Hollanda'nın her geçen gün arsız kapitalizme daha fazla teslim edilen Amsterdam kentinde 30. kez düzenlenmiş olan uluslararası belgesel film festivalinde daima olduğu gibi sosyal ve siyasi mevzulara eğilen yapımlar geniş yer tuttu.
İnsan hakları, hastalıklar, savaşlar veya tüm gezegendeki adaletsizlikler hakkında belgesel film çekmek mücadelenin içinde yer almak anlamına geliyorsa da, endüstriyel seviyelere gelen her sektör gibi belgesel sinema piyasasının da konu edindiği mevzuları sömürüp emellerine alet etme ihtimali geçerliliğini koruyor.
Belgesel film ahlak ve itibarına ihanet etmeden çok ince bir çizginin üzerinde ilerlemek günümüzde gittikçe zorlaşırken International Documentary Filmfestival Amsterdam/ Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali (IDFA) gayet geniş spektrumuyla, hem tecrübeli seyircisini, hem de belgesel profesyonellerini tatmin etmeye endekslenip idealist misyonundan ödün vermemeye çalışıyor.
Bir de tabii ki meselelere Batı'dan bakıp sübjektif yorumlara saplanmamak için de özel bir çaba sarfetmek gerekebiliyor. Ayrıca daha geniş kitlelere seslenebilmek ve ticari başarı kazanmak için belgeseli albenili hale getiren popüler nüanslarla bezemek belgesel estetiğine halel getirebilen unsurlardan.
Gittikçe genişlemesine rağmen IDFA'nın organizasyonu, en azından film gösterimlerindeki dakiklik, teknik donanım ve her şeye rağmen Amsterdam'ın gayet sarmalayıcı atmosferi göz önünde bulundurulursa 2017 yılında festivalin dünya sıralamasındaki konumu sağlamlaştırılmış oldu. Bunda canla başla çalışan belgesel gönüllülerinin katkısı büyük, emeklerinin sömürüsünü sorgulamak her daim mümkün...
Gurbetçilerin torunları
Anadolu'dan yola çıkıp Belçika'nın Cheratte kasabasında maden işçisi olarak emek vermiş insanların torunları atalarının geleneksel değerlerinin yanında gurbette yaşamanın doğal bir korunma refleksi olarak milliyetçiliğin veya dinî dogmaların etkisi altında da kalabiliyor.
Dünyanın her yerinde geçerli olan azınlık refleksiyle, üstelik Avrupa'da günbegün artmakta olan aşırı sağcı, ayrımcı ve ırkçı görüşlerin baskısı altında, kendini sahipsiz hissetmiş nesillerin torunları için bu durum pragmatik olarak çözüm üretmese de psikolojik olarak bir rahatlama sağlayabiliyor. Tabii köklerinden uzak yaşayan insanların bir kısmında olduğu gibi göç edilen diyarların kültürünü özümseyip iki tarafın özelliklerini tartıp karşılaştırmak, bunu bir zenginlik haline getirmeyi başarmak da mümkün.
Siyasi konularda uzman, tecrübeli yönetmen Thierry Michel Enfants du Hasard (Children of Chance/Tesadüfün Çocukları) ile bizi Türkiye'den göç etmiş insanların dünyasına özen ve şefkatle dahil edip gurbette doğan çocukların evrenine nüfuz etmemize imkân tanıyor:
Vefalı öğretmenleri Brigitte Waroquier'nin koruyucu olduğu kadar motive edici kanatları altında çocukluktan ergenliğe geçerken hayatı sorgulamayı, ebeveynlerinin dayatmacı zihniyetinden sıyrılıp bağımsız bir kimlik edinmeyi ve mümkünse kendi kanatlarıyla uçmayı öğreniyorlar.
Usta işi 100 dakikalık 2017 yılı Belçika yapımında çocukların saf enerjisi seyirciyi büyüsü altına alıyor ve dünya vatandaşlarının çoğunluğu oluşturacağı daha özgür bir dünyaya dair ümitlerin yeşermesini sağlıyor...
Şehit olmayı sorgulayabilmek
İran ile Irak arasında yıllar boyunca sürmüş olan savaşta İran devriminin başarıya ulaşıp temellerini sağlamlaştırması için rejimin resmî fotoğrafçılığını yapmış Saeid Sadeghi'nin liderine inancı tamdı.
Fakat çatışmaların yoğunluğu azaldığında bile şehadet olgusu propaganda unsuru olarak iktidar tarafından sömürülmeye devam edilmiş, sayısız genç insan siyasi plan uğruna canından olmuştu. Cephedeki anıları üzerine bir karabasan gibi çöken fotoğrafçı yıllar sonra neye alet edildiğini anlamış, kendinden nefret eder hale gelmişti.
Kadın yönetmen Maryam Ebrahimi 2017 İsveç/katar/Fransa ortak yapımı 75 dakikalık Stronger than a Bullet (Mermiden de Güçlü) adlı belgeseliyle dinin politik emellere alet edilmesini başarıyla yansıtıyor. Usta belgeselci Nima Sarvestani'nin eşi Ebrahimi, kahramanı aracılığıyla yalnız ülkesinin değil, tüm dünyadaki savaş pratiklerini ve benzer sömürüleri lanetleyip ölümü değil hayatı yüceleştirmemiz gerektiğini hatırlatıyor.
Biraz daha iddialı bir prodüksiyonla savaş karşıtı bir manifesto olabilecek belgeselde birbirinden çarpıcı arşiv görüntüleri ve fotoğraflar dışında fotoğrafçı Sadeghi'nin eski cepheleri tekrar ziyaret ederken itiraflarda bulunarak adeta günah çıkarması filmin ana eksenini oluşturuyor. Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen kendini suçlu hissetmesine sebep olan fotoğrafları devlet tarafından duygu sömürüsü olarak kullanılmaya ne yazık ki devam edildi, ediliyor...
Muhteremliği bin şahit ister
Şiddet karşıtlığı ve koşulsuz sevginin ön planda olduğu Budizm'in Myanmar'daki aykırı siması rahip Ashin Wirathu, yıllardan beri Müslümanlığa savaş açmış durumda.
Nefret söylemi ülkedeki Rohingyalar'a karşı kötülükleri fitillemiş olduğu gibi, toplumu iki cepheye ayrıştırmış durumda; o artık azgın güruhları hareket ettirebilen, linçe sevk edebilen çirkin ve saldırgan bir siyasi liderden farksız.
İktidar sahiplerinin çoğunluğu gibi egosuna yenik düştüğü için kameralar karşısında kendini hiç çekinmeden teşhir edebilmesi de hiç şaşırtıcı değil, tabii ki bunda sinemacı Barbet Schroeder'in ustalığının da payı vardır.
2017 Fransa/İsviçre ortak yapımı 100 dakikalık The Venerable W.(Muhterem W.) adlı belgesel egosantrik ve narsist kahramanı dışında, memlekette yıllardan beri sürmesine rağmen ancak son zamanlarda dünya gündemine düşüp politikacılar tarafından sömürülmeye başlanan dinamiği tarihsel sürecinden ayrıntılarla yansıtıyor.
Seneler boyunca ülkeyi baskıyla yöneten askerler dışında Aung San Suu Kyi'nin de suçlanmasına sebep olan Müslüman karşıtlığı ve sonu gelmeyen icraat kısa bir süre öncesine kadar kapalı bir kutu olan ülkenin şaibeli vasfını sürdürmesine sebep oluyor. Özellikle uyuşturucu ticaretiyle ayakta kalmış bir düzenin dünyaya bir nebze de olsa açılmasıyla, ülkeyi ayrıştırarak bölme ve zayıflatma, gemi azıya almış kapitalizmin sinsi planlarından biri olabilir mi?
Vaziyeti kapsamlı şekilde özetleyen, sürükleyici popüler dili kıvrakça kullanan ve gazetecilik kokan belgesel aracılığıyla konuyu ucundan yakalayıp kavramak mümkün.
Mescid-i Aksa'yı bombalamak
Çığırından çıkmış bir diğer fanatik kesim İsrail'deki sağcılar ve yıllardan beri alanlarını genişletmeye endeksli işgalciler. Ülkenin istihbarat örgütü Şin Bet'in itirafları serisinden birinde daha, din odaklı rejim taraftarlarının iktidarla yakın ilişkilerine, hatta gittikçe güçlenmelerine şahit oluyoruz.
The Jewish Underground (Yeraltı Yahudileri) adlı belgeselde de terör faaliyetlerinde resmen bulunmuş bazı simaları birileri tarafından korunduklarına dair garantiyle, özgüven içinde, hırslarından ödün vermeden kendilerini ifade ederken görüyoruz.
Özellikle Müslüman Filistinliler'e karşı 80'li yılların başından itibaren giriştikleri terör saldırılarından doğru dürüst ceza almadan, hatta kahraman mertebesine yükselerek çıkmış, sanki talepler doğrultusunda çıtayı yükseltmek üzere iktidarın ön plana attığı birer öncü onlar.
Yönetmen Shai Gal 2017 yapımı 91 dakikalık belgeselde İsrail'deki yeraltı faaliyetlerinin din adamları tarafından yönlendirildiğini de bir kez daha ortaya çıkarıyor.
Mescid-i Aksa'nın bombalanıp yerle bir edilmesine, yerine de bir Yahudi anıtı dikilmesine yönelik planlar da ortalığa saçılıyor. Amaçlarına ulaştıkları takdirde yalnız Ortadoğu'yu altüst edecek bir savaşa değil, tüm dünyayı kasıp kavuracak bir felakete yol açılması ihtimalinden bahsediyor emekli bir Şin Bet üyesi.
Ülkedeki muhalefetin aksine, sağcı iktidarların göz yumup kullandığı, hatta desteklediği işgalciler her geçen gün alanlarını genişletip Filistinliler'in hayatını karartmaya devam ediyor. Belgesel fazlasıyla sansasyonel televizyon dilini kullanıyor olsa da mevzuda aydınlanmak için birebir.
Faşizm sınır tanımıyor
Nazilikle ilgili ithamları gayet çapsız argümanlarla bertaraf etmeye çalışan Altın Şafak partisi üyelerinin yakın destekçisi kadınlarla da tanıştık IDFA'da.
Alman işgali sırasında binbir türlü zulme uğratılmış bir diyardan, üstelik Avrupa Birliği dayatmalarının bilhassa Almanya'ya yüklendiği öfkeli Yunanistan'dan, kavranması zor bir seviyesizlikle karşı karşıyayız. Özgüven patlamalarının yanında zaaflarını ele veren, Yunanca ifade edildiği için anlaşılmayacağı düşünülüp ortalığa saçılan çiğ gerçekler.
Norveç/Danimarka/Finlandiya 2017 ortak yapımı 95 dakikalık Golden Dawn Girls (Altın Şafak Kızları) adlı belgeselde kamera aşkına insanlar yine kendini gönüllü olarak rezil ediyor.
Yönetmen Håvard Bustnes Altın Şafak liderinin kızına, bir parti yöneticisinin eşine, bir diğerinin de annesine odaklanıp "normal" insanlar olduklarını kanıtlamaları için onlara fırsat tanıyor. Üç parti mensubunun da aniden hapse atılması mevzubahis kadınların partideki rolünü ve ağırlığını da artırınca yönetmenimize daha da baharatlı malzeme çıkıyor.
Özellikle parti merkezlerindeki korumaların kabadayı tavırları şiddete dayalı maçoluğun uluslararası sıradanlığının ispatı. Altın Şafak üyelerinin hapisten çıkınca mağdur edebiyatına sığınıp duygu sömürüsüyle yandaş toplamaya çalışmaları da gayet bildik.
Tabii vahim olan kendini açıkça ele veren böylesine sığ bir topluluğun ekonomik, sosyal ve kültürel kriz içinde olduğundan mı ne, kapitalizmin pençesindeki Yunanistan'da yandaş toplayabilmesi.
Kölelik bitmemiş miydi?
Kapitalizm öncesi kölelik döneminden bize seslenen bir yapıt ise çağımız diktatörlüklerinden Macaristan'dan geliyor. İmkânsızlıklar yüzünden sığındığı evde on senedir ücretsiz hizmetçilik yapıp ücret verilmeyen Marish şiddete de maruz kalıyor.
Ev işi dışında çalıştığı bir fabrikadan aldığı ücrete bile el koyan ev sahibesi film çekimine nasıl izin vermiş diyorsanız, paraya olan düşkünlüğü sebebiyle yönetmen Bernardett Tuza-Ritter'in verdiği ücrete bile tamah ettiğinden diye biliyoruz.
A WOMAN CAPTURED TRAILER - Sundance Documentary Competition 2018 from Éclipse Film on Vimeo.
2017 Macaristan/Almanya ortak yapımı 89 dakikalık A Woman Captured (Esir Kadın) adlı film seyirciyi kısa zamanda etkisi altına alıp bir thriller kadar sürükleyici hale geliyor.
Belgesel sanatında filmin özneleriyle kurulmuş yakınlığın meyveleri bariz olarak ortaya çıkarken, yönetmenin kamerasına aldığı kişilerin hayatında önemli rol oynayabildiğini de görüyoruz.
Ne de olsa Marish herkese yönelik olarak yitirdiği güveni Bernardett Tuza-Ritter'e duyuyor ve yıllardan beri cesaret edemediği firarını gerçekleştiriyor.
Çin mucizesi?
Kölelik seviyesindeki ilkel çalışma şartlarında gerçekleştirilmeye devam edilen "Çin mucizesi"nden bir gerçekçilik destanı. Ülke, heyula gibi binalardan müteşekkil mahalleler, uçsuz bucaksız yollar inşa edilirken dev bir şantiye görüntüsünde.
Hayatı boyunca binbir maceraya atılmış Su ve kadın yoldaşı Qin, Hangzou'daki 24. karayolu inşaatının kıyısında derme çatma bir restoran işletmektedir. Fakat kırsal kesimlerde bile acımasızca sürdürülen soylulaştırma yüzünden yerlerinden edilmeleri gecikmez.
Mücadeleci ruhlarıyla kahramanlarımız yeni bir mekân açmak için kolları sıvarlar fakat devlet görevlilerinin talep ettiği gerekli izinlere sahip olmadıklarından ancak bitirebildikleri restoranlarından kovulmaları da pek vakit almaz.
Yönetmenliğini Zhiqi Pan'ın üstlendiği 2017 Çin yapımı 88 dakikalık 24th Street (24.Yol) altüst olmuş coğrafyanın dışında bizi karakterleriyle de yakın temasa sokuyor.
Seneler önce yola çıktıkları köylerine mecburen döndüklerinde aileleri ve ahlaki meselelerle boğuşmak durumunda kalacaklardır, çünkü Su'nun yıllardan beri ihmal ettiği bir eşi ve kocaman olmuş çocukları vardır.
Bir kurmacanın senaryosundan beklenebilecek birçok albenili unsura sahip, ders alınacak bir belgesel. Baş kahramanının çok yönlü ve renkli kişiliği yanında, dirayetle çekilmiş, yönetmenine hürmet duymamızı sağlayan bir belgesel sinema örneği.
Gezegen tehdit altında
Çin'in el attığı diyarlardan Afrika'da korunması gereken doğal ormanlar iktidar tarafından uluslararası şirketlere peşkeş çekiliyor. Tabiat değerlerinin yok olma riski bir yana asırlardır hayatlarını sürdürdükleri toprakların yavaş yavaş eridiğini, hatta ellerinden alındığını fark eden yerli halklar tehdit ve zorbalıkla da mücadele içinde.
Çevreci aktivist Silas Siakor Liberya'nın savaş suçlusu lideri Charles Taylor döneminde büyümüş, demokratik seçimlerle başa gelen Ellen Johnson Sirleaf'a bel bağlamıştır.
Dünya tarafından alkışlanan kadın liderin de bir süre sonra aynı yoldan gittiğini fark eden Siakor köylülerle birlik olup aktif bir ihbar hattı oluşturuyor ve ayyuka çıkan yolsuzluklar sayesinde çürümüş siyasilerin foyasını meydana çıkarıyor.
Anjali Nayar ve Hawa Essuman'ın yönettiği 2017 Kanada/Güney Afrika/Kenya ortak yapımı 80 dakikalık Silas adlı belgesel pahalı bir prodüksiyonla gerçekleştirilmiş ana akım çevreci filmlerden biri.
Savaş halini mütemadiyen sürdürmek
Yıllardan beri silahlı çatışmaların sürdüğü Demokratik Kongo Cumhuriyeti de yerel kaynakların paylaşılamadığı, doğanın talan edilmeye devam edildiği bir ülke. Madenler açısından gayet zengin toprakların nimetlerinden halkın pek dar bir kesimi yararlanabilmekte, iktidarın ve ordunun çürümüşlüğü yüzünden de kaos durumu kangren haline gelmektedir.
Şiddet insanların yerlerinden edilmesine, büyük imkânsızlıklar içinde göçmen kamplarında yaşamalarına sebep olmaktadır.
2017 ABD/Kanada/Kongo/Katar ortak yapımı 91 dakikalık belgeselin adı This is Congo (Kongo Budur). Savaşta foto muhabirlik geçmişi olan yönetmen Daniel McCabe füzeler patlatılırken aşırı gürültüye maruz kalan bebek yaşlarındaki çocukların görüntüleriyle seyirciyi yakalayıp 91 dakika boyunca peşinden sürüklüyor.
Ülkenin ormanlarla kaplı zengin bölgelerini kuşatan silahlı gruplar dışında ordu mensuplarıyla da yakınlaşıp projenin başında tasarlamadığı bir sonuçla ortaya çıkıyor.
Yüksek rütbeli ordu mensuplarının mücadelede başarılı olup halkın sempatisini toplayan Albay Mamadou'yu onurlandırmakta zorlandığını görüyoruz. Zaten bir süre sonra hayatına son veren cinayetin başarısını kıskanan bir diğer ordu mensubu tarafından gerçekleştirildiğini öğreniyoruz.
Yine pahalı bir prodüksiyonla çekilmiş, aynı zamanda iddiasını da layıkıyla taşıyan, bilgilendirici olduğu kadar etkileyici bir belgesel.
Hayvanları yemek
30. IDFA'daki çevreci belgesellerden bir diğeri hayvancılık sektörüne kamerasını yöneltip sanayinin hayvanlara yönelik acımasızlığına, ayrıca ucuz ürün furyasının insan sağlığını nasıl etkilediğine odaklanıyor.
Niçin et yediğimizi sorgulayan Jonathan Safran Foer'in aynı adlı kitabından yola çıkarak Christopher Quinn'in yönettiği Eating Animals (Hayvanları Yemek), et tüketiminin kesinlikle düşmesi gerektiğine dair seyirciyi ikna ediyor. Büyük çaplı et endüstrisinin sağlıksız koşullarda ürettiği etlerin zararları bir yana hayvanlara çektirilen acılar da genelde gazetecilerin ulaşamayacağı şekilde saklanıyor.
Azgın kapitalizm çılgınlığına çanak tutan hükümetlerin de küçük çaplı üreticileri desteklemekten çok, üretimlerini sona erdirmeye zorlayacak kural ve kanunlara boğduğunu görüyoruz. 2017 ABD yapımı 94 dakikalık belgesel bilim insanları, gazeteciler, aktivist ve çiftçilere kamerasını yöneltip mevzu hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmamızı sağlıyor.
Kentucky Fried Chicken tavuk eti restoranları zinciri furyasıyla ayyuka çıkan sektördeki deformasyon günümüzde dünya çapında epidemilere sebep olacak şekilde devam ediyor. Dingin belgesel boyunca ABD taşrasının pastoral manzaraları eşliğinde, direnen son geleneksel üreticilerin çabalarına şahit oluyoruz. Son zamanlarda çiftçilerin intihar sayısının da arttığı bilinen bir gerçek.
Amerikan rüyasının zedelendiği an
Tabii ki ABD kırsalı deyince IDFA 2017'de seyrettiğim bir cinayet anatomisini es geçmem mümkün değil. Hakkında yazdığı roman dünya çapında başarısını tescil ettiyse de sonradan Truman Capote'nin bile toparlanamadığı ağır bir travma.
Güven içinde, kapıların kilitlenmeden uykuya dalındığı bir dönemden gittikçe artan bir ivmeyle günümüzde korku imparatorluğuna vardığımız söylenebilir.
Clutter ailesinin katli yalnız yakın çevreyi değil tüm ABD'yi sarsmış, etkisi nesilden nesile aktarılmış. Tabii bunda ünlü yazarın mevzuyu geniş kitlelerin dikkatine sunmasının da payı büyük.
Cold Blooded: The Clutter Family Murders (Soğukkanlı: Clutter Ailesi Cinayetleri) adlı filmde cinayete kurban gitmiş insanların akrabaları ilgiden fazlasıyla rahatsız olduklarından bahsediyor; Capote'nin özellikle anne karakterini betimlerken edebiyat uğruna uydurma ayrıntılara daldığından da.
Yönetmen hanesinde, yine aynı festivalin programında Ermeni soykırımını irdeleyen Intent to Destroy: Death, Denial & Depiction (İmha Kastı: Ölüm, İnkâr ve Tarif) adlı belgeselle yer alan Joe Berlinger adını görüyoruz. Tarz olarak klasik televizyon belgesel dizisi stilini benimsemiş olsa da 168 dakikalık 2017 ABD yapımı sağlam bir toplum analizi.
Nokia travması
Bir zamanlar herkesin birbiriyle bağlantı kurmasını sağlamış olan Nokia'nın batması da kapitalizmn travmalarından biri olsa gerek. Cep telefonunun tartışılmaz imparatorluklarından Finlandiya merkezli şirket sektördeki birçok yeniliği tüketicilere sunup uzun yıllar boyunca liderliğini sürdürmüştü.
Hatta bayrağı sonradan devralan ABD'li bazı şirketlerin o zamanlar küçümsedikleri bazı fikirleri Finlandiyalı mucitlerden arakladığı bile söyleniyor. Geleneksel çalışma şartlarının hâkim olduğu iddiasız bir şirketin sektöre el atmasıyla başlayan yolculuk küçücük bir kadronun kısa zamanda büyük işler becermesinin hikâyesine dönüşüyor.
Arto Koskinen'in yönettiği 92 dakikalık 2017 Finlandiya yapımı sevimli belgeselin adı Nokia Mobile - We Were Connecting People (Nokia Cep Telefonu - Eskiden İnsanları Birbirine Bağlardık).
Bildiğimiz rekabetçi kapitalist şirket elemenlarından çok farklı, eşitlik ve uyum içinde çalışan mütevazı insanların anılarını dinlerken çok da eski olmayan bir geçmişteki çeşit çeşit cep telefonunun görüntüsü veya reklamı insandaki nostalji duygusunu tetikliyor.
Kapitalizmin ilkelerine aykırı gibi duran, başarıdan sonra gelen büyük düşüş hakkındaki belgesel ders alınabilecek bir yapım, cep telefonu fetişistleri kaçırmamalı! (MT/PT)