Mesut Özcan’ın yayına hazırladığı “Dersim ve Madımak Söyleşileri”, önemli bir kitap. Öncelikle devlet aklının dünden bugüne Kürtlere ve Kürt meselesine yaklaşımını anlamak için ipuçları veriyor. Kitapta yer alan üç söyleşiyi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gerçekleştirmiş olması ayrıca dikkate değer.
Kitapta Kemal Kılıçdaroğlu’nun yazdığı önsöz ile 1986 yılında İhsan Sabri Çağlayangil ve Cemal Kutay’la, 2001 yılında ise Sivas-Madımak katliamı tanığı bir polisle yaptığı söyleşiler yer alıyor. Mesut Özcan ise, Dersim’de 1937-38 yılına gelinceye kadar olup bitenleri kronolojik olarak yazmış. Kitabın son bölümünde Dersim’le ilgili devlet görevlilerinin hazırladığı raporlar, 1937 Dersim İddianamesi ve 1937-38’de katledilen ya da sürgün edilen Dersimlilerin fotoğrafları yer alıyor.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun 1980’li yıllarda Dersim katliamının peşine düşmesi, Dersimlileri tanıyanlar için şaşırtıcı olmasa gerek. Türkiye’nin ve dünyanın her tarafına dağılmış Dersimlilerin dernekler kurarak örgütlenmesi federasyonlaşması; konuyla ilgili onlarca kitabın, belgeselin, ağıtın dolaşımda olması, Dersim’de gerçekleşen katliamın izlerinin henüz silinmediğini gösteriyor. Her Dersimli, büyüklerinin yaşadığı ve kendilerine sirayet eden tramvayı bir ucundan tutarak anlamaya ve göstermeye çalışıyor. Kılaçdaroğlu’nun konuyla ilgili söyleşi yapmak ihtiyacı duymuş olması, biraz da bu nedenle olsa gerek. Kılıçdaroğlu, kitap için yazdığı Önsöz’de, “Doğduğum zaman olayların üzerinden henüz 10 sene geçmişti. Büyüklerimiz yaptığımız sohbetlerde bu olaylardan bahsediyor, nelerin hangi sebeplerle yaşandığını söylüyorlardı” diyor.
1937-38’de ne olmuştu?
Aslında bu tarihlerde olup bitenlerle ilgili hem yazılı hem de sözlü epey kaynak mevcut. Konuyla ilgilenenler zaten biliyordur, ancak kitaptaki söyleşiler hakkında bir değerlendirme yapmadan önce, kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var.
Dersim’de hâkimiyet kuramayan, asker ve vergi alamayan devlet, onlarca insanı görevlendirerek bölgede inceleme yaptırmış. Buradan gelen raporlar devlete iki ayrı öneride bulunur. İhsan Sabri Çağlayangil, bu konuda şu bilgiyi veriyor: “İki büyük siyaset Cumhuriyet’te zaman zaman hâkim olmuş ve çarpışmıştır. Birincisi, bunlara şiddet yoluyla, baskı yoluyla hâkim olmak, ikincisi, kültür yoluyla hâkim olmak…” Devlet ikinci yolu tercih etmiş ve Dersim üzerine sefer düzenlemiş. Kaç kişi öldürüldü, sakat kaldı ya da sürgün edildi hâlâ kesin olarak bilinmiyor. Başbakanlığı sırasında Recep Tayyip Erdoğan, 8 Ağustos 1939 tarihli bir belgeye dayanarak, 13 bin 806 kişinin öldüğünü açıklamıştı. Avukat Barış Yıldırım’ın başvurusu üzerine Tunceli Valililği’nin verdi bilgiler dikkate değerdir. 1937-38’de öldürülen ya da sürgün yolunda hayatını kaybeden çocukların sayısı 3520.
5 Haziran 1939 tarihli bir rapora göre, “14 bin kişinin Garb vilayetlerine nakli” istenmiş, ancak “alınan raporlardan şimdiye kadar 12 bin 435kişinin Garba nakledilmiş olduğunun anlaşıldığı” belirtilmiş.
Kaç kız çocuğunun evlatlık alındığı ise muhtemelen hiç bilinmeyecek.
‘Devletin adamları’ anlatıyor
Kılıçdaroğlu’nun söyleşi yaptığı İhsan Sabri Çağlayangil, Malatya Emniyet Müdürü olmasına rağmen Seyit Rıza, oğlu ve arkadaşlarının asılması olayında görev almış, daha sonra Dışişleri Bakanı makamında bulunmuş bir şahsiyet. Malatya’da çalışırken Kürt sorununa ilgi duymuş, araştırmalar yapmış. Dersim’deki askeri harekâtı yürüten Abdullah Alpdoğan’la birlikte, teslim olmaları için Demenan aşiretinden bir grup Kürt ile görüşmüş. “Bunlar garip adamlardı… Uzun boylu, insan güzeli, göğüslerinden kıllar sarkan, kumral kimselerdi. Heybetli adamlardı.”
Çağlayangil bu heybetli adamlar, kadınlar ve çocuklarının nasıl katledildiğini de şöyle anlatıyor: “Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.”
Devletin Dersim’de inkâr ettiği olaylardan biridir zehirli gaz kullanımı. Dışişleri Bakanı görevini yürütmüş Çağlayangil bile isteye mi değindi bu konuya yoksa ağzından mı kaçırdı, bilinmez. Ancak bir devlet adamı, ordunun Dersim’de zehirli gaz kullandığını teyit etmiş oldu.
Çağlayangil, şiddetin Kürt sorununu çözmeyeceğine inanıyor, ancak Kürtlere bazı hakların verilmesini, örneğin “Kürtçe neşriyat yapmak suretiyle de bir yere varılmaz” diyerek onaylamıyor. “İkisi ortası bir yol tatbik etmek lazımdır. Ne yamak lazımdır, onu bilmiyorum.”
Kermal Kılçdaroğlu’nun söyleşi yaptığı Cemal Kutay da çelişkili cevaplar veriyor. Bir taraftan demokrasiyi savunurken öte yandan Kürtleri asimile etmekten söz ediyor. Zaten iddiası Kürt diye bir ulusun olmadığı yönünde: “Şimdi Osmanlı vahdeti kurulurken, Kürt diye ayrılan bu ırk demiyeyim, dil katiyen hiçbir zaman değil, bu, bu Türk kolu, en ufak bir karşı hareket yapmamış.” Sorunun nasıl çözüleceğini de anlatıyor: “Yani Doğu’da Türkçeyi, anadilini bir muayyen zaman içinde konuşmaktan mahrum bir tek insan bırakmamak lazımdır.” Bunun için şöyle bir de önerisi var Kutay’ın: “Vatanın bölünmezliği bakımından amir hüküm olarak Doğulu her evladımızı bir yaşından itibaren belirli bir süre içinde katiyet ve kesinlikle gerçek evlat hüviyetiyle çatılarının altında sadece Türkçe konuşulan yuvalara vermek…”
Dersim’de uygulanan şiddeti fazla, ama gerekli bulduğunu da söylüyor. Gerektiğinde şiddete başvuracak devlet, ama sorunun kesin çözümü Kürtçe konuşmayı unutturmak, bir başka değişle, Kürtçe konuşan herkesi Türkleştirmek.
Bu iki söyleşiden yola çıkarak bugüne bakmak sahiden insanın içini acıtıyor. Çatışmalara ve idamlara tanıklık etmiş eski bir polis ve siyasetçi, İhsan Sabri Çağlayangil, nasıl çözüleceğini bilmediği bir sorunla göç etti dünyadan. Türkiye’nin önemsediği tarihçilerden Cemal Kutay, Dersim ve diğer Kürt illerini gezmesine, Seyit Rıza gibi Kürt beyleriyle görüşmesine rağmen, ölünceye kadar Kürtlerin Türk olduğunu iddia etti.
Şimdiki hükümet “Kürt yoktur” demiyor, ama Kürtlerin taleplerini şiddetle bastırma yöntemini de elden bırakmıyor. Temmuz 2015’ten bu yana birçok ilde şiddetin her türlüsünü pervasızca uygulayarak Kürt hareketini bitirmeye çalışıyor. Sayısını henüz kimsenin net olarak bilmediği sivil insan öldürüldü. Binlerce insan göç etmek zorunda bırakıldı. Mahalleleri kamulaştırıp güvenlik bölgesi oluşturmak; ilçeleri il, illeri ilçe yaparak insanları yerinden etmeye çalışmak; “mahalle bekçisi” adı altında her sokağa korucu atamak ve boşalan yerlere, özellikle Suriye’den göç edenleri yerleştirip halklar arasında yeni bir çatışmaya zemin hazırlamak… Devletin yüzyıl sonra bulduğu çözüm şimdilik bu. Ne asimilasyonun en güçlü aracı okullar, ne hükümetin propaganda ayıtı haline dönüşmüş medya, ne de şiddet yöntemleri Kürt sorununu çözmeyi başaramadı.
Söz konusu söyleşileri yapan ve sorunun bu şekilde çözülmeyeceğine vakıf olduğunu düşündüğümüz Kemal Kılaçdaroğlu’nun, kim bilir hangi motivasyonla, HDP’lilerin dokunulmazlığının kaldırılması için “Evet” diyeceklerini açıklaması da sorunu çözmeyecek.
Kemal Kılıçdaroğlu, kitapta yer alan diğer söyleşiyi Sivas’ta görev yapmış ve Madımak katliamına tanıklık etmiş bir polis memuruyla gerçekleştirmiş. Madımak katliamıyla ilgili çok şey söylendi bugüne kadar. Bir polis memurunun tanıklığı ve olaydan sonra yaşadıkları da ilginç bilgiler içeriyor.
“Dersim ve Madımak Söyleşileri” devlet aklının Kürt sorununa yaklaşımını, Alevilerin yaşadığı Terolara neden Sünni göçmenleri yerleştirmeye çalıştığının ipuçlarını veriyor. (VE/HK)
Künye: Dersim ve Madımak Söyleşileri, Mesut Özcan, Doğan Kitap, 199 s.
Mesut Özcan 1969 yılında Tunceli'de doğdu. 1990 yılından bu yana Dersim tarihi, dili ve kültürü üzerine çalışmalar yapıyor. Özcan'ın çok sayıda yayımlanmış kitabı ve makalesi bulunuyor. Kalan Yayınları'nın kurucusu ve Munzur dergisini çıkarıyor. |