Türkiye'de birçok kişinin "Kaptan Kusto" olarak hatırlayacağı Jacques-Yves Cousteau, su altı dünyasını gezegen çapında tanıtmış popüler bir simaydı. TRT'nin tek kanalla yayın yaptığı siyah-beyaz dönemde yayınlanan uzun belgesel serisi, memlekette nispeten geniş halk kitlelerinin denizle ilk imtihanını oluşturmuş, birçok insanı su altını en azından merak eder hale getirmişti.
Bilhassa okyanuslar hakkında uzmanlaşmış olsa da, Calypso adlı araştırma gemisinin yolu Marmara denizinden de geçmiş, ünlü dalgıç Sivriada'nın (yoksa Yassı mıydı?) gayet derin ve tehlikeli sularında ekibiyle dalışlar gerçekleştirmişti.
Liz Garbus imzalı "Becoming Cousteau" belgeselinde olağanüstü arşiv malzemesine kaptanın sesi olarak eşlik eden ses Vincent Cassel'e ait. Cousteau'yu bilim insanı, sinema yönetmeni ve yazar kimliğiyle tanırken ister istemez çevreci oluşuna da tanıklık ediyoruz. Bilimsel araştırmaları popüler hale şahsen getirdiği yıllarla günümüz dünyası arasındaki uçurumları filmi izlerken daha çok hissedecek, alarm veren gezegenimizin gidişatına uzun zamandır belki boşuna dur denmeye çalışıldığını hatırlayacaksınız. Kaptan Kusto, fazlasıyla uzun Demokrasi ve Özgürlükler Adası adıyla yeni bir kimliğe büründürülmeye çalışılan Yassıada'nın ve çevresindeki su altı dünyasının acınası vaziyetini görse acaba ne derdi?
Film müziği deyince...
"İyi, Kötü ve Çirkin" filminin müziği olarak hafızalarda yer etmiş melodinin geçen sene vefat etmiş Ennio Morricone'ye ait olduğu geniş kitlelerce biliniyor. Meşhur bestecinin adı genelde Spaghetti Western sinemasıyla anılsa da uzun kariyerinde geniş çaplı üretimde bulunmuş, İtalya'nın en saygıdeğer çağdaş bestecileri arasında yerini almıştı.
Giuseppe Tornatore imzalı 152 dakikalık "Ennio" adlı belgeselde kendisini evinde gayet ritmik hareketlerle jimnastik yaparken, sessiz ortamda kâğıt kalemle yeni eserler bestelerken görüyor, ayrıca satranç sevgisine vâkıf oluyoruz.
Aslında doktor olmak istediğini, mütevazı kökenlerine rağmen babasının onu trompetçi olmak üzere konservatuvara yolladığını öğreniyoruz. Zamanla besteciliğe meyil gösterdiğini ve aslında deneysel soyut eserlere kaynak oluşturabilmek için film müziği yapmaya giriştiğini de...
Filmde Morricone'nin kendisi seyirciye kılavuzluk etme vazifesini üstleniyor; Bertolucci, Argento, Levinson, Tarantino, Stone, Springsteen, Zimmer, Metheny gibi ünlüler bir sinema efsanesine dönüşmüş olan besteciyle ilgili enteresan anılarını zevkle paylaşıyor.
Bir şarkı nelere kadir
"İnsanlar asırlardır 'Hallelujah'yı söyleyip duruyorlar, buradaki ufak yolculuğumuzu teyit etmek için" diyor, en meşhur ve başka sanatçılar tarafından en çok yorumlanan parçası hakkındaki belgeselin başında Leonard Cohen.
Dan Geller ve Dayna Goldfine imzalı "Hallelujah: Leonard Cohen, a Journey, a Song" adlı film Kanadalı şarkıcı ve şair hakkında daha önce görülmemiş arşiv malzemesini layıkıyla kullanırken, bilhassa ünlü parçasının hayatındaki rolünü irdeliyor.
Yaratılma sürecinin uzun ve sancılı yıllar alması bir yana, piyasaya çıktığı zaman ticari bir hüsrana uğramasına şahit oluyoruz. Sözlerinde barındırdığı eski ahite ait dini mesajların sanatçının kendisi tarafından zamanla nasıl ayıklanıp evrildiğini de merakla izliyor, geçtiğimiz senelerde vefat etmiş değerli sanatçıya tekrar saygı duymaktan kendimizi alamıyoruz.
Filmde hatırlatılan Hallelujah versiyonlarından Jeff Buckley ve Rufus Wainwright'ınkiler öne çıkıyor, şarkının yaratılmasından çok sonra zamana nasıl direndiği ispatlanmış oluyor.
Eğrisi doğrusuyla ardından gayet parlak bir iz bırakmış Cohen hakkında başka başka sinema eserleri izleme ihtimalimiz istikbalde de yüksek galiba!
Din otoriteleri karşı çıksa da...
Kilise tarafından "sapık", devlet tarafından "komünist" ilan edilmiş olsa da, Mesih İsa hakkında bir film çekmeye girişen Pier Paolo Pasolini "Matta'ya Göre İncil"i gerçekleştirmek için gözüne Kutsal Topraklar'ı kestirmişti. Fakat yıl 1964 olmasına rağmen çekim mekânlarını belirlemek üzere İsrail'e gerçekleştirdiği ziyaret onu hayal kırıklığına uğratmış, coğrafyanın çoktan beri modern dünyanın kurbanı olduğunu idrak etmişti.
Andrei Ujica'nın yönetmenliğini üstlendiği "2 Pasolini" adlı belgeselde efsanevi yönetmeni yine de muhteşem çöl manzaralarını hayranlıkla izlerken görüyor, Vatikan danışmanı rahip Andrea Carraro'yla sohbetine tanık oluyoruz. Filmde "Matta'ya Göre İncil"den görüntüler de izliyoruz.
Pasolini Hıristiyan Katolik dünyasının dine bakışının ne kadar çarpık olduğunu anlatmaya sanki boşuna soyunmuştu. Belgeselin yaratıcısı, usta yönetmen Ujica gittikçe kabaran fırtınalı deniz görüntülerinin eşliğinde havari Matta'nın İncili'nden bir alıntıyı bize dinletiyor. Alıntıda Mesih İsa, yazıcılar ve Ferisi'lerin riyakârlığı hakkında insanları uyarmakta.
Kapanış jeneriğinde 2Pac Shakur'un meşhur parçası "Hit'em Up", Pasolini'nin filmi hakkındaki bu şiirsel belgesele şaşırtıcı bir anlam katmanı eklemiş oluyor.
Filmin nerede çekildiğine dönersek, İtalya'nın en aykırı sinemacı, şair ve yazarlarından biri olarak hatırlanan Pasolini istediği ambiyansı yakalayabilmek için İtalya'nın Calabria, Lazio, Sicilya ve Puglia bölgelerini seçmiş, Kudüs'te geçen sahneler için Sassi di Matera'yı uygun görmüştü.
Maria Callas'a başrolü oynattığı "Medea" filmine mekân olan Kapadokya'nın bugünkü halini Pasolini görse ve dünyanın gözbebeği olan böyle bir coğrafyanın doyumsuz inşaat sektörüne müsrifçe teslim edilmesine şahit olsa, herhalde buralardan da büyük bir üzüntüyle kaçar giderdi!
Sıradan varoluşun ağırlığı: Ayşegül Savaş'ın Antropologlar kitabı
Kitap, Kanada’daki okur çevremde farklı görüşler uyandırdı. Kimisi, “aksiyon ve çatışma eksikliği” nedeniyle romanı fazla sakin ve durağan buldu. Ama, ben dahil pek çok kişi hikâyede üzerine konuşacak, düşünecek çok şey bulduk. Ayşegül Savaş’ın, kendine özgü sade ve şiirsel bir dili var.
Yıllar önce New York'ta bir modern sanat müzesinde bir sergide kum yığınına rastladım. Aklımdan geçen ilk şey müzenin o kısmının inşaat halinde olduğuydu.
Daha sonra kum yığınının sergilenen bir sanat eseri olduğunu fark ettiğimde gülmekten kendimi alamadım. Sonra düşünmeye başladım- ve 25 yıl sonra hala düşünüyorum. Bu basit kum yığını ne anlama geliyor? “Şair burada bize ne anlatmaya çalışıyor?”
Bazen sanatın amacı tam da budur: Görünüşte sıradan bir kum yığını olmak. Sanat her zaman sınırlarla tanımlanamaz, bir çerçeveye sığmaz. Çoğu zaman biçimden çok düşünceye seslenir. Belki de sanatçı, bizleri durmaya, yavaşlamaya ve gözden kaçırdığımız şeyleri önemsiz bulup geçtiğimiz şeyleri gerçekten görmeye davet ediyordu. O sanat eserine kim bilir ne anlamlar yüklendi… Ama şimdi, yıllar sonra düşündüğümde, kumu zaman ve hafıza gibi akıp giden bir hayatın metaforu olarak görüyorum. Ya da henüz inşa edilmemiş bir yuva.
Ayşegül Savaş'ın, henüz Türkçeye çevrilmemiş olan üçüncü romanı, Antropologlar'ı okurken aklıma o kadar sade, görünüşte vasat ama bir o kadar da sıra dışı o kum yığını geldi. Tıpkı bu sanat eserinin sanatın ne olduğuna dair algımıza meydan okuması gibi, Antropologlar da bir romanın nasıl olması gerektiğine dair beklentilerimizi bozuyor. Basit bir kum yığınında olduğu gibi, bu roman da ilk bakışta 'sıradan' veya 'önemsiz' görünebilir. Yazar, geleneksel roman unsurlarından saparak, okuyucunun hikâye akışına tutunmasını zaman zaman zorlaştırıyor. Ortada belli bir çatışma, dramatik bir gerilim ya da doruk noktası yok ve çatışmanın kendisi olmadığı için çözüme dayalı bir son da yok. Ancak romana gücünü veren de bu sadelik ve muğlaklıktır bence. Muhtemelen pek çok okuyucu için kitabın çekiciliği burada yatıyor.
Romanın kahramanları Asya ve Manu, üniversiteden yeni mezun olmuş, ortak dilleri veya vatanları olmayan genç evli bir çifttir. İsimsiz yabancı bir şehirde (muhtemelen Avrupa'da bir yerde), hem fiziksel hem de mecazi anlamda kendilerine bir ev ararlar. Roman, kısa, başlıklı bölümler halinde film şeritleri gibi yapılandırılmış ve bu bölümler aracılığıyla, Asya ve Manu'nun göçmen olarak hayatlarını nasıl sorguladıklarına, yeni arkadaşlarıyla günlük etkileşimlerine, farklı nesillerden aile ve komşularla Zoom görüşmeleri yaptıklarına tanık oluyoruz. Romandaki çiftin günlük yaşamını hem belgesel film yapımcısı hem de antropolog olan Asya’nın birinci tekil şahıs merceğiyle takip ediyoruz. Bu kadar özlü, içe dönük ve karakter odaklı bir öykü yazmak zor; ancak Ayşegül Savaş bunu şaşırtıcı bir samimiyet ve yalın bir dille başarıyor.
Kitap, Kanada’daki okur çevremde farklı görüşler uyandırdı. Kimisi, “aksiyon ve çatışma eksikliği” nedeniyle romanı fazla sakin ve durağan buldu. Ama, ben dahil pek çok kişi hikâyede üzerine konuşacak, düşünecek çok şey bulduk. Çiftin günlük yaşamındaki kısa bolümler o kadar ince detaylar ve üstü kapalı cümlelerle tasvir edilmiş ki, duygusal derinlikleri ve karmaşıklıkları ancak kitabı ikinci kez okuduktan sonra fark edebildim. Örneğin, Asya'nın ve Manu'nun öğrenci hayatlarından yerleşik-yetişkinliğe geçişi, büyük dönüm noktalarıyla değil, banka/ipotek randevuları için özenle kıyafet seçmek veya “ayıp olmasın” diye bir davete gitmek gibi ilk bakışta önemsiz görünen küçük nüanslarla anlatılmış. Romanın bir başka güçlü tarafı da anlatı boyunca özenle ama yine incelikle örülmüş ev metaforunun kullanılması. Hikâyenin geçtiği şehrin isimsiz olması, ev kavramının belirli bir coğrafi bölgeden çok, aidiyet ve duygusal bağlarla ilgili olduğunu vurgulamak için miydi? Orası tartışmaya açık.
Kitabı çok sevdim; okurken, bir Avrupa şehrinde geçirdiğim gençlik yıllarımı özlemle anmadan geçemedim. Hikâyedeki karakterlerle aramda sessiz ve derin bir bağ kuruldu sanki. Özellikle o sabah kahveleri, bardaki buluşmalar, yaşlanmış, gösterişli komsu teyzeler… hep sıcak ve tanıdık geldi.
Ayşegül Savaş’ın, kendine özgü sade ve şiirsel bir dili var. Bunu yazarın diğer kitaplarında da gözlemledim. Sıradan gibi görünen anların içinde saklı olan derinliği ortaya çıkarması büyük bir ustalık. Yine de geleneksel bir roman çizgisine alışkın olan genel okuyucular bu kitabi fazla yavaş ve hatta yorucu bulabilir. Minimalist hikâye anlatımı, minimalist görsel sanatlar gibi, insandan fazladan şeyler talep eder: sabır, dikkat ve düşünme ve gözlem. Tıpkı romandaki anneannenin Asya'dan daha büyük şeyler beklediği gibi okuyucular da bu romandan daha fazlasını bekleyebilir. Nitekim anneannesi Asya'ya, "Biz sana kocaman bir kıtanın (Asya) adını verdik. Ama sen küçük bir parkın belgeselini çekiyorsun,” der.
Savaş'ın hayat hikayesini okuduğumuzda bu romanın otobiyografik doğasını daha iyi görebiliriz. İstanbul'da doğan Ayşegül Savaş, diplomat bir ailenin çocuğu olarak Adana, Ankara, Londra ve Kopenhag'da yaşadı. Amerika Birleşik Devletleri'nde antropoloji ve sosyoloji okudu. San Francisco'da yazarlık alanında yüksek lisansını tamamladıktan sonra 2012 yılında Letonyalı eşiyle birlikte Paris'e taşındı. Hikâyede tasvir edilen şehir de yazarın yaşadığı Paris'e çok benziyor.
Barack Obama’nın her yıl “en çok sevdiğim kitaplar” listesi vardır ve Obama, Ayşegül Savaş'ın bu kitabini 2024 yılında bu listeye eklemiş. Savaş'ın diğer iki kitabından dolayı zaten güçlü bir yazar olduğunu düşünüyorum ancak bu listeye dahil edilmesi onu daha önde gelen bir yazar haline getirdi ve kitabı dünya çapında daha geniş bir okuyucu kitlesiyle tanıştırdı.
Bu romanın günlük sıradanlığı sizde yankı uyandırmasa bile, Savaş'ın zarif, basit ama güçlü dili için kitabı yine de takdir edeceğinize inanıyorum. Belki de bir zamanlar, zor kararlar, ağır sorumluluklar ve katı, yoğun bir takvim altında ezilen Obama’nın bu kitapta bulduğu şey belki de basit bir hayatin sükûnetiydi. Savaş’ın Antropologlar ’da sıradan varoluşun ince derinliğini ve gizli ağırlığını ustalıkla ve hassasiyetle yakaladığına inanıyorum.
Öğretmen. Kanada’nin yerli halklarından olan Squamish ve Masquem halklarına ait K'emk'emeláy (Vancouver) bölgesinde yaşıyor. Kanada’da çeşitli üniversitelerde okutmanlık ve devlet okullarında öğretmenlik yaptı. Türkiye’de ise...
Öğretmen. Kanada’nin yerli halklarından olan Squamish ve Masquem halklarına ait K'emk'emeláy (Vancouver) bölgesinde yaşıyor. Kanada’da çeşitli üniversitelerde okutmanlık ve devlet okullarında öğretmenlik yaptı. Türkiye’de ise farklı okul ve üniversitelerde öğretmenlik yaptıktan sonra, sekiz farklı ülkede okutman ve İngilizce öğretmeni olarak görev aldı. Hatay’ın İskenderun ilçesinde doğup büyüdü.
Türkiye’de vuku bulanlar Şili veya Arjantin’deki vaziyete çok benzese de Avrupa hakikati görmemeyi tercih ediyordu. Türkiye’nin NATO ülkesi olması askerî iktidara sanki dokunulmazlık sağlıyor, 12 Eylül cuntasının dayattığı anayasa bir zafer olarak lanse ediliyordu. Popülerliğinin zirvesindeki liberal ekonomik sistemin tatbik edilmesine yönelik proje bu aradaTurgut Özal’ın önderliğinde yürürlüğe sokulmuştu. Türkiye’nin zaten aksak olan demokrasi süreci bir kez daha baltalanırken dinî motifler iktidar söylemlerinden okul müfredatına fazlasıyla geniş yer almaya başlamıştı.
Memlekette baskı atmosferi boğucu bir seviyeye ulaşmış, sansürlü haberler insanların bilgilenme hakkını elinden almıştı. Halk korkudan sinmiş, adeta donakalmıştı. Hürriyet için mücadele verenler ya faili meçhul cinayetlerle öldürülmüş, ya zindanlarda sürekli işkenceye tabi tutulmuş veyahut günümüzde bile bulunmamak üzere kaybettirilmişti.
Avrupa’ya kaçabilmiş bir avuç devrimci hadiseleri dışarıdan daha net şekilde takip ettiğinden emperyalist güçlerin Türkiye’deki rejimi destekliyor olmasına rağmen tekrar örgütleniyor, sessiz kalmaya devam eden Avrupa’nın dikkatini Türkiye’nin korkunç vaziyetine çekmeye çalışıyordu.
Batı medeniyetinin beşiği sayılan Avrupa, Türkiye’de olanları görmemeyi tercih ediyor, “Türkiye’de bir şey olmuyor”muş gibi davranıyordu.
Bir darbenin yara izleri (Les cicatrices d’un putsch/Scars of a putsch) adlı belgesel seyirciyi ibretlik arşiv görüntüleriyle o döneme sürüklüyor. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Nathalie Borgers bir devrimcinin eşi olduğundan mevzuya derinlemesine nüfuz ediyor, ortaya çıkan sonucun samimiyetine inanmakta hiç güçlük çekmiyoruz.
2025 Avusturya, Belçika ortak yapımı 102 dakikalık belgesel dünya prömiyerini Berlinale’de gerçekleştirdikten sonra CPH:DOX ve Diagonale’de seyirciyle buluştu, Türkiye ile alakalı sık sık görmezden gelinen acı gerçeklere bir kez daha layıkıyla parmak basmış oldu.
Katiller kollanıyor
Filmin başından itibaren cesur bir üslupla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kamera bir erkeğin çıplak bedeninde uzun uzun yakın plan dolaşırken, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen kaybolmamış muhtelif kurşun izlerini keşfediyoruz. Üniversite öğrencisiyken devrimci harekete katılmış esas kahramanımız Abidin sağcı çetelerin onu ve arkadaşlarını öldürmek üzere giriştikleri saldırıyı teferruatıyla aktarıyor.
O dönem, ODTÜ’deki en başta olmak üzere memleketteki öğrenci hareketi dalga dalga yayılmıştı; devrim kıvılcımları fabrikalara sirayet edip yurt sathına yayılmış olduğundan devlet kaçak güreşerek isyanı söndürmeye girişmişti. İktidar terör estirirken insanlar dövülüyor, gözaltına alınıyor, sistematik olarak işkenceye tabi tutuluyor, ya şüpheli şekilde öldürülüyor, veyahut izi bulunmayacak şekilde kaybettiriliyordu. Karakola ve hapse düşenlerin insanlıktan çıkması için tatbik edilenler ne kadar gaddarsa her türlü baskıya ve şiddete kafa tutabilenlerin direnci de o ölçüde bileniyordu. Devletin propagandasında devrimciler şeytanlaştırılıyor, çakma hukuk davaları ve ipe sapa gelmez ithamlarla mücadeleleri apolitik güruhlara “anarşi” olarak pazarlanıyordu.
Yalnız o dönemde değil, günümüze kadar varan siyasi rejimlerde de hakikatleri çarpıtma ve hafızayı silme faaliyetleri gayet sıradan bir pratiğe dönüştü.
Lakin Avrupa’ya sığınmış devrimcilerin “aydın” Batı’dan beklentileri hayal kırıklığına dönüşmüştü.
İnsan haklarının bayraktarlığını yapmış ülkelerin Türkiye’deki vaziyete sessiz kalmaları inanılır gibi değildi. Üstelik bunu yapanların arasında amacı tüm gezegendeki haksızlıklara dikkat çekmek olan bazı malum kurumlar da dahildi. Riyakâr siyasi arenanın baskın gücüne rağmen gurbette de durmayan devrimciler, asla unutmadıkları Türkiye’deki yoldaşları ve genel manada memleketleri için mücadelelerini sürdürdüler.
Dinî motifler özenle yerleştirilir…
Emperyalizmle mücadelesi bir türlü bitmeyen memleketin yakın tarihini berrak bir bakış açısıyla işleyen belgesel, günümüze göndermeleriyle daha da manidar hale dönüşüyor.
Kenan Evren ve cuntasının attığı temellerin şu andaki rejimin altyapısını oluşturduğunu ve din üzerinden halkı yönetme projesinin tatbik edilmeye çalışıldığını bir kez daha idrak edeceksiniz.
Muhafazakâr damar beslenmek suretiyle ithal “ılımlı İslam” projesinin o zamandan itibaren yavaş yavaş empoze edildiği muhakkaktı (Üstelik o döneme göre günümüzdeki ilerlemiş teknoloji sayesinde insanların sistem tarafından mütemadiyen takip edilme ihtimali epeyce yüksek olduğundan artık özel hayatlara rahatlıkla sızılabiliyor).
Oysa gurbetteki devrimci kahramanlarımızın o zamanlar ellerindeki imkânlar kısıtlı olduğundan akıllarına gelen dâhiyane fikir Viyana’da bir Galatasaray maçını basmak olmuştu. Bezden “Faşist cunta ve anayasasına hayır” pankartlarıyla yeşil sahaya inen yoldaşlar kısa zamanda güvenlik kuvvetleri tarafından uzaklaştırılsalar bile maçın naklen yayınlanması sayesinde mesajlarını dünyaya duyuruyorlardı. Avusturyalı sunucunun, mevzuya hâkimmiş gibi “Türk fanatikler…” yaftasını devrimcilere yapıştırması tabii ki kahramanlarımızın hoşuna gitmemişti. Yıllar sonra aynı stadyuma gidip o anı bize tekrar yaşatma çabaları benim için belgeselin en yoğun anlarından birini oluşturdu.
Bir de Yeter’in bize aktardıkları var. 16 yaşındayken tutuklanmış, işkencelere maruz kalmış, inanılması imkânsız ithamlar çerçevesinde idam talebiyle yargılanmış kahramanımız, aslında suçlunun kim olduğunun devlet tarafından gayet iyi bilindiğini söylüyor: “12 Eylül”.
Cezaevine girerken kendisine gardiyanlar tarafından gösterilen duvardaki “Allah yok, peygamber izne gitti” yazısının “Burada başına her şey gelebilir” manasını taşıdığını da bize aktarıyor. Bekâret testine maruz bırakıldığında yaşadığı utanç bir yana, olumsuz çıktığı takdirde test sonucunun hakkındaki iddianamede muhtemel suç unsuru olabilirmiş gibi sunulduğunu da sözlerine ekliyor. Mantalitenin bugün de değişmediğine, sadece sistemin el değiştirdiğine dair ifadesiyle hemfikir olmayacak kimse yoktur sanırım.
Direniş sürüyor mu?
Uzun zamandır bu kadar temiz arşiv görüntülerinin peş peşe sıralandığı, o dönemle alakalı böylesine aydınlatıcı bir belgesel seyretmemiştim. Filmin neredeyse ilk yarısı boyunca yalnız siyah beyaz değil, renkli fotoğraflar ve tertemiz görüntüler bize bilhassa polis adaletsizliğini, şiddetini ve acımasızlığını teferruatıyla yansıtıyor.
Filmde konuşan kafalar da var tabii ki; fakat ekrandan (veya perdeden) taşan enerjiler o kadar yoğun ki kameranın odaklandığı kişilerle empati kurmak kesinlikle mümkün.
78’liler derneğinin arşivindeki birbirinden değerli dokümanlar, yoldaşların kan lekeleri hâlâ üzerlerindeki kıyafetleri, mapushanenin sansürüne takılmış ve asla yazıldığı kişilere ulaşmamış mektuplar…
Seneler boyunca ziyaret edilen cezaevlerinin kapılarında oluşmuş “anne” dostlukları ve dayanışması da kayda değer.
Filmde magazin olarak değerlendirebileceğimiz ve o dönemin vintıçlığını bize birebir yaşatabilecek görüntüler de yok değil. Özal’ın Thatcher veya Reagan’la sıcak görüşmeleri, Kenan Evren ve ailesinin Büyük Britanya Kraliçesi tarafından nazik kabulü, “Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet…” diyen MüşerrefAkay’a ait “Türkiyem” şarkısının “coşku” dolu görüntüleri…
Neyse ki filmde merhum SarperÖzsan’ın 1 Mayıs marşını da duyuyoruz, jenerikte de Mehmet Soyarslan imzalı, Cem Karaca’nın sesinden ilk “Resimdeki gözyaşları” versiyonu kulaklarımızın pasını siliyor!
Soğuk Savaş sona erer mi?
Dönemin magazini deyince, bu işi layıkıyla kotaran bir belgesel arıyorsanız, dünya çapındaki bir konferans hakkında çekilmiş Helsinki efekti (The Helsinki effect) adlı filmin peşine düşün derim.
Soğuk Savaştan bıkmış gibi görünen yerkürede Sovyetler Birliğinin lideri LeonidBrejnev’in zoruyla Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de toplanmış liderler arasında SüleymanDemirel’e, hatta gazeteci ordusunun içinde gencecik Mehmet AliBirand’a bile rastlayabilirsiniz.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 1 Ağustos 1975’te Helsinki Nihai Senedi’nin 33 Avrupa ülkesi ile ABD ve Kanada tarafından Devlet ve Hukûmet Başkanları düzeyinde imzalanmasıyla sonuçlanmıştı.
Fakat bitmez tükenmez arşiv görüntülerinin ne kadar sıkıcı olduğunu bize defalarca söyleyen, adını hem yönetmen, hem senaryo yazarı, hem de montaj hanesinde gördüğümüz muzip yönetmen Arthur Franck, seyirciyi eğlendirmek için muhtelif şaklabanlıklara başvurmaktan geri durmuyor.
2025 Finlandiya, Almanya, Norveç ortak yapımı 90 dakikalık filmin prömiyeri CPH:DOX’ta gerçekleşti, pek yakında Finlandiya’da genel gösterime girecek.
Filmin yaratıcısı Franck, Brejnev’in İngilizce bilmeme ihtimali yüksek olmasına rağmen yapay zekâ aracılığıyla onu İngilizce konuşturuyor; üstelik hipotetik olarak Rus şivesini gözetmeyi ihmal etmeden!
Nixon skandalı yüzünden ABD başkanlığını devralmış Ford fazlasıyla silik kalsa da dümeni elinde tutanın “şahin” Kissinger olduğu muhakkak.
Aldo Moro onu bekleyen sonun farkındaymışçasına gayet mütevazı bir Katolik; benzer konumda olmasına rağmen Nikolay Çavuşesku konuşma süresini dakikalarca aşan arsız lider; faili meçhul bir cinayete kurban gidecek olan Olof Palme ise hem duruşu hem de konuşmasıyla herkesi kendine hayran bırakan adeta bir ilah!
Bir zamanlar gizli tutulmuş konferans dahili ve harici, muhtelif kayıtlar filmde neredeyse siyasi dedikodulara evriliyor, çılgınca bir montajla diplomatik bir “bombardımana” dönüşüyor.
Tabii konferansın inandırıcılığına ve güvenilirliğine halel getirecek hadiselerin mütemadiyen patlak verdiği bir gezegende olduğumuz unutulmamalı. Lakin konferansa damga vuran esas kriz, daha yeni patlamış Kıbrıs vakası oluyor. Simsiyah kepi ve cübbesinin önündeki kocaman haçıyla yüzlerce delegenin karşısına çıkan Makarios Türkiye’yi işgalcilikle, çakallıkla, cinayetlerle ve daha birçok şeyle itham ediyor. Makul İngilizce’siyle nispeten genç Demirel ise büyük bir pişkinlikle iddiaları yalanlıyor.
Geçenlerde KKTC’de çok geniş katılımlı protestolara yol açan, ortaöğretim düzeyinde başörtüsünün serbest bırakılmasına karşı protestolar, tetikte bekleyen kriz müptezellerini 1974 benzeri bir çıkarmaya sürükleyebilir mi?
NATO batağı
Türkiye’nin alenen şer odağı sınıfına sokulduğu bir film izlemek isterseniz şayet Savaşla karşı karşıya (Facing war) adlı belgesel sizin için biçilmiş kaftan. Malum NATO’nun genel sekreterlik görevini uzun süre üstlenmiş olan JensStoltenberg’i mümkün olabildiğince yakından tanırken mazisi ve özel hayatı hakkında da malumatlandırılıyoruz. Putin’in Ukrayna’ya saldırmasıyla diplomatik kazan fazlasıyla kaynamaya başlıyor ve kahramanımız kendini bilfiil savaş arenasının içinde buluyor.
Yönetmen, senaryo ve sinematografi hanelerinde adını gördüğümüz TommyGulliksen’in 2025 Norveç, Belçika ortak yapımı 105 dakikalık belgeseli adeta bir gerilim filmi. Dünya prömiyerini CPH:DOX’ta gerçekleştirdikten sonra gezegenin muhtelif festivallerinde ve genel gösterimlerde seyirciyle buluşmakta olan belgesele kahramanımızın sakin tabiatı damgasını vursa da küresel gerginlik arttığında diplomatik zarafetini korumakta zorlandığını da hissediyoruz.
Rusya’nın yayılmacı dürtüleri depreşince, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dahil olma telaşı sırasında değere binen Türkiye adeta NATO’nun çıbanı haline dönüşüyor. O ana kadar tarz olarak sadece gazetecilik kokan belgesel, aniden bizi hissi olarak tesiri altına alan hipnotik bir büyüye evriliyor. Uzun süren çetrefilli görüşmeler sonucunda Türkiye tam ikna olmuş ve mesele selametle halledilmiş sanılırken Türkiye’den Avrupa Birliği’ne dahil olma hususunda yepyeni bir talep de gelebiliyor…
Kahramanımız örgütte uzatmaları oynarken zorlanmıyor değil, fakat bedensel teması sevdiğinden sanki stresini sık sık karşılaştığı dünya liderleriyle fiziksel temasta bulunarak atıyor. Zelenski en başta olmak üzere aynı tarza sahip Macron ve Trudeau bu şefkat göstergelerinden nemalanırken örgütün diğer çıkıntısı, sağlığına halel getirebilecekmiş gibi görünen devasa göbeğiyle arsız Orban ister istemez belirli bir mesafede tutuluyor…
Artık memleketine dönmüş olan Stoltenberg’in halefi Rutte döneminde, acaba NATO’nun içinde çırpındığı bataklardan Ukrayna’da selamete erişilebilecek mi?