70'li yıllarda eylül gelince yazlıkçı kentsoyluların Burgaz'ı yavaş yavaş terketmesi, ailemiz gibi sayfiyede kalmaya devam edenlerde adanın gerçek sahipleri olma yanılsamasını yaratırdı. Bir dahaki bahara kadar boşalan evlerin bahçelerine kilitli kapılar veya duvarlardan tırmanarak sızmak, kır çiçekleri yerine bahçıvanların özenle yetiştirdiği egzotik bitkilerden koca koca demetler oluşturup anneme sunmak veya ağaçlarda kalan son incirleri yemek çocukluğumun en heyecanlı maceraları arasındaydı. Komşuların yaz boyunca okuyup, çöpe atılmak üzere evin dışına bıraktığı Stern, Grand Hôtel ve bilhassa Neue Revue gibi erotik içerikli dergileri karıştırmak da yasakları delmenin hazzını fazlasıyla katmerliyordu; ne de olsa kendi dünyamda, gizli bir hayranlıkla okuduğum Zagor dışında sadece Hey dergisine takıntılıydım.
Okulların açılmasıyla Şehir Hatları’nın zorlayan tarifeleri yüzünden uykusuzluk çeksek de, ailelerimiz bu düzeni Cumhuriyet Bayramı’na kadar bir biçimde sürdürmeye çalışır, ama burjuva olmamız sebebiyle bizim de eninde sonunda İstanbul'u boylamamız kaçınılmaz olurdu.
Bir zamanlar yanına bile yaklaşmayı düşünemeyeceğimiz Yassıada'nın tamamıyla gözden çıkarılmasıyla lanetli adaya yaptığımız ilk ziyaret ise, ergenliği çoktan geride bırakmış olsak da, coşkulu bir put kırma merasimine dönüşmüştü.
Boşalmış yaşam alanında var olma duygusunu yıllar sonra layıkıyla hissetmeme sebep olan Yunanlı sinemacı Athina Rachel Tsangari'ninAttenberg'i oldu. 2010 yapımı ödüllü filmin bana bir diğer hediyesi, gecikmiş bir keşif olarak Suicide grubunun Be Bop Kid adlı şarkısıydı; zaten çoktan Roll okuru olmuştum…
Punk müzik deyimini 1970 yılında resmen ilk kullanan grup olarak kabul görmüş, Alan Vega ve Martin Rev'den müteşekkil Suicide hiçbir zaman gerçek popülerliği yakalayamadı, fakat 80'lerde oluşan tüm synth-pop ikililerine ilham kaynağı oldu, indie rock, endüstriyel müzik , deneysel elektronik veya dans müziğiyle iştigal eden birçok müzisyeni derinden etkiledi.
Bazılarınca The Clash kadar önemli sayılması gerektiği söylenen grubun vokalisti Alan Vega şahsi kariyerinde de sivrilmeyi başaramasa da glam-punk ikonu olarak hafızalardan silinmiş değil.
Çalışmalarını New York'ta sürdüren Marie Losier'nin 2014 yapımı Alan Vega, Just a Million Dreams (Alan Vega, Sadece Bir Milyon Hayal) adlı kısa belgeseli, şiddet dolu sahne performanslarıyla anılan aykırı sanatçı Vega'ya şefkatli bir bakış atıyor. Şu anda 66 veya 76 yaşında olduğuna dair gizem süredursun, orta sınıf aile kalıplarının içinde olsa da Vega'nın devrimci ruhunu bir şekilde koruduğuna şahit oluyoruz.
Berlinale'den Teddy ödüllü, 2011 yapımı The Ballad of Genesis and Lady Jaye adlı belgeselin yönetmeni, iddialı sinemacı Losier kamerasıyla Vega'yı adeta dans ettirdiği gibi sanatçının şefkatli bir aile reisi olarak Noel ağacını süslemesine de tanık olmamızı sağlıyor - gerçek adı Boruch Alan Bermowitz olan Yahudi kökenli Vega için Spinoza'nın müridi dense de!
Agresif enerjisini özümsemiş gibi görünen oğluyla kah evde prova yapıyor, kah eşiyle çamaşırhanede vakit geçiriyor, fakat sahnelerde kendine has şovunu sergilemeyi de sürdürüyor. Sanatçı ve devrimci olmanın çok zor olduğundan dem vururken hayatın kendisini devrimci olarak nitelendirmekten de geri durmuyor.
Iggy Pop'u sahnede gördüğü andan itibaren kendini sahne ateşinin içine atan Vega, avangard duruşunu yaşadığı sürece devam ettirmeye kararlı gibi göründüğünden, eserleri The Tate Modern, Whitney Bienali, PS1, MOMA gibi elit sanat kurumlarında yer bulan Losier'ye de bu yaşayan ikonu belgelemek düşmüş.
Minimalist hatta ilkel, hipnotik olduğu kadar gergin ve nevrotik, mırıldanan ama saldıran, kargaşaya meyilli, isyankar, akortsuz ve terk edilmiş bir ada kadar tekinsiz Suicide Vega'nın sesine kulak kabartmakta hala fayda var. (MT/YY)