Çağdaş, demokratik değerlerle buluşmak için, geçmişle yüzleşmenin gerekli ve kaçınılmaz olduğunu biliyoruz. Bunun yapılabilmesi için, geçmiş tüm çıplaklığıyla açığa çıkartılmalı, pratiksel anlamda ciddi bir hesaplaşmayı mümkün kılacak adımlar atılmalıdır.
Dünyanın uygar devletlerinde olduğu gibi, işlenmiş suçlardan dolayı özür dilemek, geleceğin sağlam temellerini atmak için gereklidir. Dolayısıyla, bütün bunların gerçekleşebilir olmasının yolu unutmamaktan, hafızaları yenilemekten geçiyor.
Türkiye siyasetine egemen olan zihniyet, unutmak ve unutturmak üzerine inşa edilmiştir. 'Unutun, kapatın, unutur ve kapatırsanız o artık sorun olmaktan çıkar' yaklaşımıyla amaçlanan gerçeğin ne olduğu çok iyi bilinmelidir. Yaşanmış olan olayların üstünü örtmek veya küllendirmeye çalışmak, geçici olarak bir rahatlama sağlasa da, zihinleri ve bilinçleri değiştiremez, yüreklerin ateşini asla dindiremez.
Yaşanan tarihsel travmaları ise asla hafifletmez. Bu yüzden de unutarak değil, tam tersine daha fazla hatırlayarak, gerçekleri tüm çıplaklığı ile açığa çıkararak katliamcı zihniyetle yüzleşebilir ve onu aşabiliriz.
Yüzleşilmesi gereken gerçeklerden biri de hiç kuşkusuz ki Maraş Katliamı'dır.
Maraş Katliamı, sadece barındırdığı farklılıklara karşı tahammülsüzlüğün ya da farklı siyasal görüşlerin karşıtlığının açığa çıkardığı bir şiddet ve vahşet ortamı değildir. Bu, aynı zamanda yakın dönem Türkiye tarihinde yönetenlerin, siyasal sürece yön vermek için nasıl gözünü kırpmaksızın insanları birbirine düşürerek katlettirdiğinin önemli bir örneğidir.
Çok eski değildir, acısı tazedir, belleklerden silinmemiştir. Tanıkların anlatımları ve ortaya çıkan belgeler ise devletle daha sıkı bir yüzleşme ve hesaplaşmayı gerektiriyor.
Maraş Katliamı nasıl bir siyasal konjonktürde uygulamaya konulmuştur ve bu katliamdan katledenlerin murat ettiği nedir? Bakmakta fayda var.
1970'lerin ortalarında baş gösteren dünya ekonomik krizi, kaynakların ve pazarların yeniden ve daha dikkatli bir şekilde kullanılması gereğini ortaya çıkarırken, bu ihtiyaca binaen de bağımlı devletlerin yeniden dizaynı da oldukça önem kazanıyordu.
80'lere doğru kapitalist- egemen güçler ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin (SSCB) "Soğuk savaş" gerçeği dikkate alındığında, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eksenli dünyada bir "değişim politikası" çalışmaları gözle görülür bir şekilde artıyordu.
İkinci. Emperyalistler arası savaştan sonra sonra yoğunlaşarak devam eden ABD ve SSCB'nin Ortadoğu politikalarında Türkiye, ABD için bir Ortadoğu üssü iken, bazı Arap ülkeleri de SSCB için üs oluşturuyordu.
Bazı Arap ülkelerindeki rejimler de SSCB için pragmatist politikalarda "geçici" birer "müttefikti." Türkiye ise ABD için pragmatizm ötesi "elde tutulması gereken" bir "müttefik" konumundaydı. Bu sürecin biraz daha başına baktığımızda ise sorunun kaynağının temelinde dünya dengeleri ve toplumsal, ulusal hareketlerin tabiri caizse batı için bir karın ağrısına neden olması yatıyordu.
1968, kapitalist devletler için oldukça tatsız bir yıldı ve etkileri de sarmal bir eğilim göstererek yayılmaktaydı. Avrupa ve ABD' de baş gösteren toplumsal olaylar, özgürlük arayışları kendisini Türkiye'de de hissettirdi. Öğrenci eylemleri olarak başlayan muhalefet, bir süre sonra yeni toplumsal kesimlere ulaştı.
Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkayalar da somutlanan devrimci hareket zamanla geniş bir alana yayıldı. Bununla birlikte Kürt ulusunda görülen yeni bir uyanış özgün bir alan olarak tarihsel rolünü oynamaya başlıyordu.
Böylesi bir ülke gerçekliğinde, SSCB'nin politik etkisini de göz önüne alan emperyalistler, Türkiye'nin kendileri ile olan bağlarını daha güçlü hale getirmek, sol muhalefeti daha ileri gitmeden! ezmek ve dizginleri elinde tutmak adına operasyonun düğmesine basıyordu. Onların yerel işbirlikçileri de uzun süredir böyle bir anı kolluyorlardı.
Bu "gerekçeden" hareketle "olması gereken değişim" için bir "yönteme!" ihtiyaç duyuldu. Türkiye'de bu "yöntemi" mevcut hükümetin iradesi ile uygulamak pek olası değildi. "Değişimi" ancak bir askeri "irade" sağlayabilirdi. Ama "askeri iradeyi" ne harekete geçirebilirdi? İşte asıl mesele burada gizliydi.
Ve Türkiye'de askeri darbenin olması için adım adım hedefler saptandı, kurgular oluşturuldu. Örneğin, Maraş Katliamı'ndan önce buraya bir takım ajanların gittiği, katliamın devletin gizli kurumlarında planlandığı artık gizlenen, gizlense bile bilinmeyen bir husus değil.
Evet, "Türkiye'de askeri darbenin meşrulaşması, toplum tarafından desteklenmesi" gerekiyordu. Askeri darbenin olabilmesi ise, ancak kendi deyimleriyle "yükselen anarşiyi" durdurmakla mümkündü.
Plan uygulamaya kondu. Maraş bu plan için "biçilmiş kaftandı!" Zira bu kent; çok kimlikli, çok kültürlü, değişik inanç gruplarının yaşadığı bir halklar ve inançlar bahçesiydi. Maraş'ta çakılacak bir kıvılcım, çok kolaylıkla benzeri kentlere de sıçrayabilir ve halk "Ordu bizi kurtarsın bu anarşiden" diyebilirdi.
Katliamın planı Pentegon, devletin ilgili kurumları ile "Devlete sadık" siyasal güçlerin paramiliter güçlerinin ortaklığı ile yapıldı.
Öncelikle, Aleviler zaten geçmişten beri devletin nazarında "öteki, ıslah edilmesi gereken, olmaz ise kökü kazınması gereken" suçlulardı. Devlet "suçlunun cezasını" hep kendisi vermezdi. Devletin bu konuda kullanıp vakti geldiğinde bir kenara atacağı maşaları hazırdı. Tez elden bir "Katli vaciptir!" furyası başlatıldı.
Mahallelerde, sokaklarda, camilerde önceleri alttan alta, "katliam vakti geldiğinde" alenen "Vurun Kızılbaşlara" cihadı hazırlandı. Propagandaları öylesine kör ediciydi ki, zaten aklı ve bilinçleri kör olanlar "Kızılbaş avına" çıktılar.
Her şey inceden inceye planlanmıştı. Asker, polis ne yapacak? Sivil-ülkücü faşistler ne yapacak? Camilerde hangi yalan-yanlış, saptırma propagandalar yapılacak? Hatta katliamdan sonra, basına ve kamuoyuna verilecek demeçler bile kafalarda şekillenmiş ve katliama öyle başlanmıştı.
"Çocuk, yaşlı, genç, kadın, kız" demeden, her türlü insanlık dışı yöntemi uygulayacak "Ülkücü bozkurtlar" vazifeye hazırdı. Komünizmle Mücadele Dernekleri aracılığı ile örgütlenen, silahlı eğitim yapan faşistlere, kendi deyişleri ile ayakta kalmayı başarmış tek Türk devletini koruma görevlerini ifa etmeleri için yeni bir kanal açılıyordu.
Devletin görevi ise; "Ülkücü bozkurtların işini kolaylaştırmak", katliamın kolay ve pürüzsüz uygulanmasını sağlayacak ortamı hazırlamaktı.
Bu plan dâhilinde katliam gerçekleştirildi. Yapılan sadece fiziki katliam değildi. İnsani olan ne varsa "yok edilmeliydi" emir böyleydi. Hem bedensel hem de ruhsal katliam yapıldı. Yüzyıllardır birlikte yaşayan Alevi ile Sünni'nin Kürt ile Türk'ün birbirine asla güveni kalmamış, planlayıcıların amaçladığı "düşmanlaşma" gerçekleşmişti. Bundan sonrası kolaydı.
Katliam bittiğinde ortaya çıkan tablo katliamı yapanların dahi planını çok aşmış bir manzara oluşturmuştu. Saldırılardan kurtulabilen Alevilerin Maraş'ta kalabilecek mecali kalmamıştı. Büyük kentlere göçler başlamıştı.
Arkalarında sevdiklerinin ölüleri ve önlerinde katlanılması gereken belirsizlikler toplamı bir hayat duruyordu. Katliam davasına gelince dava, düzmece iddianamelerle yürütülüyor, katiller değil, mağdurlar yargılanıyordu.
Esir alınmış bilinçler, emperyalizmin hizmetine koşulmuş sağ zihniyet, olaylara müdahale etmeyen askerler, mağdur olanları yargılayan mahkemeler aynı amaca hizmet eden birer sacayağıydılar.
Bu denklemde, Aleviler Osmanlı'da nasıl ezenlerin biricik hedefi olmuşlarsa burada da kan ve kin, ölüm ve ayrılık, acı ve keder ile ıslah edilmeye çalışılıyordu. İşin Osmanlı'dan belki de tek farkı, emperyalizm çağındaydık ve katliam planları ile elde edilmek istenen sonuçlar uluslar arası güçlerin ve yerel işbirlikçilerinin ortak kararıydı.
Aynı plan Sivas, Çorum, Malatya'da da uygulamaya konuldu. Katillerin "kökünü kazımak" istediği Kızılbaş, Kürt, Komünist olanlardan sağ kurtulanları ise 12 Eylül darbesi bekliyordu.
Yani, ez, süpür, geriye kalanları işkence ederek içeri tıka!..
Değil mi ki Vehbi Koç, devrimcileri kastederek: "Biraz onlar güldü, sıra bizde." diyerek 12 Eylül'ün mimarlarını selamlıyordu. Oysa bu ülkede Aleviler, Kürtler, Ermeniler, yoksul Türk emekçileri hiçbir zaman gülmediler, gülemediler. Devrimciler emperyalizm ile bağların kesilmesini ve eşitlik isterken, yoksullar insanca bir yaşam arzularken, Kürtler ve diğer halklar özgürlük isterken her zaman büyük bir şiddetle karşılaştılar.
Maraş bunun en büyük örneği değil midir? Devletin ezilenler arasında farklı kimliklere sahip olanları birbirine düşman ederek elde etmeyi tasarladığı şey, tam da uğruna mücadele ettiğimiz eşitlik, özgürlük ve barış için engel durumundadır. Maraş Katliamı'nı bu bakımdan ele almak gerekiyor.
Bu katliam sadece Alevilere yönelik bir girişim değil, aynı zamanda hak talep eden ve edecek olanlara verilmiş bir gözdağıdır. İnsanca ve kardeşçe yaşam için devletin bizim için çizmiş olduğu kırmızıçizgidir. Bunu bilince çıkarmak bizim için oldukça önemlidir; çünkü biz ezilen sınıf, dini inanç ve ulusal kimliklerin yanındayız ve birlikte yürüyeceğiz.
Maraş'ta canlarımızı en korkunç ölümlerle tanıştıranlar ve bunu belli periyotlarla başka kentlerde uygulayanlar biz unuttukça ve nedenlerini sorgulamayıp alıştıkça üstümüze daha çok geleceklerdir. Zihnimizi açık tutacağız, hafızamızı diri tutacağız, ölümlerden ölüm beğenmeyeceğiz ve üzerimizde oynanan oyunları boşa çıkaracağız, birlik olacağız, birlikte olacağız.
Bu vesileyle Maraş'ın yıl dönümünde kaybettiklerimizi tekrar saygı ve özlemle andığımı yaşama açılan her çabayı desteklediğimi belirtmek isterim ve artık Maraşlardan, Sivaslardan, Çorumlardan, Gazilerden kara haber gelmemesini can-ı gönülden temenni ettiğim bilinsin isterim. (FT/EÜ)