11 yıllık hapishane yaşantım boyunca sayısız açlık grevine ve iki Ölüm Orucuna tanık oldum. Ölüm Orucu tutanların yanıbaşında, her gün biraz daha eriyen vücutlarının verdiği acıyı hafifletebilmek için nöbetler tuttum. Ben başuçlarındayken yaşamını yitirdi sevdiğim insanlar. Ölüm Orucundaki beden neler yaşar yakından tanığım. Öyle bir çırpıda yaşanmaz hiçbir şey.
Açlık grevlerinin ilk günleri oldukça zorlu geçer. Vücut kendisini açlığa ayarlarken zorlar insanı. Kusanlar, başı ağrıyanlar, başı aşırı dönenler olur. Genellikle ilk üç günden sonra alışır beden. Uzun süreli açlık grevlerinde ve ölüm oruçlarında 20'li günlerden sonra zorluklar geri gelmeye başlar. 30'lu günlerle beraber beden zayıf düşmeye başlar. Hareketler yavaşlar, baş dönmeleri artar. İçtiğin su ve eğer yapılan açlık grevi "menü"sünde varsa çay ve limonata tat vermemeye başlar, hatta mideni bulandırır.
Çok yavaş da olsa düzenli bir şekilde kilo vermeye devam edersin. Çünkü açlık grevinde en yoğun kilo verilen günler genellikle ilk günlerdir. 30'lu günlerle beraber tekrar ve düzenli kilo veriş başlar. 40'lı günler ise artık eşiktir. Doktorlar bilir; açlık grevlerinde önce vücuttaki yağlar enerji kaynağıdır ve ilk olarak onlar gider. Sonra sıra kaslara gelir. Kaslar erimeye başlar. Vücut yeterince enerji üretemediğinden 40'lı günlerde ise organlar iflas etmeye başlar. Vücut gerekli olan enerjiyi beyinden sağlamaya başlamıştır artık. İşte Wernicke Korsakoff diye bilinen hastalığın ölüm oruçlarındaki seyri de budur. Önce beden sonra bedenle beraber organlar ve beyin tükenir. Artık geri dönülemez noktaya gelindiğinde ise bedende ve beyinde hasarlar kalır. Kimileri ömürlerinin geri kalanı boyunca denge problemi yaşar ve yürüyemez, kimileri ise bedensel problemlerin yanı sıra zihinsel problemler yaşar son 10 yılını hatırlayamaz mesela.
Herkesin vücut direnci farklıdır. Ancak kusmalar 30'lu günlerle beraber tekrar başlar. Vücudun hareketleri artık ağırlaşmıştır. Daha yavaş hareket eder açlık grevindekiler. Ani hareketler baş dönmesiyle beraber düşmelere neden olabilir çünkü. Koğuş sistemindeyken açlık grevindekilerin kollarına girerek tuvalete çıkmalarına, kısa kısa da olsa volta atmalarına yardımcı olurdu yanındaki yoldaşları. F Tipi Hapishanelerde ve tecritte tutulanlar duvarlara tutuna tutuna tuvalete gidiyor, yürümeye çalışıyor olsa gerek.
Koğuşlardayken ölüm orucundakilerin ranzalarının hemen altında küçük leğenler olurdu. Kusacak gibi olan direnişçi başını yatağın kenarından uzatır ve yana çekilen leğene kusardı. 40'lı günlerden sonra dakikalarca süren o kusma sırasında başını öyle yatağın kenarında tutması bile zordur direnişçinin. Yanında birinin olması ve başını eliyle tutması gerekir. Acaba tecritte tutulanlar ne yapıyor şimdi. 19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonunun ardından götürüldüğüm ve 6 yıl kaldığım F Tipi Hapishanelerde en çok yokluğunu hissettiğim şeylerden biriydi, migrenim tutup da yatakta kıvranmaya başladığımda başımı tutacak bir el. Bizi insan sıcağından, dost dokunuşundan mahrum bırakmışlardı. Bütün siyasi nedenleri bir yana bırakın insanı insan sıcağından mahrum etmenin kendisi bile o mekanları küfürle anmaya yeter.
50'li günlere gelindiğinde geri dönülmez bir yola girilmiştir artık. Vücut kendisini tüketmeye başlamıştır. Direnişçilerin bazıları yataklarından kalkamaz duruma gelir. Artık eskisi gibi su içemez, şeker alamaz duruma gelirler. Vücut kabul etmemeye başlar. Dışarıdan baktığında, dokunduğunda görür, hissedersin; kurudur artık derileri, bir kağıt, ince bir zar gibi gergin ve hassastır. Isladığımız havlularla vücutlarını siler, incitmekten korkarak hafif hafif masajlar yapardık. 50'li günlerin sonlarına doğru yatakta hareket etmek bile zorlaşmaya başlar. Bu ayrı bir zorluktur direnişçiler için çünkü hep aynı pozisyonda kalmak da zordur. Tüm kemiklerini, hissederler. Vücutlarındaki her bir kemik, bir saban olmuş artık erimiş olan bedenlerine batmaktadır. Bu yüzden belli aralıklarla ve oldukça dikkatli bir şekilde vücutlarını yatakta çevirmek gerekmektedir. Ya tecrittekiler ne yapacak?
40'lı günlerle beraber vücudun iflasının bir başka göstergesidir hassaslaşan duyular. Bazı direnişçiler ışığa, bazı direnişçiler kokuya, bazı direnişçiler sese katlanamaz. Her biri için ayrı bir tedbir almak, ortamı ona göre hazırlamak gerekir. Sessiz, kokudan arındırılmış ve gerekirse pencerelerine iki kat perde gerilmiş bir ortam. Direnişçilerin bulunduğu koğuşa girmeden önce, dişlerimizi fırçaladığımızdan, ses çıkarmayan bir ayakkabı giydiğimizden, üstümüzün başımızın örneğin sigara kokmadığından emin olmaya çalışırdık. F Tiplerinde ve diğer hapishanelerde günde iki defa yapılan sayımlarda "infaz koruma memurları" nasıl davranıyor acaba?
50'li günlerle bilinci gidip gelmeye başlar artık direnişçilerin. Bazen kendilerini kaybederler. Kimisi 10 kimisi 20 yıl önceki bir ana geri döner. O anı yaşıyormuş gibi anlatmaya başlar. 60'lı günler bilincin bütün direnişçilerde bir bir kayıp gittiği günlerdir. Önce gidip gelen bilinç sonra daha uzun olarak gitmeye başlar. Sonra tamamen kapanır bilinç. Bu durumdayken yoğun bir ilgi gerekir. Artık içmedikleri suyu damlalıkla ağızlarına damlatırdık. Çatlayan dudakları için ıslattığımız mendilleri dudaklarının üzerine koyar ve nemini kaybetmesin diye belli aralıklarla o mendilleri ıslatırdık. Çünkü eğer orada kuruyuverirse çatlamış dudakların derisini soyabilir mendiller. Vücutlarını ıslak havlularla silmek, sağa sola çevirmek ve en önemlisi elinden tutmak, insan, dost, yoldaş sıcağını hissettirmek gerekir.
Bilinci tamamen kapanan direnişçinin birkaç günü vardır sadece... Soluk alışverişlerinin arası açılır, kısa ve kesik kesik soluk almaya başlarlar... Bilinci kapanıp da soluk alışverişleri değişmeye başladığında, başında bekleyen kişi olarak tek yapabileceğin acısını, ağrısın hafifletmeye çalışmaktır... 2000 yılında başlayan ölüm oruçlarında bilinci kapananlara zorla müdahale edildi hastanelerde ve onlarca direnişçi sakat bırakıldı. Çünkü o noktadan sonra hasarsız geri dönüş mümkün değildir.
Şimdi 40'lı günlerdeyiz. Geri dönülmez günlerin eşiğindeyiz. Açlık grevindeki mahpusların tecrit edildiği, kendilerine B vitamini verilmediği yönünde bilgiler ulaşıyor hapishanelerden dışarıya. Açlık grevi, ölüm orucu mahpusların son çare olarak başvurduğu bir direnme yöntemidir. Artık başka çare kalmadığında başvurulan yöntemdir. Bu nedenle bu yöntem üzerine tartışanlar dahi tartışmayı bir kenara bırakıp talepler üzerine, açlık grevlerinin uzlaşmayla sonuçlanabilmesi üzerine düşünmeye başlamalıdır. Çok geç olmadan...
[1] 1982, 1984 ve 1996 Ölüm Oruçlarında yaşanan süreç böyle gelişmişti. 2000 yılında başlayan Ölüm Orucunda ise B vitamini kullanıldığından, beden enerjiyi beyinden değil, dışarından alınan B vitamininden karşılamaya başlamış ve organların iflas ettiği süreç daha da uzun bir zamana yayılmıştı.