ile seçimin parlayan yıldızı oldu.
Öncelikle HDP Gezi Parkı’nda ülke gençliğin verdiği barış, kardeşlik mesajını; huzur talebini en doğru şekilde anlayan parti oldu. Üstelik bunu parça parça değil, son derece bütüncül bir yaklaşımla uygulamaya aldı. Beyannamesinde yaptığı kadın, LGBTİ, işçi ve azınlık hakları vurguları; Türkiyelileşme hedefine paralel olarak seçilmiş milletvekili adayları ile seçmene umut vermeyi başardı. Selahattin Demirtaş’ın esprili ve sempatik üslubu ‘orantısız zeka’ tabiri ile anılan çapulcular tarafından elbette ki kucaklandı, ancak gözden kaçırmamalıyız ki temel değerler kabul görmeseydi bu üslup da yeterli olmazdı. Benzer şekilde seçmenin kaygılarına kulak veren HDP seçim kampanyasını olay yaratan “Seni Başkan Yaptırmayacağız” çıkışı ile başlattı ve açıkça potansiyel seçmenine ‘Seni duyuyorum, seni dinliyorum’ demiş oldu.
Seçim kampanyaları boyunca HDP’nin çalışmaları birçok saldırıya uğradı. Son olarak Diyarbakır mitingi bombalı saldırıya uğradı. Tüm bu saldırılara rağmen HDP sağduyulu siyaseti elden bırakmadı. Elbette çatışmacı dilin sandığa yansımasının olumsuz olacağı bilinciyle bu sağduyu siyaseti takip edilmiş olabilir. Burada ilgimi çeken HDP’nin tabanı üzerindeki etkisi oldu. HDP eğer oldukça radikal bir ortamda politize olmuş tabanını evlere göndermeye başarabildiyse, aynı taban bölgede acıyı, işkenceyi sembolize eden Türk bayrağı ile mitinglere katıldıysa; diyebiliriz ki HDP’nin Türkiyelileşme çağrısı taban tarafından kabul görmüş bir çağrıdır.[2]
Cumhuriyet Halk Partisi: Sofistike strateji
CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu da benim değerlendirmemde kesinlikle sınıfı geçenler tarafında. Kılıçdaroğlu’nun bildiğimiz nazik üslubu ile yönettiği seçim kampanyası öncelikle cumhurbaşkanlığı oylamasında gözlemlenen sağa yaklaşma eğiliminden uzaklaşılması, sosyal medyanın aktif ve gençlere uygun bir dille kullanılması ve en önemlisi sandalye kazanmaya değil, güç kazanmaya odaklı olması ile benim gözümde ‘başarılı’ oldu.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde çıkan ‘Çatı Aday’ Ekmeleddin İhsanoğlu, CHP tabanından destek görmedi, seçmen tatili bırakıp sandığa gitmeye gerek bile duymadı. Halbuki şu anda muhalefetin aldığı oylara baktığımızda görüyoruz ki, muhalefet iktidardan daha güçlü. Cumhurbaşkanlığı döneminde “çatı aday” formulü HDP ile denenmiş olsa ve MHP kendi adayıyla çıkarak Erdoğan’ın oy potansiyelini düşürse belki farklı bir sonuç çıkabilirdi. Tabi şu anda bu spekülasyondan öteye gitmeyecektir. Kılıçdaroğlu, bu hatadan çok hızlı döndü ve CHP ‘sağa çekmek’ yerine sosyal politikalara yönelen bir beyanname ile seçmen karşısına çıktı. Yazının başında da belirttiğim üzere asgari ücret çıkışı ile Kılıçdaroğlu, bunca yıllık muhalefet deneyiminde ilk defa gündem belirleyen taraf olma hazzını yaşadı. Özellikle HDP’nin yürüttüğü güçlü sol kampanya karşısında CHP sağa yaklaşan bir eğilim gösterseydi tahmin edilmesi güç hasarlar alabilirdi.
İkinci önemli nokta ise kampanya boyunca sosyal medyanın ve sosyal medya dilinin doğru ve yerinde kullanımı oldu. Henüz kampanya döneminin başında Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözlükte canlı olarak soruları yanıtlaması ile yaratılan heyecan ‘Milletçe Alkışlıyoruz’, ‘Oy Verin Gitsinler’, ‘Sandık Çok Güzel!’ gibi oldukça başarılı içeriklerle güçlendirildi. Ancak kampanyanın inandırıcılığını etkileyen önemli bir nokta ise partili isimlerin bu genç kampanyayı yansıtacak profiller olmaması oldu. Bir başka deyişle, Selahattin Demirtaş’ın kişiliği ile kampanya arasındaki uyumu CHP yakalayamadı.
Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde CHP seçim süresince HDP ile işbirliği yapmakla, seçim sonrasında ise HDP’nin başarısıyla kendi partisini başarılı saymakla suçlandı iktidar tarafından. Bu eleştiri-suçlama karışımı açıklamaları yapanlar sanırım Kemal Kılıçdaroğlu’nun Selahattin Demirtaş’ın sempatikliğine karşı koyamayarak bu yola girdiğini düşünüyorlar! Aksi durumda Kılıçdaroğlu’nun yürüttüğü stratejinin oldukça kritik ve başarılı olduğunu gözden kaçırmazlardı diye düşünüyorum.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun önünde iki yol vardı: Meclisteki sandalye sayısını arttırmak ya da muhalefet partisi olarak oransal gücünü arttırmak. Seçimlerden önce AKP milletvekillerinin sayısı 327 iken CHP milletvekillerinin sayısı 135 idi. Yeni mecliste ise AKP/CHP oranı CHP lehine değişti ve 259/131 Oldu. Bir ana muhalefet partisi iktidara karşı koyabildiği ölçüde güçlüdür ve başarısı da bu karşı koyma gücüyle ölçülmelidir. Dolayısıyla, Kemal Kılıçdaroğlu, HDP’ye saldırmayarak 5-10 sandalye peşinde koşmaktan çok daha sofistike bir strateji izledi. Hatta, gücü oranlarla değil, sandalye sayısı ile değerlendiren seçmenin çokluğu düşünüldüğünde Kemal Kılıçdaroğlu yalnızca sofistike değil aynı zamanda cesaretli de bir strateji izledi. (ES/HK)
[1] Seçim sonuçlarını değerlendirirken AKP, CHP ve HDP üzerinden ilerledim. MHP’yi değerlendirmeye al(a)mayışımın sebebi ise MHP’nin basitçe AKP’den gelecek tepki oylarını olabildiğince risksiz bir strateji ile beklediğini ve pastadan pay arttırmak için ekstra bir çabaya girmediğini düşünmem oldu.
[2] HDP’nin tüm seçim kampanyası boyunca eleştirdiğim tek konu Figen Yüksekdağ’ın geri planda kalması oldu. TV programları Selahattin Demirtaş ile program yapmayı seçmiş olabilir ancak gönül isterdi ki, İstanbul ve Diyarbakır Mitingleri’nde Figen Yüksekdağ Selahattin Demirtaş ile bilikte sahnede olsun.