Sizce, bir şehir, neden ismini vahşete ödünç verir? Acının, sızının, kaybetmenin, göçün ve ölümün adı neden bir şehrin üstüne kalır? Toprağa değil de sürekli aklımıza, kalbimize gömülen insanların daimi yası bir şehrin üzerine nasıl bu kadar çökebilir peki? Bütün bir toplumun ruhunu ve bedenini sallayan o şiddet festivalinin hesabını nasıl olup da bir şehirden sorabiliriz?
Bu soruları, bir şehir katliamının 30. yılını doldurduğumuz bu uğursuz günlerde, bir de tarihi muhatabına dönerek sormamız lazım: “Maraş olayları” neden bir vahşetin sözlük karşılığı olarak yer etti anlam dünyamızda? Maraş’ın o narin bedenini dağa yaslayıp kâh esneyerek kâh doğrularak yaşadığı enfes zamanlarının tadı nasıl olup da buruşturulmuş, ezilmiş insan suretleriyle sarılıp sarmalandı? Bir de başka türlü sormalı mutlaka: Bir şehir kendi bağrında işlenen cinayetlere kayıtsız kalabilir mi? Kendi cinayetine ebedî bir masumiyet vaat ederek yaşayabilir mi hiç? Kendi sokaklarını yıkadığı kanın lanetine, toprağına sere serpe yığdığı ölü bedenlere dokunacak bir vicdan geliştirmeden hayatına olduğu gibi devam etmeyi seçebilir mi bir şehir? Yalnızca unutarak geçmişi yok edebileceğini düşünebilir mi? Velhasıl Maraş, neden bize daimi olarak unutmak ile unutmamanın dehşetli aralığını hatırlatır durur 30 yıldan bu yana?
Yası tutulamayan cenazeler
“Maraş katliamı”, Hacı Çolak ile Mustafa Yüzbaşıoğlu isimli iki sol görüşlü öğretmenin öldürüldüğü 21 Aralık 1978 Perşembe gününden, askeri birliklerin şehre hakim olduğu 25 Aralık 1978 Pazartesi gününe kadarki beş günlük bir şiddet festivaline bağrında yer açtı. Cinayetle başlayıp katliamla biten, maskeli-silahlı ve örgütlü faşist birliklerden kanla kışkırtılmış, imanla ateşlenmiş çoluk-çocuk, genç, yaşlı erkekler ve hatta orta yaşlı kadınların toplu linç eylemleri ile kitlesel arzularına kavuşan, baltalı, nacaklı şiddet gösterilerinden çapul ve talan eylemlerine kadar, sayısız vahşi olayın harman edildiği bir kanlı düğüne atfen hükmedilmiştir bu ad. Kuşkusuz Maraş’ta bu dönemde olanlar beş günlük kısa ve geçici bir cehennemî gösteri değildi ve katliamın öncesi ve sonrası da şehrin şiddetle ölümcül dansını apaçık anlatacak durumdaydı.
Maraş’ın bu katliamdan önce de cinayet koktuğunu bilmeyen yoktu. Bu olaylar başlamadan birkaç gün öncesinde anti-komünist propaganda içeriği taşıyan bir filmin oynatıldığını, filmin oynatıldığı salona ses bombası atıldığını, ayrıca yine sağ görüşlü olduğu bilinen bir kişinin evine bomba konulduğunu hatırlamak, Maraş şehrinin hasımları arasındaki gerilimlerin nasıl yavaş yavaş örülmeye başlandığına işaret eder. Bu olaylardan hemen sonra ise Alevilerin gelip gittiği bir kahvehanenin taranıp bir kişinin öldürülmesini, öldürülen öğretmenlerin cenazesinden önce yakındaki Bertiz köylülerine kadar ulaşan “komünistler camiye saldıracaklar” şeklinde sayısız anons yapılmış olmasını ve tüm bunlara rağmen olayların başladığı cenaze kortejine çok küçük bir askeri birliğin nezaret etmesini de ekleyelim. Kuşkusuz ki birbirinden farklı siyasi tarafların performansları söz konusuydu bu ilk süreçte. Ama biriken nefretin, önüne çıkan bütün insanî setleri yıkarak ilerleyeceğini de sezmemek mümkün değildi.
Öğretmenlerin cenazeleri kaldırılırken kışkırtılmış topluluğun cenaze kortejine saldırması ise, artık olgunlaşmış bir hıncın açığa çıkma fırsatını en nihayet yakaladığından başka bir anlama gelmiyordu. Fakat, aynı saldırgan topluluğun cenaze kortejini dağıtmakla yetinmemesi artık olanların sıradan bir gerilim olarak görülemeyeceğini, hazır ve nazır durumdaki öfkeli topluluğun daha vurucu bir görev uğruna örgütlenmeye çalışılacağı ve biriken nefretin bir katliama doğru akacağı sonucunu gösterecek gelişmeler de vardı. Nitekim cenazenin kaldırılamadığı günün akşamında Alevi mahallesi olan Yörükselim’in hemen üzerindeki çamlıkta saldırgan bir güruhun saklandığı, askeri birliklerin bu grupla karşılaşmalarına rağmen orayı terk edip gittikleri, güruhun Yörükselim mahallesine saldırıya geçtiği, ama mahallenin öz savunmasıyla karşılaşmaları üzerine bu kez diğer mahallelerde, dağınık biçimde yerleşik olan Alevi evlerine girerek teker teker cinayet işlemeye ve günler süren katliama başladıkları biliniyor. Sıradan halkın maskeli, şapkalı eylemcileri izlediği sonraki dört gün boyunca korku günlükleri tutuluyor birer birer.
Bu korku, bu satırların yazarı gibi o günleri bir ilkokul öğrencisi olarak, kendi güvenli Türk ve Sünni mahallelerinde geçirme utancını yaşayanlar için hazırlanmış değil kuşkusuz. Aleviler ve komünistler için hazırlanmış bir korku bu. Ama, yalnızca hasımları yok etmek de değil güruhun amacı, saldırdıkları her yerden mal varlığı edinmeye çalışan bir çapulcu sürüsü ve giderek yalnızca çapul için adam öldürme eylemleriyle kendinden geçen bir topluluk oluşuveriyor. Sonrası malum. Cennet nine, Müfettiş Süleyman bey, Kalaycı Şah İsmail, Öğretmen Ali Rıza bey, karısı Ayşe, kızı Sebahat, oğlu Mehmet ve daha kimlerin isimlerini sayalım ki birer birer söndürüldü onların hayat ışıkları...
Katliam sonrası
Katliamdan sonrası da yine olageldiği ve hep bildiğimiz gibi: Cenazelerini bile kaldıramayan, ölülerinin yasını tutamayan, kendi mağduriyetine bile tanıklık edemeyecek, tıpkı Ermeniler gibi yalnızca kendi anılarına sığınabilen mağdurlar, kendi göçlerinin derdine düştüler sadece. Ya gidenlerin geride bıraktıkları da fazlasıyla incitici değil miydi? Kendinden olmayanların yasına bile tahammül edemeyen bir şehir kalakaldı geride. Azap çekmeyen, kendi içinde çekilen bir “ah”ın çarpıntısını fark edemeyen bir şehir yaşayabilir mi? Mağdurlarının “bu nasıl olur”, “bunu kim yapabilir”, “insan insana yapabilir mi bunu” gibi çaresiz sorularını dahi duyamayan bir şehir olabilir mi?
Failler toplumuna doğru
Bu soruların cevabını, zamanın İçişleri Bakanı Maraş’a gelip saldırganlar tarafından etrafı çevrildiğinde “olayları siz değil, sol gruplar çıkartmıştır” diyerek çevredekileri teskin etmeye çalışırken vermişti aslında. Ve hepimizin, yalnızca Maraş’ın değil, tüm Türkiye’nin aklı, vicdanı, değerleri işte tam da o anda, bir saldırı eyleminin faillerince dondurulup bırakıldı öylece. Katliam ile hesaplaşmayı hazırlayacak değerler, birikimler ve vicdan yerini failin daimi tehdidine bıraktı. Mağdurun yarasına dokunacak bir el kaybolup gitti. 12 Eylül’ün de büyük desteğiyle öyle bir döneme girdik ki, bu yeni dönem Maraş’taki katliam mağdurlarının hatalarına, eksikliklerine işaret ederek eğlenen, kendini giderek daha da fazla failin dünyasına teslim eden bir hal aldı.
Niye ölmüşlerdi bu kurbanlar? Çünkü toplumun değerlerine saygı göstermemişlerdi! Suçlular kimlerdi? Tabii ki mağdurlar! Sivas katliamında da mağdurlar suçluydu. Tabii ki Hrant da suçluydu. Hakaret etmemiş miydi? Bütün bir toplum aklını, vicdanını, değerlerini giderek faile, onun saldırgan dünyasına, onun ölçülerine indirgeyerek önüne bundan sonra da çıkabilecek her tür çözüm imkanını daha en başından nakıs bıraktı. Peki böyle bir zihniyet ile “geçmişle hesaplaşma”yı bekleyebilir miyiz? Fail ile mağdur arasındaki o uzun mesafeyi arsızca yok ederek herhangi bir cinayete karşı ses çıkarabilmek mümkün mü? Cemil Meriç’in dediği gibi “cinayete ses çıkarmayan, caninin suç ortağı” ise eğer Türkiye hem toplumuyla hem de bütün temel kurumlarıyla yıllardır bu suç ortaklığının yükünü taşımaya devam ediyor maalesef. Maraş katliamı hâlâ vicdanını arıyor.(OGE/EÜ)
* Orhan Gazi Ertekin, yargıç, Beypazarı Adliyesi
** Bu yazı Radikal2'nin 21 Aralık tarihli sayısında yayınlandı.