Hollanda'nın her geçen gün arsız kapitalizme daha fazla teslim edilen Amsterdam kentinde 30. kez düzenlenmiş olan uluslararası belgesel film festivalinde daima olduğu gibi sosyal ve siyasi mevzulara eğilen yapımlar geniş yer tuttu.
İnsan hakları, hastalıklar, savaşlar veya tüm gezegendeki adaletsizlikler hakkında belgesel film çekmek mücadelenin içinde yer almak anlamına geliyorsa da, endüstriyel seviyelere gelen her sektör gibi belgesel sinema piyasasının da konu edindiği mevzuları sömürüp emellerine alet etme ihtimali geçerliliğini koruyor.
Belgesel film ahlak ve itibarına ihanet etmeden çok ince bir çizginin üzerinde ilerlemek günümüzde gittikçe zorlaşırken International Documentary Filmfestival Amsterdam/ Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali (IDFA) gayet geniş spektrumuyla, hem tecrübeli seyircisini, hem de belgesel profesyonellerini tatmin etmeye endekslenip idealist misyonundan ödün vermemeye çalışıyor.
Bir de tabii ki meselelere Batı'dan bakıp sübjektif yorumlara saplanmamak için de özel bir çaba sarfetmek gerekebiliyor. Ayrıca daha geniş kitlelere seslenebilmek ve ticari başarı kazanmak için belgeseli albenili hale getiren popüler nüanslarla bezemek belgesel estetiğine halel getirebilen unsurlardan.
Gittikçe genişlemesine rağmen IDFA'nın organizasyonu, en azından film gösterimlerindeki dakiklik, teknik donanım ve her şeye rağmen Amsterdam'ın gayet sarmalayıcı atmosferi göz önünde bulundurulursa 2017 yılında festivalin dünya sıralamasındaki konumu sağlamlaştırılmış oldu. Bunda canla başla çalışan belgesel gönüllülerinin katkısı büyük, emeklerinin sömürüsünü sorgulamak her daim mümkün...
Gurbetçilerin torunları
Anadolu'dan yola çıkıp Belçika'nın Cheratte kasabasında maden işçisi olarak emek vermiş insanların torunları atalarının geleneksel değerlerinin yanında gurbette yaşamanın doğal bir korunma refleksi olarak milliyetçiliğin veya dinî dogmaların etkisi altında da kalabiliyor.
Dünyanın her yerinde geçerli olan azınlık refleksiyle, üstelik Avrupa'da günbegün artmakta olan aşırı sağcı, ayrımcı ve ırkçı görüşlerin baskısı altında, kendini sahipsiz hissetmiş nesillerin torunları için bu durum pragmatik olarak çözüm üretmese de psikolojik olarak bir rahatlama sağlayabiliyor. Tabii köklerinden uzak yaşayan insanların bir kısmında olduğu gibi göç edilen diyarların kültürünü özümseyip iki tarafın özelliklerini tartıp karşılaştırmak, bunu bir zenginlik haline getirmeyi başarmak da mümkün.
Siyasi konularda uzman, tecrübeli yönetmen Thierry Michel Enfants du Hasard (Children of Chance/Tesadüfün Çocukları) ile bizi Türkiye'den göç etmiş insanların dünyasına özen ve şefkatle dahil edip gurbette doğan çocukların evrenine nüfuz etmemize imkân tanıyor:
Vefalı öğretmenleri Brigitte Waroquier'nin koruyucu olduğu kadar motive edici kanatları altında çocukluktan ergenliğe geçerken hayatı sorgulamayı, ebeveynlerinin dayatmacı zihniyetinden sıyrılıp bağımsız bir kimlik edinmeyi ve mümkünse kendi kanatlarıyla uçmayı öğreniyorlar.
Usta işi 100 dakikalık 2017 yılı Belçika yapımında çocukların saf enerjisi seyirciyi büyüsü altına alıyor ve dünya vatandaşlarının çoğunluğu oluşturacağı daha özgür bir dünyaya dair ümitlerin yeşermesini sağlıyor...
Şehit olmayı sorgulayabilmek
İran ile Irak arasında yıllar boyunca sürmüş olan savaşta İran devriminin başarıya ulaşıp temellerini sağlamlaştırması için rejimin resmî fotoğrafçılığını yapmış Saeid Sadeghi'nin liderine inancı tamdı.
Fakat çatışmaların yoğunluğu azaldığında bile şehadet olgusu propaganda unsuru olarak iktidar tarafından sömürülmeye devam edilmiş, sayısız genç insan siyasi plan uğruna canından olmuştu. Cephedeki anıları üzerine bir karabasan gibi çöken fotoğrafçı yıllar sonra neye alet edildiğini anlamış, kendinden nefret eder hale gelmişti.
Kadın yönetmen Maryam Ebrahimi 2017 İsveç/katar/Fransa ortak yapımı 75 dakikalık Stronger than a Bullet (Mermiden de Güçlü) adlı belgeseliyle dinin politik emellere alet edilmesini başarıyla yansıtıyor. Usta belgeselci Nima Sarvestani'nin eşi Ebrahimi, kahramanı aracılığıyla yalnız ülkesinin değil, tüm dünyadaki savaş pratiklerini ve benzer sömürüleri lanetleyip ölümü değil hayatı yüceleştirmemiz gerektiğini hatırlatıyor.
Biraz daha iddialı bir prodüksiyonla savaş karşıtı bir manifesto olabilecek belgeselde birbirinden çarpıcı arşiv görüntüleri ve fotoğraflar dışında fotoğrafçı Sadeghi'nin eski cepheleri tekrar ziyaret ederken itiraflarda bulunarak adeta günah çıkarması filmin ana eksenini oluşturuyor. Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen kendini suçlu hissetmesine sebep olan fotoğrafları devlet tarafından duygu sömürüsü olarak kullanılmaya ne yazık ki devam edildi, ediliyor...
Muhteremliği bin şahit ister
Şiddet karşıtlığı ve koşulsuz sevginin ön planda olduğu Budizm'in Myanmar'daki aykırı siması rahip Ashin Wirathu, yıllardan beri Müslümanlığa savaş açmış durumda.
Nefret söylemi ülkedeki Rohingyalar'a karşı kötülükleri fitillemiş olduğu gibi, toplumu iki cepheye ayrıştırmış durumda; o artık azgın güruhları hareket ettirebilen, linçe sevk edebilen çirkin ve saldırgan bir siyasi liderden farksız.
İktidar sahiplerinin çoğunluğu gibi egosuna yenik düştüğü için kameralar karşısında kendini hiç çekinmeden teşhir edebilmesi de hiç şaşırtıcı değil, tabii ki bunda sinemacı Barbet Schroeder'in ustalığının da payı vardır.
2017 Fransa/İsviçre ortak yapımı 100 dakikalık The Venerable W.(Muhterem W.) adlı belgesel egosantrik ve narsist kahramanı dışında, memlekette yıllardan beri sürmesine rağmen ancak son zamanlarda dünya gündemine düşüp politikacılar tarafından sömürülmeye başlanan dinamiği tarihsel sürecinden ayrıntılarla yansıtıyor.
Seneler boyunca ülkeyi baskıyla yöneten askerler dışında Aung San Suu Kyi'nin de suçlanmasına sebep olan Müslüman karşıtlığı ve sonu gelmeyen icraat kısa bir süre öncesine kadar kapalı bir kutu olan ülkenin şaibeli vasfını sürdürmesine sebep oluyor. Özellikle uyuşturucu ticaretiyle ayakta kalmış bir düzenin dünyaya bir nebze de olsa açılmasıyla, ülkeyi ayrıştırarak bölme ve zayıflatma, gemi azıya almış kapitalizmin sinsi planlarından biri olabilir mi?
Vaziyeti kapsamlı şekilde özetleyen, sürükleyici popüler dili kıvrakça kullanan ve gazetecilik kokan belgesel aracılığıyla konuyu ucundan yakalayıp kavramak mümkün.
Mescid-i Aksa'yı bombalamak
Çığırından çıkmış bir diğer fanatik kesim İsrail'deki sağcılar ve yıllardan beri alanlarını genişletmeye endeksli işgalciler. Ülkenin istihbarat örgütü Şin Bet'in itirafları serisinden birinde daha, din odaklı rejim taraftarlarının iktidarla yakın ilişkilerine, hatta gittikçe güçlenmelerine şahit oluyoruz.
The Jewish Underground (Yeraltı Yahudileri) adlı belgeselde de terör faaliyetlerinde resmen bulunmuş bazı simaları birileri tarafından korunduklarına dair garantiyle, özgüven içinde, hırslarından ödün vermeden kendilerini ifade ederken görüyoruz.
Özellikle Müslüman Filistinliler'e karşı 80'li yılların başından itibaren giriştikleri terör saldırılarından doğru dürüst ceza almadan, hatta kahraman mertebesine yükselerek çıkmış, sanki talepler doğrultusunda çıtayı yükseltmek üzere iktidarın ön plana attığı birer öncü onlar.
Yönetmen Shai Gal 2017 yapımı 91 dakikalık belgeselde İsrail'deki yeraltı faaliyetlerinin din adamları tarafından yönlendirildiğini de bir kez daha ortaya çıkarıyor.
Mescid-i Aksa'nın bombalanıp yerle bir edilmesine, yerine de bir Yahudi anıtı dikilmesine yönelik planlar da ortalığa saçılıyor. Amaçlarına ulaştıkları takdirde yalnız Ortadoğu'yu altüst edecek bir savaşa değil, tüm dünyayı kasıp kavuracak bir felakete yol açılması ihtimalinden bahsediyor emekli bir Şin Bet üyesi.
Ülkedeki muhalefetin aksine, sağcı iktidarların göz yumup kullandığı, hatta desteklediği işgalciler her geçen gün alanlarını genişletip Filistinliler'in hayatını karartmaya devam ediyor. Belgesel fazlasıyla sansasyonel televizyon dilini kullanıyor olsa da mevzuda aydınlanmak için birebir.
Faşizm sınır tanımıyor
Nazilikle ilgili ithamları gayet çapsız argümanlarla bertaraf etmeye çalışan Altın Şafak partisi üyelerinin yakın destekçisi kadınlarla da tanıştık IDFA'da.
Alman işgali sırasında binbir türlü zulme uğratılmış bir diyardan, üstelik Avrupa Birliği dayatmalarının bilhassa Almanya'ya yüklendiği öfkeli Yunanistan'dan, kavranması zor bir seviyesizlikle karşı karşıyayız. Özgüven patlamalarının yanında zaaflarını ele veren, Yunanca ifade edildiği için anlaşılmayacağı düşünülüp ortalığa saçılan çiğ gerçekler.
Norveç/Danimarka/Finlandiya 2017 ortak yapımı 95 dakikalık Golden Dawn Girls (Altın Şafak Kızları) adlı belgeselde kamera aşkına insanlar yine kendini gönüllü olarak rezil ediyor.
Yönetmen Håvard Bustnes Altın Şafak liderinin kızına, bir parti yöneticisinin eşine, bir diğerinin de annesine odaklanıp "normal" insanlar olduklarını kanıtlamaları için onlara fırsat tanıyor. Üç parti mensubunun da aniden hapse atılması mevzubahis kadınların partideki rolünü ve ağırlığını da artırınca yönetmenimize daha da baharatlı malzeme çıkıyor.
Özellikle parti merkezlerindeki korumaların kabadayı tavırları şiddete dayalı maçoluğun uluslararası sıradanlığının ispatı. Altın Şafak üyelerinin hapisten çıkınca mağdur edebiyatına sığınıp duygu sömürüsüyle yandaş toplamaya çalışmaları da gayet bildik.
Tabii vahim olan kendini açıkça ele veren böylesine sığ bir topluluğun ekonomik, sosyal ve kültürel kriz içinde olduğundan mı ne, kapitalizmin pençesindeki Yunanistan'da yandaş toplayabilmesi.
Kölelik bitmemiş miydi?
Kapitalizm öncesi kölelik döneminden bize seslenen bir yapıt ise çağımız diktatörlüklerinden Macaristan'dan geliyor. İmkânsızlıklar yüzünden sığındığı evde on senedir ücretsiz hizmetçilik yapıp ücret verilmeyen Marish şiddete de maruz kalıyor.
Ev işi dışında çalıştığı bir fabrikadan aldığı ücrete bile el koyan ev sahibesi film çekimine nasıl izin vermiş diyorsanız, paraya olan düşkünlüğü sebebiyle yönetmen Bernardett Tuza-Ritter'in verdiği ücrete bile tamah ettiğinden diye biliyoruz.
2017 Macaristan/Almanya ortak yapımı 89 dakikalık A Woman Captured (Esir Kadın) adlı film seyirciyi kısa zamanda etkisi altına alıp bir thriller kadar sürükleyici hale geliyor.
Belgesel sanatında filmin özneleriyle kurulmuş yakınlığın meyveleri bariz olarak ortaya çıkarken, yönetmenin kamerasına aldığı kişilerin hayatında önemli rol oynayabildiğini de görüyoruz.
Ne de olsa Marish herkese yönelik olarak yitirdiği güveni Bernardett Tuza-Ritter'e duyuyor ve yıllardan beri cesaret edemediği firarını gerçekleştiriyor.
Çin mucizesi?
Kölelik seviyesindeki ilkel çalışma şartlarında gerçekleştirilmeye devam edilen "Çin mucizesi"nden bir gerçekçilik destanı. Ülke, heyula gibi binalardan müteşekkil mahalleler, uçsuz bucaksız yollar inşa edilirken dev bir şantiye görüntüsünde.
Hayatı boyunca binbir maceraya atılmış Su ve kadın yoldaşı Qin, Hangzou'daki 24. karayolu inşaatının kıyısında derme çatma bir restoran işletmektedir. Fakat kırsal kesimlerde bile acımasızca sürdürülen soylulaştırma yüzünden yerlerinden edilmeleri gecikmez.
Mücadeleci ruhlarıyla kahramanlarımız yeni bir mekân açmak için kolları sıvarlar fakat devlet görevlilerinin talep ettiği gerekli izinlere sahip olmadıklarından ancak bitirebildikleri restoranlarından kovulmaları da pek vakit almaz.
Yönetmenliğini Zhiqi Pan'ın üstlendiği 2017 Çin yapımı 88 dakikalık 24th Street (24.Yol) altüst olmuş coğrafyanın dışında bizi karakterleriyle de yakın temasa sokuyor.
Seneler önce yola çıktıkları köylerine mecburen döndüklerinde aileleri ve ahlaki meselelerle boğuşmak durumunda kalacaklardır, çünkü Su'nun yıllardan beri ihmal ettiği bir eşi ve kocaman olmuş çocukları vardır.
Bir kurmacanın senaryosundan beklenebilecek birçok albenili unsura sahip, ders alınacak bir belgesel. Baş kahramanının çok yönlü ve renkli kişiliği yanında, dirayetle çekilmiş, yönetmenine hürmet duymamızı sağlayan bir belgesel sinema örneği.
Gezegen tehdit altında
Çin'in el attığı diyarlardan Afrika'da korunması gereken doğal ormanlar iktidar tarafından uluslararası şirketlere peşkeş çekiliyor. Tabiat değerlerinin yok olma riski bir yana asırlardır hayatlarını sürdürdükleri toprakların yavaş yavaş eridiğini, hatta ellerinden alındığını fark eden yerli halklar tehdit ve zorbalıkla da mücadele içinde.
Çevreci aktivist Silas Siakor Liberya'nın savaş suçlusu lideri Charles Taylor döneminde büyümüş, demokratik seçimlerle başa gelen Ellen Johnson Sirleaf'a bel bağlamıştır.
Dünya tarafından alkışlanan kadın liderin de bir süre sonra aynı yoldan gittiğini fark eden Siakor köylülerle birlik olup aktif bir ihbar hattı oluşturuyor ve ayyuka çıkan yolsuzluklar sayesinde çürümüş siyasilerin foyasını meydana çıkarıyor.
Anjali Nayar ve Hawa Essuman'ın yönettiği 2017 Kanada/Güney Afrika/Kenya ortak yapımı 80 dakikalık Silas adlı belgesel pahalı bir prodüksiyonla gerçekleştirilmiş ana akım çevreci filmlerden biri.
Savaş halini mütemadiyen sürdürmek
Yıllardan beri silahlı çatışmaların sürdüğü Demokratik Kongo Cumhuriyeti de yerel kaynakların paylaşılamadığı, doğanın talan edilmeye devam edildiği bir ülke. Madenler açısından gayet zengin toprakların nimetlerinden halkın pek dar bir kesimi yararlanabilmekte, iktidarın ve ordunun çürümüşlüğü yüzünden de kaos durumu kangren haline gelmektedir.
Şiddet insanların yerlerinden edilmesine, büyük imkânsızlıklar içinde göçmen kamplarında yaşamalarına sebep olmaktadır.
2017 ABD/Kanada/Kongo/Katar ortak yapımı 91 dakikalık belgeselin adı This is Congo (Kongo Budur). Savaşta foto muhabirlik geçmişi olan yönetmen Daniel McCabe füzeler patlatılırken aşırı gürültüye maruz kalan bebek yaşlarındaki çocukların görüntüleriyle seyirciyi yakalayıp 91 dakika boyunca peşinden sürüklüyor.
Ülkenin ormanlarla kaplı zengin bölgelerini kuşatan silahlı gruplar dışında ordu mensuplarıyla da yakınlaşıp projenin başında tasarlamadığı bir sonuçla ortaya çıkıyor.
Yüksek rütbeli ordu mensuplarının mücadelede başarılı olup halkın sempatisini toplayan Albay Mamadou'yu onurlandırmakta zorlandığını görüyoruz. Zaten bir süre sonra hayatına son veren cinayetin başarısını kıskanan bir diğer ordu mensubu tarafından gerçekleştirildiğini öğreniyoruz.
Yine pahalı bir prodüksiyonla çekilmiş, aynı zamanda iddiasını da layıkıyla taşıyan, bilgilendirici olduğu kadar etkileyici bir belgesel.
Hayvanları yemek
30. IDFA'daki çevreci belgesellerden bir diğeri hayvancılık sektörüne kamerasını yöneltip sanayinin hayvanlara yönelik acımasızlığına, ayrıca ucuz ürün furyasının insan sağlığını nasıl etkilediğine odaklanıyor.
Niçin et yediğimizi sorgulayan Jonathan Safran Foer'in aynı adlı kitabından yola çıkarak Christopher Quinn'in yönettiği Eating Animals (Hayvanları Yemek), et tüketiminin kesinlikle düşmesi gerektiğine dair seyirciyi ikna ediyor. Büyük çaplı et endüstrisinin sağlıksız koşullarda ürettiği etlerin zararları bir yana hayvanlara çektirilen acılar da genelde gazetecilerin ulaşamayacağı şekilde saklanıyor.
Azgın kapitalizm çılgınlığına çanak tutan hükümetlerin de küçük çaplı üreticileri desteklemekten çok, üretimlerini sona erdirmeye zorlayacak kural ve kanunlara boğduğunu görüyoruz. 2017 ABD yapımı 94 dakikalık belgesel bilim insanları, gazeteciler, aktivist ve çiftçilere kamerasını yöneltip mevzu hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmamızı sağlıyor.
Kentucky Fried Chicken tavuk eti restoranları zinciri furyasıyla ayyuka çıkan sektördeki deformasyon günümüzde dünya çapında epidemilere sebep olacak şekilde devam ediyor. Dingin belgesel boyunca ABD taşrasının pastoral manzaraları eşliğinde, direnen son geleneksel üreticilerin çabalarına şahit oluyoruz. Son zamanlarda çiftçilerin intihar sayısının da arttığı bilinen bir gerçek.
Amerikan rüyasının zedelendiği an
Tabii ki ABD kırsalı deyince IDFA 2017'de seyrettiğim bir cinayet anatomisini es geçmem mümkün değil. Hakkında yazdığı roman dünya çapında başarısını tescil ettiyse de sonradan Truman Capote'nin bile toparlanamadığı ağır bir travma.
Güven içinde, kapıların kilitlenmeden uykuya dalındığı bir dönemden gittikçe artan bir ivmeyle günümüzde korku imparatorluğuna vardığımız söylenebilir.
Clutter ailesinin katli yalnız yakın çevreyi değil tüm ABD'yi sarsmış, etkisi nesilden nesile aktarılmış. Tabii bunda ünlü yazarın mevzuyu geniş kitlelerin dikkatine sunmasının da payı büyük.
Cold Blooded: The Clutter Family Murders (Soğukkanlı: Clutter Ailesi Cinayetleri) adlı filmde cinayete kurban gitmiş insanların akrabaları ilgiden fazlasıyla rahatsız olduklarından bahsediyor; Capote'nin özellikle anne karakterini betimlerken edebiyat uğruna uydurma ayrıntılara daldığından da.
Yönetmen hanesinde, yine aynı festivalin programında Ermeni soykırımını irdeleyen Intent to Destroy: Death, Denial & Depiction (İmha Kastı: Ölüm, İnkâr ve Tarif) adlı belgeselle yer alan Joe Berlinger adını görüyoruz. Tarz olarak klasik televizyon belgesel dizisi stilini benimsemiş olsa da 168 dakikalık 2017 ABD yapımı sağlam bir toplum analizi.
Nokia travması
Bir zamanlar herkesin birbiriyle bağlantı kurmasını sağlamış olan Nokia'nın batması da kapitalizmn travmalarından biri olsa gerek. Cep telefonunun tartışılmaz imparatorluklarından Finlandiya merkezli şirket sektördeki birçok yeniliği tüketicilere sunup uzun yıllar boyunca liderliğini sürdürmüştü.
Hatta bayrağı sonradan devralan ABD'li bazı şirketlerin o zamanlar küçümsedikleri bazı fikirleri Finlandiyalı mucitlerden arakladığı bile söyleniyor. Geleneksel çalışma şartlarının hâkim olduğu iddiasız bir şirketin sektöre el atmasıyla başlayan yolculuk küçücük bir kadronun kısa zamanda büyük işler becermesinin hikâyesine dönüşüyor.
Arto Koskinen'in yönettiği 92 dakikalık 2017 Finlandiya yapımı sevimli belgeselin adı Nokia Mobile - We Were Connecting People (Nokia Cep Telefonu - Eskiden İnsanları Birbirine Bağlardık).
Bildiğimiz rekabetçi kapitalist şirket elemenlarından çok farklı, eşitlik ve uyum içinde çalışan mütevazı insanların anılarını dinlerken çok da eski olmayan bir geçmişteki çeşit çeşit cep telefonunun görüntüsü veya reklamı insandaki nostalji duygusunu tetikliyor.
Kapitalizmin ilkelerine aykırı gibi duran, başarıdan sonra gelen büyük düşüş hakkındaki belgesel ders alınabilecek bir yapım, cep telefonu fetişistleri kaçırmamalı! (MT/PT)
"Toplum bize eşitsizliği dayatıyor, biz mücadele edelim"
Hem kadın hem de engelli olmak… Eğitimden istihdama, barınmadan şiddetle mücadeleye kadar yaşamın her alanında katmerlenen eşitsizlikler, erişilemeyen haklar ve görünmez kılınan kimlikler… Engelli Kadın Derneği’nden Dr. Beyza Ünal ile çok yönlü ayrımcılığı, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ve dayanışmanın gücünü konuştuk.
Engelli kadınlar, toplumda hem engelli olmaktan hem de kadın olmaktan kaynaklanan çok yönlü ayrımcılıkla karşı karşıya kalıyor. Eğitimden istihdama, barınmadan şiddetle mücadele mekanizmalarına kadar pek çok alanda eşit haklara erişmekte zorlanıyorlar.
Kadın hareketi içinde görünürlükleri giderek artsa da hala erişilebilirlik, bağımsız yaşam ve cinsiyetsizleştirme gibi konularda önemli mücadeleler veriyorlar.
Engelli Kadın Derneği’nden klinik psikolog ve aktivist Dr. Beyza Ünal ile engelliliğin yanı sıra kadın olmanın getirdiği ayrımcı tutumların ve kalıplaşmış yargıların baskısı altında olan engelli kadınlar üzerinde toplumsal cinsiyet dayatmaları sonucu doğan cinsiyet eşitsizliklerini konuştuk.
"Engelli kadınlar çok yönlü ayrımcılığa maruz kalıyor"
Türkiye'de engelli kadınların neler yaşadığından bahseder misiniz?
Engelli kadınlar ve kız çocukları çok yönlü ayrımcılığa maruz kalıyor. Hem engelli olmaktan hem de kadın olmaktan kaynaklanan bu durum, toplum içinde karşılaştıkları dezavantajları katbekat artırıyor. Yani hem engelli olmayan kadınlara hem de engelli olmayan erkeklere oranla daha fazla eşitsizlikle karşı karşıya kalıyorlar. Dolayısıyla hayatın pek çok alanında eşit bir şekilde var olamaz hale geliyoruz.
Eğitim hakkından eşit şekilde yararlanamıyorlar. Engelli kız çocukları çoğunlukla çok daha erken yaşlarda okulu bırakmak zorunda kalıyor ya da hiç okula gönderilmiyor. Eğitim alanındaki bu eşitsizlik, istihdamı da doğrudan etkiliyor. Eğitim düzeyleri düşük oldukça, engelli kadınların iş bulma olasılıkları da aynı oranda düşüyor.
Bunun dışında barınma gibi alanlarda erişilebilirlik problemleri çok fazla. Ayrıca toplumda kadınların yalnız yaşaması ya da ailelerinden ayrılması zaten bir problem olarak görülürken, engelli kadınlar bunu çok daha ağır bir şekilde yaşıyor. Üstelik yaşayabilecekleri alanlar da erişilebilir değil.
Kadına yönelik şiddet her geçen yıl arttıyor. Kadına yönelik şiddetin artması engelli kadınları nasıl etkiliyor?
Kadına yönelik şiddetin yıllar içinde arttığını ve buna karşı mücadele mekanizmalarının yetersiz kaldığını sıkça konuşuyoruz. Engelli kadınların ise aslında görünmeyen ama çok daha yoğun bir şekilde şiddete maruz kaldığını söylemek mümkün.
Az önce bahsettiğim erişilebilirlik problemleri nedeniyle, şiddet ortamında bulunan bir engelli kadının farklı bir yere gidebilmesi, bağımsız bir birey olarak var olabilmesi çok daha zor oluyor. Eğitim ve istihdam gibi alanlarda yaşadıkları zorluklar nedeniyle ekonomik özgürlükleri de kısıtlı. Bu da onları şiddet ortamından uzaklaşamaz hale getiriyor.
Ayrıca, kadına yönelik şiddetle müdahale için var olan mekanizmalar da engelli kadınlar için erişilebilir değil. Sığınma evleri çoğu zaman engelli kadınlar için uygun değil ya da çeşitli sebeplerle onları kabul etmiyor. Devletin onları farklı yerlere yerleştirmek zorunda kaldığını, ancak bunun da gizlilik ve güvenlik gibi açılardan sorunlar yarattığını biliyoruz. Yani engelli kadınlar için var olan destek mekanizmaları, çoğu zaman onların ihtiyacını karşılayamıyor.
"Engelli kadınların bir kadın olarak görülmüyor"
Bir de toplumda engelli kadınlara yönelik bir “cinsiyetsizleştirme” söz konusu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Toplumun engellileri "cinsiyetsizleştirmesinin yansımaları neler?
Cinsiyetsizleştirme genel olarak sık yapılan bir şey.Engelli kadınların bir kadın olarak görülmemesi, sadece "engelli" kimlikleriyle tanımlanması ve sahip oldukları cinsiyetin toplum tarafından yok sayılması. Bu durum, erkekler için de geçerli olabiliyor; yani engelli erkekler de bazen erkek olarak görülmüyor. Ama özellikle engelli kadınlar açısından bu durum, daha küçük yaşlardan itibaren başlıyor ve ilerleyen yıllarda birçok alanda sorun yaratıyor.
Toplumsal cinsiyet normlarına karşı duruyor ve onları sorguluyoruz. Ancak engellilik söz konusu olduğunda, kişinin cinsiyetinin yok sayılması, toplumda var olma mücadelesini daha da zorlaştırıyor. Bu, özellikle sağlık alanında büyük sorunlara yol açıyor. Örneğin, engelli kadınlar cinsel sağlıkla ilgili bir sorun yaşadığında, doktorlar bunu cinsel sağlıkla ilişkilendirmeyebiliyor. Çünkü engelliler toplumda daha “çocuksu” görülüyor. Oysa bir kadın cinsel sağlık problemi yaşadığında, bunun gerçekten bir sağlık sorunu olup olmadığı bile sorgulanmıyor.
Benzer şekilde, aile planlaması gibi konular da engelli kadınlar için büyük bir mesele. Çocuk sahibi olmak istediklerinde, yetişkin bir kadın olarak değil, çocuk bakamayacakları düşünülen bir birey olarak görülüyorlar. Yeterlilikleri ve becerileri sorgulanıyor. Bu önyargılar, engelli kadınların yaşamlarını doğrudan etkileyen en büyük bariyerlerden biri.
“Herkes özgür olmadan kimse özgür değildir”
Kadın hareketinin engelli kadınlara bakış açısı nedir? Kapsayıcılık açısından kadın hareketinde neler yapılıyor?
Engelli kadın hareketinin içinde olduğum sürece şunu gördüm: Kadın hareketi, engelli kadınlara yönelik geçmişe kıyasla çok daha kapsayıcı ve farkındalığı yüksek bir noktada. Artık birçok kadın, “Herkes özgür olmadan kimse özgür değildir” bakış açısıyla meseleye yaklaşıyor. Engellilik ve sağlamcılık konularıyla daha yakından ilgileniyorlar ve bu gerçekten umut verici bir gelişme.
Ancak, kadınların söz hakkına sahip olduğu ve birlikte mücadele ettikleri ortamların, engelli kadınların da katılımına uygun hale getirilmesi gerekiyor. Etkinliklerin ve toplantıların ne kadar erişilebilir olduğu, engellilik durumlarının ne kadar göz önünde bulundurulduğu ve engelli kadınlarla nasıl bir iletişim kurulduğu önemli. Sadece tahminler üzerinden değil, doğrudan engelli kadınlarla iletişim kurarak onların neye ihtiyacı olduğunu anlamak gerekiyor.
"Bizi güçlü kılan şey, birbirimizle kurduğumuz dayanışma"
8 Mart’a giderken engelli kadınlara bir mesajınız var mı?
Hepimiz, yaşadığımız eşitsizliklerin ne kadar zorlayıcı olduğunun farkındayız. Ancak bizi güçlü kılan şey, birbirimizle kurduğumuz dayanışma. Mümkün olduğunca, hak temelli çalışan örgütlerle iletişim kurmak, kendimizi ifade edebileceğimiz alanlar yaratmak çok önemli.
Toplum, bize sürekli olarak eşitsizliği dayatıyor. Ama ona karşı durabilmek, kendimizi eşit bireyler olarak görebilmek ve haklarımız için mücadele edebilmek için birlikte olmaya devam etmeliyiz. Hak temelli örgütlerin sayısı arttı ve bu çok sevindirici. Biz de hem kadın hakları hem de engellilik alanında çalışan bir örgüt olarak her zaman kapımızın açık olduğunu söyleyebiliriz.
bianet muhabiri (Ağustos 2023). Atölye BİA 5-9 Ekim 2022 "Temel Gazetecilik Atölyesi" katılımcısı. Maltepe Üniversitesi Gazetecilik Bölümü'nü bitirdi. Aynı üniversitede, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler...
bianet muhabiri (Ağustos 2023). Atölye BİA 5-9 Ekim 2022 "Temel Gazetecilik Atölyesi" katılımcısı. Maltepe Üniversitesi Gazetecilik Bölümü'nü bitirdi. Aynı üniversitede, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde çift anadal yaptı. Halkevleri 12. Halkın Hakları Basın, Sanat ve Dayanışma Ödülleri sahibi.
Yeni süreci hızla anlamınızı ve adapte olmanızı sağlayacak film önerileri
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor aslında. Bu zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
1990’lardan bu yana (bu yazıda öyle başlatayım) (2013-2015 sürecini bir kenara koyarsak) iktidarların sürekli hedef haline getirdiği bir halk var: Kürtler.
"Benim de Kürt arkadaşlarım var." "Biz Kürtlerden kız aldık, verdik." "Ev arkadaşı Kürt ama iyi biri."
"Kürt ama güzel güzel Türkçe konuşuyor." "O normal, sizin bildiğiniz Kürtlerden değil."
Bu cümleleri hayatınızın bir yerinde duymuşsunuzdur. Belki söyleyenler de vardır. Klişe gibi görünse de, her biri insana ince ince iğneyi batıran, aslında derin bir ayrımcılığı yansıtan ifadeler.
Türkiye devleti ve PKK arasındaki çatışmalara göre, medyaya, siyasete hayata akan cümleler hatta sıradanlaşan nefret cümleleri, ayrımcı ifadeler...
Ancak, bugün ya da bu yazının yazıldığı güne göre dün (27 Şubat Perşembe) işler biraz değişti. Abdullah Öcalan, “PKK kendisini feshetsin” dedi.
Öcalan’ın bu çağrısına verilen tepkiler yıllardır süregelen bir döngüyü de hatırlatıyor. Bir anda Kürt kurumlarına ziyaretler artar, Diyarbakır, Şırnak, Mardin neredeyse bir turizm merkezi haline gelir, hele gazeteciler aman tanrım akın eder "bölge"ye. Kürt meselesi daha fazla konuşulur, yazılır.
Bazıları da en büyük çözüm, barış savunucusu olur. Sanki köşelerinden, ekranlarından, manşetlerinden yıllardır nefret saçmamış, Kürtleri ve değerlelerini hedef göstermemişler gibi... Hepsi birer barış savunucusu olur biz adını yazarken dahi içimiz cız ederken Tahir Elçi'yi unuturlar misal...
Sonra... Bir anda ilk kriz anında sahne değişir, çatışmalar başladığında, gözaltılar ve tutuklamalar duyulduğunda ilgi, destek azalır...Maalesef Kürtler, yine yalnız kalır, belki bir kaç dost, yoldaşla yan yana...O da belki.
Yalnız açık bugün farklı bir eşikteyiz. Bir taraf "amasız, fakatsız" bir adım attı. Hasan Cemal'ın anlatısı ile "Silahlara veda" hayal edilenden de hızlı bir adım. Peki, bunun karşısında hem iktidar hem muhalefetin diğer partileri ne yapacak?
Toplumun önemli bir kısmı sürecin şeffaf yönetilmesini, insan hakları ve demokrasi adına somut adımlar atılmasını bekliyor.
Ancak bir başka önemli mesele daha var: Bu süreç, Kürtlere dair zihinlerde kökleşmiş önyargıları da sarsabilecek mi? Yıllardır medyanın, siyasetin son dönemde sosyal medyanın yaydığı önyargı tohumlarını kök salmadan kurutabilecek mi?
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor yani. Asıl süreç ya da eş zamanlı yürütülmesi gereken başka bir süreç diye ifade etmek daha anlamlı olabilir, toplumda, mahallede, sokakta hayatın rutininde başlıyor oysa. Zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
Çok kıymetli Rizeli bir arkadaşımın “Kürtler neden dağa çıkıyor?” sorusuna verdiği bir yanıtı da buraya iliştireyim: “Diyarbakır Cezaevi’nde olanları anlatıyorum.”
Şimdi size de bir soru:
Siz, bu yeni süreçte halklar arasında yıllardır biriken önyargı ve nefretin zayıflatılması için ne yapabilirsiniz? Ne yapmak istersiniz?
Bu soruya yanıt bulmanıza yardımcı olabilecek birkaç film önereceğim. Barış, yalnızca siyasetin değil, toplumun da inşa etmesi gereken çok uzun, zor, yorucu bir görev. Hepimizin toplumsal bir görevi…
Önemli olanın niyet olduğunu hatırlatayım, yani sanırım insana tüm yönleri ile insan olarak bakabilmek… Yoksa kitap film pek etkili olamaz. Eminim çok daha geniş bir külliyat vardır bu konuda ilk aklıma gelenleri paylaşıyorum...
Origin (2023)
Yönetmen: Ava DuVernay
Senarist: Ava DuVernay
Duyguların Rengi (The Help) (2011)
Yönetmen: Tate Taylor
Senarist: Tate Taylor (Kathryn Stockett’in romanından uyarlama)
Min Dît (2010)
Yönetmen: Miraz Bezar
Senarist: Miraz Bezar, Evrim Alataş
Yol (1982)
Yönetmen: Şerif Gören (Yılmaz Güney’in senaryosundan)
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de...
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de yerel gazetelerde çalıştı. Sivil Sayfalar, Yeşil Gazete, Journo ve sektör dergileri için yazılar yazdı, haberleri yayınlandı. Hemşin kültür dergisi GOR’un kurucu yazarlarından. Yeşilden Maviye Karadenizden Kadın Portreleri, Sırtında Sepeti, Medya ve Yalanlar isimli kitaplara katkı sundu. Musa Anter Gazetecilik (2011) ve Türkiye Psikiyatri Derneği (2024) en iyi haber ödülü sahibi. Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu kurucularından. Sendikanın İstanbul Şubesi yöneticilerinden (2023-2027). İstanbul Üniversitesi Avrupa Birliği ve Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun. Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik ve cinsiyet temelli şiddet haberciliği alanında atölyeler düzenliyor. Şubat 2025'den bu yana kadın haberleri editörü olarak çalışıyor.