“Nazi döneminde bir olay anlatılır. Bir Yahudi yazar kampın sabun yapılan fırının kapısında bekletilmiştir. Adam bir şekilde oradan kurtulmayı başarmıştır. En kötü durumun o olduğunu söylemiş. Yaşamak ve ölmek arasında kalmak. Bizler de şimdi fırının kapısında bekletiliyoruz. Yaşayacak mıyız, ölecek miyiz bilmiyoruz. Ya bizi fırına atsınlar ya da bıraksınlar tahliye olalım”.
Bu sözler 22 gündür sokağa çıkmanın yasak olduğu Silopi ilçesinde yaşayan Sefer’e ait. Seferlerin Barbaros Mahallesi’ndeki evi üç ay önce bir patlamada kullanılmayacak hale gelince, daha güvenli olduğunu düşündükleri başka mahalleye taşınmak zorunda kalmışlar. Sefer yaşadıklarını ifade etmenin güçlüğüyle sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Biz Silopi halkı olarak sosyal duyarlılık açısından Türkiye’nin neresinde olursa olsun Soma olayında, Özgecan olayında, ekolojik olaylarda, depremlerde, her türlü olayda mutlaka tepkimizi dile getirirdik. Zulme, her türlü baskıya karşı sözü olan bir ilçeydi. Ne yazık ki bakın aynı ülkede yaşıyor olmamız artık bir önem arz etmiyor. 100 bin nüfuslu bir ilçe şu anda 1915’i yaşıyor. Bunu anlatabilecek kelime bulamadığım için vicdanen rahatsız hissediyorum. Burada yaşananları ifade edemediğim için kendimden nefret ediyorum. Tek kelimeyle ölüyoruz ya. Var olan durum herhangi bir gerekçeyle örtbas edilecek bir durum değil. Üç yaşındaki bir çocuğun ölümü gerekçelendirilemez. Kurşun hangi taraftan gelirse gelsin bir devlet var. Sosyal devlet, hukuk devleti denilen bir devletten söz ediyoruz. Hiçbir şekilde bu ölümlere gerekçe bulunmamalı.
"Sosyal medyada, çarşıda, pazarda, AVM’lerde insanlar kutuplaştırılıyor. Biz ne zaman bu hale geldik, kutuplaştırıldık, resmen başka insanlara döndük. Başka bir etnik kökenden olmamız ne zaman bizim insanlıktan çıkmamıza gerekçe oldu da siz üç aylık bir bebeğe ölüm gerekçesi uydurabiliyorsunuz. Siz önce insanlıktan çıkmanıza bir gerekçe bulun. Hendek, barikat olayı hiçbir ölümün gerekçesi olmamalı. Uluslararası yasalar buna kesinlikle 'dur' demeli artık.
"Ne olacak bilmiyorum. Sadece bir belirsizlik içerisindeyiz. Artık acının ötesini yaşıyoruz. Bunun en büyük nedeni alışıyor olmamız. Bu çok kötü bir durum. Biz alışıyoruz. İlk sokağa çıkma yasağı iki gün sürdü. Sonraki üç gün, beş gün, bir hafta, on gün devam etti. İlk iki günlük yasakta yerimizde duramıyorduk. 'Nasıl insanları iki gün evde hapsedebilirsiniz' diyorduk ama alıştık. Şimdi Surda 33. Gününde, Silopi 21. Gününe girdi.
"33 gün, 21 gün ne demek. Bunu empati yapabilecek insanlar var mı? Eğer hala öyle insanlar kaldıysa biz neden bu durumdayız. Biz bu sokakları bilen insanlardık. Çocukların oyun sesleriyle çınlayan bu sokaklarda şimdi kimse yok, ses yok. 21 gündür çocuklar bodrumlarda. Buna nasıl bir kelime bulunabilir ki. Söz varken, diyalog varken bu duruma nasıl gelebildik? İnsanları alıştırma durumu söz konusu. Yavaş yavaş duyarsızlaştırma, doğuya kulakları kapatma durumu söz konusu olduğunu düşünüyorum. Bilmiyorum bunun üst boyutu ne olabilir. Eğer bir şair, edebiyatçı olsaydım belki daha iyi ifade ederdim ama şu an gerçekten okuduğum üniversite bana bu kadarını ifade edebilme yeteneği sağladı. Ya da biz insan olarak dünya tarihinde böyle bir durum görmediğimiz için bundan dolayı ifade edemiyoruz. Hitler Almanya’sı soykırımdı, böyle ifade edildi ama bunu ifade edebilecek bir kelime bulamıyorum.”
Sefer’in ses kaydındaki sözleri kulaklarınızı çınlatırken, TV’de gayet sıradan bir biçimde, soğuk bir ses tonuyla verilen bir haber gözünüze çarpıyor. “Suriçi’nde bir eve düşen roket mermisi Melek Alpaydın’ın başına isabet etti.”
Kanınız donar, karanlığa bakarsınız… Akıl, izan, vicdan, merhamet, acı, insanlık, savaş hukuku, vahşet buna benzer bildiğiniz ne kadar kelime varsa hükmünü yitirmiştir artık. Hiçbirinin karşılığı yok… Sefer’in deyimiyle ifade edebilecek kelime bulmak nafile çaba.
Suriçi’nde çatışmaların olduğu yere yakın olan evini ‘güvenli’ bulmadığı için bir başka yakınının evine sığınıyor Melek Alpaydın. Ailesiyle kahvaltı yaparken evine düşen bir top mermisiyle çocuklarının gözleri önünde hayatını kaybediyor.. Biz bunu dillendirirken bile zorlanırken çocukları bu vahşete tanık oluyor. Valilik dalga geçer gibi “olay yerinde herhangi bir materyale rastlanmadı” diye açıklama yaparken, yandaş medya tank mermisi olduğunu gizleyip “ne olduğu bilinmeyen bir mühimmat” diyerek kim vurduya gitmesi için çaba sarfededursun, 42 yaşındaki Melek Alpaydın sadece bir ölü sayısı olarak listedeki yerini alıyor.
Bunlar Kürtleri biyonik falan mı sanıyorlar. Hani bilim kurgu filmlerinde ya da çizgi filmlerde parçalanıp tekrar düzelen kahramanlar gibi. Can bu, etten- kemikten, bir yere değince sızlayan. Herkeste nasılsa onlarda da o. Hatırlatmak mı lazım. Daha ne kadar devam edecek?.. Hangi sayıya ulaşmak lazım? Limiti nedir bunun? O çocuklar nasıl büyüyecek? Nasıl gidecek o görüntü gözlerinin önünden? Ardından başka bir haber, çatışmalarda ölen polisin cenazesi sırasında babasının, kardeşlerinin sözleri ‘Bu vatan için 7 evladımı daha veririm”. Ne olacak, onlar da kin bileyip Kürtleri öldürecek manasında. Peki kim barıştıracak bu insanları? Kanaat önderleri mi girecek araya? Kanaatleri kaldıysa tabi. Neye kanaat getirecekler ki? Hiç değilse o polisin cenazesi kaldırılıyor, ailesi cenaze başında ağlayabiliyor bu bile lükse girdi artık. Ama Kürtler bunu da yapamıyor. Yas tutmaları bile izne tabi.
Bir ayı aşkın bir zamandır sokağa çıkmanın yasak olduğu Sur’da geçen haftadan beri öldürülen üç gencin cenazesini aileleri alamıyor. Çocuklarını defnetmek ve taziyesini kurmaları için izin verilmiyor. Açlık grevine başladılar nerede olduğunu bilmedikleri cenazeleri için. Kimi camide, kimisi okulda tutulduğu bilgisini veriyor kendilerine.
Basına açıklama yaparken gençlerin anneleri birbirlerinin elini sıkıca tutuyor, güç almak istercesine. Biliyorlar çünkü birbirlerinin ne hissettiğini, yüreklerinin nasıl yara aldığını. Çocuklardan birinin annesi gayet naif biçimde “Türk basını neden yer vermiyor?” diye soruyor. Onların Melek’in katilini gizlemekle uğraştığını söyleyemiyorsunuz...
Aileler şimdi açlık grevindeler, istedikleriyse yas tutmak. Oysa ki bu bölgede taziye boyunca dışarıdan yemek getirilir, acılı yakınların tutmayan ellerinin yemekle uğraşmaması için. “Yemeğin yeri ayrı, acının yeri ayrı. Ye ki güç topla daha rahat ağlayabilesin” denilerek, zorla yemek yedirilir...
Şimdi onlar açlık grevinde, bu ritüel bile yerine getirilmiyor, acılarını sağaltmaları istenmiyor. Daha fazla yansın, ne kadar sızlasalar o kadar iyi.. Koca bir coğrafya taziye evine çevrildi. Anne babasını yitiren çocuklar, evlatlarını yitiren anne babalar... Sadece çocuklar değil anne babalar da artık yetim.. Kimse evinde rahat değil, bölünen uykular, sadece ayakta durabilmek için tadını almadan yenilen yemekler, kulakları sağır eden çatışmalar..
Bir arkadaşımın “çocuğumu severken bile utanıyorum artık” dediği sözleri kulağımda. Hep bir umut vardı oysa ki... Karanlığın ardından bir ışık belirecekti ama kaldırımların musalla taşına döndüğü sokaklardan maalesef artık hiçbir şey gözükmüyor. (BD/HK)