Büyük otellerden birinin önünden aşağıya iniyorum. Aşağısı Fiskaya. Sur’un sokaklarını hatırlatan dar sokakları var Fiskaya’nın. Burayı mekân edinip mahalle yapanlar, 1990’lı yıllarda köyleri boşaltılan insanlar. Dar ve dolambaçlı sokaklardan inerken, aşağıda, akşam güneşiyle parıldayan Hevsel Bahçeleri ve Dicle nehri görünüyor. Zenginlerin ve TOKİ’nin nicedir bu gecekondu mahallesine göz dikmesi boşuna değil, çünkü harika bir manzarası var.
Fiskaya’daki iki katlı gecekondu evinde Rozerîn Çukur’un annesi Fahriye karşımda, babası Mustafa yanımda oturuyor. Yan tarafta bilgisayar masasının yanında arkası olmayan eski koltuk var. Üç çocuklu ailenin 17 yaşındaki genç kızı Rozerîn, muhtemelen zamanının bir bölümünü bu koltukta oturarak, bilgisayar ekranına bakarak geçiriyordu. Şimdi, günlerdir yok Rozerîn, bilgisayar kapalı, arkası olmayan koltuk boş duruyor.
TIKLAYIN - ANNESİ ROZERİN ÇUKUR'UN CENAZESİNİ İSTİYOR
“Çocuklarımızı ne zaman alacağız?”
Söze nerden başlayacağız bilmiyorum ve neredeyse ziyarete geldiğime pişman olacakken Rozerîn’in annesi imdadıma yetişiyor: “Ne zaman bitecek bu savaş? Bu abluka ne zaman kalkacak? Ne zaman gidip çocuklarımızı alacağız?”
Peş peşe sorular soruyor Fahriye Çukur, ama ne yazık ki içini rahatlatacak cevaplarım yok. Umutlu cümleler, müjdeli haberler bekliyor gazetecilerden, milletvekillerinden, sorduğu sorularla ilgilenen herkesten…
Rozerîn Çukur’un keskin nişancılar tarafından vurulduğu 8 Ocak 2016’da medyada yer almıştı. Cesedinin vurulduğu yerde bekletildiği gelen haberler arasındaydı. Kısa süre önce Sur’da vurulan ve cesetleri sokak ortasında bekletilen İsa Oran, Mesut Seviktek ve Ramazan Öğüt’ün aileleri, İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi’nde açlık grevine başlamışlardı. Çocuklarını sokaktan almak, defnetmek ve yaslarını tutmak istiyorlardı. Rozerîn Çukur’un ailesi de onlara katıldı.
Kamuoyunun da baskısıyla, artık tanınmaz hale gelmiş Mesut Seviktek ve İsa Oran’ın cenazeleri ailelerine teslim edildi. Rozerîn Çukur’un ailesiyle birlikte dokuz aile ise, Sur’da vurulan çocuklarının cenazelerini almak için 20 gündür Sümerpark’ta nöbet tutuyor.
Sümerpark’ta geçen günleri, “Birbirimize çocuklarımızı anlatıyoruz” diyerek özetliyor Fahriye Çukur. “Onların hayallerini konuşuyoruz, nasıl güldüklerini, en çok neye kızdıklarını anlatıyoruz birbirimize. Bir de bekliyoruz işte, bir haber gelecek, ‘gelin çocuklarınızı alın’ diye.”
Rozerîn’in hasta kalbi
Mustafa Çukur, 1993’te Dicle ilçesine bağlı Herîdan (Kırkpınar) köyünden göç ettiklerini anlatıyor.“Baskılara dayanamadık, boşalttık köyü, buraya yerleştik” diyor. Yıllardır baklavacıda usta olarak çalışıyor, “Kimseye muhtaç olmadan geçinip gidiyorduk. Rozerîn’den sonra işi unuttum.”
Kızını her türlü beladan korumaya çalışmış Mustafa Çukur, bir dediğini iki etmemiş. “El bebek gül bebek büyüttük onu. Kalbinde ritim bozukluğu vardı, ona bir şey olacak diye korkuyorduk.”
Mustafa Çukur, bu cümleden sonra susuyor bir süre. Sonra, “Hasta haliyle barikatın arkasında ne yapabilirdi ki” diyor.
Zaten hiç beklememişler barikatın arkasına geçmesini. Kızının arkadaşlarından ders notlarını almak üzere Sur’a gittiğini öğrendiğinde telefona sarılmış hemen. Telefona cevap veren olmamış önce, daha sonraki aramalarda telefon hep kapalıymış. Kalkıp Sur’a gitmiş, polis barikatındaki yetkililerle konuşmuş, “Kızım Sur’da, izin verin gidip alayım” demiş. İzin vermemişler.
“Belki telefonun şarjı bitmiştir”
“Sonra o haberi okuduk.” Rozerîn’in vurulduğunu haberlerden öğrenmiş. Doğru mu değil mi duyduğu, kesinleştirmek için çalmadık kapı bırakmamış. “Polis gibi sorular sordu bana” diyerek anlatıyor Valiyle yaptığı görüşmeyi. “Vali, ‘Bizde bilgi yok, siz yerini belirleyin, koridor açalım, gider alırısınız’ dedi. Onlar bilmiyorsa biz yerini nerden bilelim? Sur’a onlar girebiliyor, kimi vurduklarını onlar biliyor. Biz haberi medyadan duymuşuz zaten.”
Sonra söylentiler duymuş Mustafa Çukur. “Bir haber aldık ki cenazesi sokaktadır, sonra dediler ki devlet gizlice defnetmiş. Neye inanacağımızı şaşırdık. Onu telefonla arıyorum bazen. Belki yaşıyordur, çatışmalar devam ettiği için gelemiyordur. Belki şarjı bittiği için telefonu kapalıdır, bu nedenle bizi arayamıyordur. Böyle düşünüyorum. Uykuyu unuttum zaten, gece saat 3’te, 4’te arıyorum bazen, belki açılmıştır telefonu diye.”
Mustafa Çukur’un en büyük korkusu kızının cesediyle karşılaşma anı. “İsa Oran tanınmaz haldeymiş. Kızımı bu şekilde görürsem ne yaparım ben?”
Rozerîn’in yaptığı resimler
Fahriye Çukur çaydan önce bir dosyayla geri dönüyor odaya. Dosyada kızının aldığı başarı belgeleri, çocukluk fotoğrafları, yaptığı resimler var.
“Çok güzel resim çizerdi” diyor. “En çok karakalem resim yapmayı seviyordu.”
Sonra yine nefesi kesiliyor sanki ve susuyor.
Resimlere bakınca, Rozerîn’in çizgi film kahramanlarının başarılı kopyalarını çizdiği görülüyor. Boyayla yaptığı resimler de var, ancak daha çok karakalem çalışmış. Karakalem çalışmalarından biri de kendi portresi. Annesi, bu resmin karma bir sergide sergilendiğini söylüyor.
Rozerîn’in Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirini okuduğu bir video dolaşıyor internette. Bu şiiri kendisi mi seçti, diye soruyorum Mustafa Çukur’a. “Evet” diyor, “Bu şiiri sevdiğini ve iyi okuyacağını söylemişti.”
Rozerin, fotoğraf kursuna katılmıştı geçen yaz. Bağlar’da bir gösteri sırasında vurularak hayatını kaybeden Ruken Demir, Rozerîn’in fotoğraf kursuna birlikte katıldığı arkadaşıydı. Ruken’in vurulduğunu birkaç gün sonra duymuş, sarsılmış, günlerce ağlamış...
“Gençler baskıyı kabullenmiyor”
Rozerîn bu olaydan sonra Sur’daki barikatların ardına geçmeyi kafasına koymuş olabilir mi? Baba Mustafa Çukur, buna pek ihtimal vermiyor.
“Patlama sesi duyunca korkuyla annesine sarılıyordu. Kalp rahatsızlığı vardı, bu haliyle barikatların ardındaki gençlere ancak yük olurdu. Çok okuyordu, araştırıyordu, devletin politikalarına öfke duyuyordu. Ama barikata gideceğine ihtimal vermiyorduk.”
Bir süre önce Fiskaya’da da barikatlar kurulmuştu. Rozerîn barikat eylemlerine katılmamış, ancak sokakta gürültü çıkarmak gibi birkaç eyleme katılmış.
“Şimdiki gençler bizim gibi değil” diyor Mustafa Çukur. “Biz 90’lı yıllarda baskıyı, zulmü kabullendik. Çırılçıplak soydukları 60 yaşındaki kadını köyün içinde gezdirdiler, sineye çektik. Bu gençler öyle değil, onlar kabul etmiyor. Hendekleri, barikatları kendilerini savunmak için kurdular. Gençler mahalleden çıkamıyordu, çıkınca gözaltına alınıp tutuklanıyorlardı. Haziran’dan beri devlet bir imha politikası geliştirdi, barikatlar bu imha politikasına karşı kuruldu.”
Cizre’deki “vahşet bodrumlarını” hatırlatan Mustafa Çukur, “Devlet hiçbir yasa, insan hakkı tanımadan saldırıyor. İnsanlar ölüyor, ilçeler boşalıyor ve devlet bu şekilde sorunu çözeceğini düşünüyor. Kırk yıldır şiddetle çözülmedi sorun, bundan sonra da şiddetle çözülmez. Yine masaya oturacaklar, ama o zamana kadar bizim canımız çok yanacak.”
Akşam karanlığı çökmüş Fiskaya’ya. Tenha sokaklardan barikat kalıntılarına bakarak geçiyorum. Kürtçede günbatımı ve gündoğumu sırasında güneşin aldığı renk anlamına gelen Rozerîn’in doğup büyüdüğü evi diğer yoksul evlerden ayırt etmek oldukça zor. Baba Mustafa Çukur, içine düştükleri acıyı ve gösterdikleri metaneti, “Peygamber sabrı dedikleri buymuş” diyerek tarif etmişti. Ama Rozerîn’in, adını “yürekli bir kadın”dan aldığı bilgisi ve Kürt meselesinin çözümsüzlük hali, Fiskaya’da ve bütün bölgede daha pek çok Rozerîn’in yetişeceğine işaret ediyor. (VE/EKN)