Kas gücünün, kaba kuvvetin, çevikliğin, cesaretin ve “erkeklere has” daha birçok niteliğin birleştiği bir alanda eşcinsel bir erkeğin başarılı olması şaşırtıcı mı?
Yoksa yüzü maskeli, iri yarı, maço tavırlı erkeklerin hâkimiyetindeki bir alanda payetli kostümlerle ringe çıkan, yüzünden makyajı, uzunca saçından boyayı ve mizampliyi eksik etmeyen bir güreşçinin varlığı güreş camiasının imajına halel getirir mi?
Meksika'da Lucha Libre adını almış olan, serbest güreşin şova dönük versiyonunda efemine tavırlı erkekler uzun yıllardan beri kabul görmüştü, fakat kadınımsı güreşçilerin fonksiyonu “palyaçoluktan” öteye gitmiyordu. Meydan okumaya, kıran kırana mücadeleye, “erkek erkeğe boğuşmaya”, şiddete ve kavgaya, ezici zafer ve yenilgiye susamış seyircinin tam anlamıyla tatmin olabilmesi gerekiyordu; kendiyle bağdaştırmaktan özenle kaçındığı, aşağılamaya alıştığı "ibne" klişesiyle alay edip gülerek deşarj olması, evine kurtlarını dökmüş muzaffer bir savaşçı gibi dönüşünün parçasıydı.
Cassandro'ya uzun yıllar boyunca şans tanınmadı, kapılar yüzüne kapandı. Dayak yedi, aşağılandı, dışlandı, ama sebat etti ve 1992 yılında kendi kilosunda dünya şampiyonu olunca bir tabuyu da yıkmış oldu. Hem kendi, hem de "karı kılıklı", "yumuşak", "kırık" gibi söylemlerle başkalaştırmak istenenlerin tümü için onur ve şeref sahibi oldu.
Muhafazakarların kesinlikle kendinden saymadığı, genelde toplumun kenarında yaşamayı seçmiş, nevi şahsına münhasır, eksantrik ve egzotik karakterlere ilgi duyan Fransalı Marie Losier bu sefer kamerasını 27 sene boyunca ringlerden inmeyen Meksikalı Cassandro'ya çevirmiş.
2018 Cannes film festivalinde, geniş çaplı dağıtım şansı pek bulunmayan eserlerin seçkisi ACID'de yer almış Cassandro the Exotico! gezegenimizin Türkiye ile benzerliği inkâr edilemeyecek diyarlarından Meksika'ya ayna tutuyor.
Geleneksel belgesel sinema dilini, karakterinin hayallerini, duygusal dünyasını yansıtmaya yönelik her zamanki kendine has numaralarla harmanlayan Losier bize Cassandro'yu kesinlikle sevdiriyor.
Rol modeli Lady Di
Kendisine Meksika'nın Liberace'si dedirtecek kadar, frapan olduğu ölçüde tapon giyiniyor Cassandro; ringe çıkarken giydiği uzun mu uzun, cafcaflı veyahut bembeyaz ama mutlaka payetli pelerinler de cabası. Emin adımlarla seyircilerin arasından hızla ilerleyip bedenini konuşturacağı platformun kıyısına gururla varıyor; detaylarıyla tasarlanmış koreografiye uygun olarak kendini ringe gayet çevik hareketlerle atarken, tutturduğu ritmle senkronizasyonu hiç bozmadan bir eliyle uzun "kuyruğu"nu da idare etmeyi biliyor.
Cassandro'nun kendine rol modeli olarak Lady Diana'yı seçtiğini de öğreniyoruz albenili belgeselde; prensesini saygıyla yâd ediyor.
Yaşadıklarının onu alkole, uyuşturucu ve uyarıcılara sürüklediğini samimiyetle itiraf etmekten asla imtina etmiyor teşhirci Cassandro. Ne de olsa kameraların üzerine çevrilmesine alışık, teşhircilikte pek sınırları olmayan bir sahne canavarıyla daha karşı karşıyayız.
Psikolojik destek almış olduğunu, 10 sene boyunca terapiye devam ettiğini de anlatıyor, Meksika'da tanındığı ismiyle Cassandro El Exotico. Hatırladığı kadarıyla, altı veya yedi yaşlarında tacize uğradığı da su yüzüne çıkmış gerçeklerden. Tabii zorlu hayatının tortuları bununla kalmıyor. Kesiklerin, yaraların, kırıkların izlerini cömertçe paylaşıyor, üst dişlerinin takma olduğunu, çenesinin iki kere yerinden çıktığını, sekiz kere beyin sarsıntısı geçirdiğini, dört ağır cerrahi müdahaleye maruz kaldığını da belirtiyor. İlerleyen yaşında sancılarının arttığını, mazisinden dolayı ağır ağrı kesicileri pek kullanamadığını da öğreniyoruz. Fakat birkaç depresif anı dışında genelde neşeli ve kıpır kıpır; hayata sarılıyor ve pozitif enerjisini heyecanla ortalığa saçıyor.
Zaten esas amaç kendisini kendinden korumak!
Baba meselesi
Erkek eşcinselliğinin olmazsa olmazlarından baba sorunu da karşımıza çıkıyor filmde. Çocukluğunda babasını daha çok evin tedarikçisi görevini dirayetle sürdürürken hatırladığını, şefkat gösterme ihtimalinin hiç olmadığını ifade ediyor. Aslında tamamıyla oğlunu inkâra dayalı bir tavır sergilediğini ve bunun Cassandro'nun epey ağırına gittiğini de öğreniyoruz. Neyse ki artık araları gayet iyi, babası Cassandro'ya yakınlık gösteriyor, yardımcı oluyor. Bunda dünya çapında kariyer sahibi olmuş oğlunun başarısının veya parasal desteğinin payı yok mudur acaba?
Cassandro'yu arada sırada dua ederken, kilisede mum yakarken veya güreşmeye başlamadan hemen önce istavrozunu çıkarırken de yakalıyoruz. Meksika'nın yerel inanışlarına uygun geleneksel kostümler kuşanarak tütsü yaktığına, hatta toplu ayinlere katkıda bulunduğuna da şahit oluyoruz. Bize yansıtmayı tercih ettiği imajına uygun olarak, ki belgeselin genel havasına yakışan da bu, Cassandro artık bir kurban değil; tam tersine, ne yaparsa yapsın muzaffer olmayı kendine şiar edinmiş güçlü bir "başbelası" o. Lucha Libre'nin egzotik medarı iftiharı, vücudunun yaşlandığını kabul ediyor ve rezil rüsva olmadan emekliye ayrılmaya karar veriyor: "Artık ringlerde yalnız benim gibiler değil, kadınlar ve cüceler de saygıyla alkışlanıyor, ben görevimi yerine getirdim!"
Bir sirk kadar eğlenceli
Daha önce Meksika'nın popüler güreşi Lucha Libre'ye ilgi göstermiş olan yönetmen Marie Losier'nin estetik Fransız dokunuşu filmin başında Ennio Morricone'nin erotik Metti Una Sera In Cena'sıyla hissediliyor. Filmin karakterine ve yerinde duramayan tabiatına iyice ısındığımız daha agresif anlarda tempoyu yine gayet yakından tanıdığı Alan Vega'dan Jukebox Baby ile artırıyor.
Oysa Cassandro, filmin birkaç sekansında tanık olduğumuz gibi, daha çok damardan bazı Latin şarkılarını beğenip sesini pek parlak bulmasa da onlara eşlik etmeyi seviyor. Kahramanımızı filmin son karelerinde izlerken Orquesta Típica Victor'un 1926'dan seslenen tangosu La Payanca ise bir çocuk gibi haşarı Cassandro'nun neşeli olduğu oranda hüzünlü, dışa dönük olduğu kadar acılarını bastıran, kendini sevdiği gibi mazoşizmden beslenen, dramatik ve teatral doğasından ipuçları veriyor. Film bizi bir sirkteymişçesine eğlendirip motive ediyor, fakat yönetmenin kahramanına saygıda kusur ettiğine dair kuşku asla uyandırmıyor.
Losier'nin 16 mm'lik film kullanması bir yana, güreş anlarının veya seyircinin dehşete kapılmasına sebep olan bazı akrobatik hareketlerin saniyede 18 kareyle yansıtılması seyirliğin arkaik büyüsünü güçlendiriyor.
Kendi ülkesinden ABD'ye, İngiltere'den Japonya'ya uzanan geniş spektrumlu kariyerinde, tecrübesinin tavan yapmasıyla gençlere eğitim vermesine de tanık oluyoruz 40'lı yaşlarındaki Cassandro'nun. Hız alıp ringden fırlayarak seyircilerin üzerine atlama hareketini öğrenirken seyrettiğimiz birçok toy güreşçinin sakar atlayışlarının peş peşe montajlanarak sunulması klişe olsa da filme kesinlikle yakışıp ivme kazandırmış.
Cassandro'nun memleketinde “kendisi gibilere” münasip görülen egzotik yakıştırması Losier'nin filminin bütününü de layıkıyla betimliyor. O gücünü, ender olarak kısalttığı medarıiftiharı saçlarından alıyor, diğerleri gibi maskeden değil. Gizemli luchador'ların erkeksi olanları, tılsımın bozulacağını düşündüklerinden mi ne, maskelerini asla çıkarmama hususunda büyük hassasiyet gösterip yüzlerini özenle gizliyorlar; belki de bu, hayranlarının kendilerine duyduğu alakaya ekstradan cinsel bir motif kazandırıyordur…
Ya biz, maskemizi çıkarmaya hazır mıyız?
Cinsellikte akışkanlık
Cinsellik hususunda çok daha girift dinamiklerin yaşandığı The Ballad of Genesis and Lady Jaye belgeselini de bu vesileyle anmakta fayda var. Yönetmeni Marie Losier'nin geniş çapta tanınmasına büyük katkıda bulunmuş, dünyadaki birçok saygın festivalde yer alıp IndieLisboa, Cinéma du Réel ve Berlinale'de ödüllendirilmiş 2011 yapımı film aurasını koruyor.
Belgeselin esas kahramanı Neil Andrew Megson, veya sanat adıyla Genesis P-Orridge, Paula Brooking'le evliliğinden iki kız evladı olmuş, ayrıksı kişiliği ve performanslarıyla sahnelerde dehşet estirmiş bir çılgın. Yer aldığı COUM Transmissions, Throbbing Gristle ve Psychic TV gruplarıyla punk öncesi ve sonrası arasında köprü vazifesi görmüş. Endüstriyel müziğin atalarından sayıldığı gibi rock ve elektronik müziğin de ufuklarını genişletmiş devrimci bir şahsiyet. 2016'da vefat eden Tony Conrad'la kemanlarını karşılıklı konuşturmaları evlere şenlik!
Fakat filmde daha çok dikkat çeken kendi bedenine biyolojik olarak uyguladığı değişimler. Cinsiyetinin yeniden belirlenmesi yönünde muhtelif tıbbi müdahaleler sürerken, Lady Jaye olarak tanınan Jacqueline Breyer'e aşık olmuş ve akabinde iki eksantrik karakter birbirlerine benzemek üzere estetik ameliyatlar silsilesine girişmişlerdi. Bu projeye iki kimlikten ayrılmaz bir üçüncü kimlik yaratmak anlamında 15 sene sürecek evliliklerinden yola çıkarak Pandrojin adını takan Genesis ne yazık ki sanatsal işbirliği içinde de olduğu Lady Jaye'i kaybetmiş.
Bu film de yönetmen Losier'nin kahramanlarının dünyasına asgari rahatsızlık vererek adeta sızdığı dinamikten besleniyor; Losier teşhircilikten asla gocunmayanların özel hayatlarının ayrıntılarını tutucu seyirciyi şoke edecek biçimde ortalığa saçıyor.
Trans öldürmenin dokunulmazlıkla savuşturulduğu diyarlardan
ABD askerlerinin sözde muhafazakar tutumu yüzünden kendileriyle cinsel münasebete soyunan seks işçilerinin trans kimliğini saklaması Filipinler'de bilindik bir dinamik. Bir zamanlar ABD'nin sömürgesi olan ada memleketinin kazandığı bağımsızlığın da sözde kaldığı iddia ediliyor. Ne de olsa bölgedeki varlığını inatla sürdürmek üzere Amerika Birleşik Devletleri ordusunun Filipinler'deki askeri üsleri halen faal ve oralarda görev alanların suç işledikleri zaman herhangi bir mahkemeye çıkarılmadan apar topar memleketlerine kaçırıldığı daha önce görülmüş; zaten kanunen ABD ordusu mensuplarının cezalarını en kötü ihtimalle ABD hapishanelerinde çekmesi öngörülüyor.
Jennifer Laude cinayetine eğilen 2018 ABD yapımı Call Her Ganda adlı belgeseli PJ Raval yönetmiş; 93 dakikalık film Tribeca Film Festivalinde dünya prömiyerini yaptıktan sonra Los Angeles ve Toronto'da ödüllendirilmiş.
Hunharca öldürülmüş olsa da Laude'un cinsel kimliğini saklamış olması ABD'deki gericileri coşturmuş: "Vatan için böyle cinayetlere can kurban!", "Evlatlarımızı aldatanlar ölmeyi hak ediyor!" gibilerinden söylemler sosyal medyada ırkçılık, ayrımcılık ve nefreti alevlendirmiş, kötülük bir kez daha prim yapmış.
Filipinlilere yönelik bir suçun daha cezasız kalmaması için yürütülen başarılı LGBTİ kampanyası ve uzun hukuki süreç sonucunda 19 yaşındaki ABD askeri Joseph Scott Pemberton Filipin mahkemesinde suçlu bulunmuş. Fakat ABD güvenlik kuvvetleri ve yetkililerinin dava kararı açıklandığı anda müdahale edip Pemberton'ı üslerine götürmeleri Filipinler'in bağımsız devlet konumunu tekrar sorgulanır hale getirmiş.
Popülist söylemlerle o arada başa gelen Rodrigo Duterte'nin, ülkede bu sebeplerden dolayı tavan yapmış ABD düşmanlığını seçimlerinde sömürdüğü biliniyor. Fakat Duterte'nin sonradan da ABD'ye meydan okuması, bağırıp çağırması, yaygaracı lider furyasına bir yenisini eklerken Pemberton'ın hâlâ ABD üssünde tutulması bize yansıtılmak istenen imajın tam tersinin geçerli olduğunu hissettiriyor.
Call Her Ganda belgeseli her ne kadar meseleyi sadece kurbanın yakınları ve savunucularının bakış açısından, daha çok duygusal bir gazetecilik diliyle yansıtsa da trans kimliklerin geleneksel olarak kabul gördüğü Filipinler'e dikkatimizi çekmek için birebir. Ne de olsa mazide örnekleri bolca görülmüş ve sözde olma ihtimali gayet yüksek bir "Uyuşturucuya Karşı Savaş"ın hukuksuzca sayısız kurban vermeye devam ettiği diyarda otoriter Duterte gibilerin, trans bireylere ayıracak pek vakti olmaz gibi görünüyor, umarım yanılıyorumdur! (MT/AS)