Cemal Süreya, “Sizin hiç babanız öldü mü” diye sorar şiirinde ve devam eder: “Benim bir kere öldü, kör oldum”.
Son birkaç gündür Diyarbakır’da bir babayla, Mehmet Oran’la karşılaşıyorum ve onu her gördüğümde, Cemal Süreya’nın dizelerini, “Sizin hiç çocuğunuz öldü mü” diye okuyorum.
İki gün boyunca yağan kar dinmiş, pırıl pırıl bir güneş var Diyarbakır’da. Ama hava sıcak değil elbette, keskin bir soğuk var. Kar buz tutmuş, kayıp düşme tehlikesi geçirmeden yürümek mümkün değil.
Beklenen kar şehrin siluetini değiştirmiş, ama yüzüne konan ve bir daha asla gitmeyecekmiş gibi duran kedere dokunamamış sanki.
Caddelerde, sokak aralarında gülen insana rastlamak mümkün değil. İnsanların yüzlerinde nezaketen beliren gülümseme o derin, kaygılı, öfkeli kederi perdelemeye yetmiyor.
Parkta kartopu oynayan çocuklar var elbette ve onların neşesi, beklenmedik bir yerden kopmuş, savrulup gitmiş gibi görünen yaşama sevincinin yeniden boy vereceği umudunu hatırlatıyor şehre.
Böyle bir havada gidiyorum İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’ne.
İçimden, “Sizin hiç çocuğunuz öldü mü?/Benim bir kere öldü, kör oldum” dizelerini mırıldanarak. Çünkü Mehmet Oran, kendisiyle aynı acıyı yaşayan insanlarla, İhsan Seviktek ve Mithat Öğüt ile birlikte, Suriçi’nde öldürülen çocuklarının cenazelerini alamadıkları için açlık grevine başladı dün.
Sokaktaki cenazeye ulaşamamak
Mehmet Oran’ın oğlu 21 yaşındaki İsa Oran, bir aydır kuşatma altında olan Diyarbakır’ın Sur ilçesinde öldürüldü. 25 yaşındaki Mesut Seviktek ve üç gün önce öldürüldüğü haberi gelen 16 yaşındaki Ramazan Öğüt de Sur’da vuruldu ve cenazeleri çatışmaların dinmediği bölgeden alınmayı bekliyor.
Esasında gençlerin cenazelerinin nerede olduğu hakkında net bir bilgi yok. Yetkililer cenazelerin Yavuz Sultan Selim okulunda olduğunu söylemiş önce, daha sonra Kurşunlu Cami’nin avlusuna alındıkları bildirilmiş.
Ama gençlerin vuruldukları yerde, sokak ortasında olduğu da söyleniyor. Bu bilgi karmaşasının ailelerin canını ayrıca yaktığını tahmin etmek zor değil.
Yetkililerin, hayatını kaybeden gençlerin ailesine yönelik duygusal şiddeti bununla sınırlı değil. Cenazelerin alınması için yetkililerle yapılan her görüşme, öyle anlaşılıyor ki ailelerin can acısını katmerleştirmiş.
Birkaç gün önce barış talebini dile getirmek üzere Diyarbakır’a gelen aydınlardan bir grup, Diyarbakır Valisi ile de görüşme olanağı bulmuştu. Bu görüşmeye katılan Nurcan Baysal, daha sonra şöyle yazdı yaşadıklarını:
“Vali Bey, güvenlik güçlerinin gidip cenazeyi alamayacaklarını ama cenazeyi alanlara güvenlik güçleri tarafından ateş edilmeyeceğini sağlayabileceklerini söyledi.
"Doğrusu mutlulukla çıktım Vali Beyle görüşmeden ve hemen aileleri aradım. Ancak bu sefer savcılığın ailelerden ‘ölümleri durumunda, devletin sorumlu olmadığına dair bir kağıt imzalamalarını istediğini’ öğrendim. Öte yandan Suriçi’ndeki operasyonu yürüten birimlerin de Valiliğin kararının onları bağlamadığını belirttiklerini ve kimsenin güvenliğini sağlayamayacaklarını ailelere bildirmişler.”
Bu güven vermez açıklamalar karşısında biçare kalan aileler, yeni ölümler olmasın diye, cenazeleri almak üzere çatışma bölgesine kimsenin girmesini istememiş.
Açlık grevinde üç insan
İhsan Seviktek
Çocuklarının cenazesi belki okul bahçesinde, belki cami avlusunda, belki de şehirde dolaşan söylentiler doğrudur ve vuruldukları yerde, sokak ortasında bekliyor. Yetkili kurumlara, insan hakları savunucularına başvurdular, ama çocuklarının cenazesini alıp defnedemediler. İstedikleri bu, çocuklarını defnetmek, yaslarını tutmak, taziyeleri kabul etmek. Bu istek mümkün olmayınca, son çare olarak açlık grevine girme kararı almışlar.
Dünyanın başka bir yerinde böyle bir taleple açlık grevine giren kimse var mıdır, kim bilir? Belki tarih bunu da yazacaktır: 2016 yılında, Diyarbakır’da, çocuklarının beş yüz metre ötedeki cansız bedenlerine ulaşamayan üç aile, açlık grevine girdi.
Mehmet Oran, üniversite öğrencisi olan oğlunun Azadiya Welat gazetesi için stant açtığını ve bu nedenle defalarca gözaltına alındığını, kötü muamele gördüğünü anlatıyor.
İhsan Seviktek kardeşi Mesut’un üç yıl tutuklu yargılandığını ve bir yıl önce serbest bırakıldığını söylüyor.
Ramazan daha 16 yaşında ve babası Mithat Öğüt, oğluyla ilgili cümle kuramıyor.
Mehmet Oran devletin Kürt halkına yönelik baskılarından söz ediyor, “Hendekler yokken de Kürtler öldürülüyordu” diyor. Ölümlerin bitmesi için devletin Kürt politikasını değiştirmesi gerektiğini söylüyor.
Mithat Öğüt, “Çözüm sürecini kim bitirdiyse, çocuklarımızın katili odur,” diyor.
İhsan Seviktek, “Çocuklarımızın cenazelerini almak için açlık grevine girdik, gerekirse ölüm orucuna başlayacağız” diyor.
“Biz kimse ölsün istemiyoruz,” diyor Mehmet Oran, “Çocuklarımızın cenazelerini istiyoruz. Sadece Sur’da değil, Cizre ve Silopi’de de abluka kalksın ve daha fazla insan ölmesin istiyoruz. İnsanları öldürerek Kürt sorununu çözemezler.”
Metanetini korumaya çalışan üç adam acıdan bitkin görünüyor. Yine de destek ziyaretine gelenlere neden açlık grevinde olduklarını anlatıyor, olup bitenleri yorumluyorlar.
Dışarıda buz gibi bir hava var ve Mehmet Oran’ın, İhsan Seviktek’in, Mithat Öğüt’ün içindeki yangın salondaki herkes tarafından hissediliyor. Alışageldiğimiz bir açlık grevi yok İHD Diyarbakır Şubesi’nde. Kimse kavga şiiri okumuyor, marş söylemiyor, halay çekmiyor. Salondaki herkes, cenazeleri alınamayan üç gencin yasını tutuyor.
“Sizin hiç babanız öldü mü?/Benim bir kere öldü, kör oldum./Yıkadılar, aldılar, götürdüler.”
Sizin hiç oğlunuz öldü mü? Oğlunuzun cansız bedeni üzerine kar yağarken hiç üşüdünüz mü?
Diyarbakır’da üç adam, Mehmet Oran, İhsan Seviktek ve Mithat Öğüt, tahmin edemeyeceğiniz kadar üşüyor.
Çünkü çocuklarının cansız bedenleri vuruldukları yerden alınmadı, yıkanmadı, ebedi istirahatgâhlarına götürülmediler… (VA/HK)
Fotoğraflar: Vecdi Erbay