Hollanda’nın Amsterdam kentinde 34. kez düzenlenecek uluslararası belgesel festivali IDFA’nın bu seneki tarihleri 17-28 Kasım. Dünyanın en geniş çaplı belgesel sinema etkinliklerinden biri olan festivalin Best of Fests bölümünde başarıları ödüllerle taçlandırılmış eserler dışında sinema eleştirmenlerinin ve seyircinin favorileri de var.
Sansürcü devletler tarafından düşman kabul edilen belgesel sinema pandemi sürecinde fazlasıyla zorlanmış sektörlerden biri olsa da yoluna dimdik devam ediyor.
Best of Fests’te yer alan filmlerden biri Ahmet Necdet Çupur’un 93 dakikalık Yaramaz Çocuklar adlı olağanüstü belgeseli.
Katıldığı birçok festivalde büyük ilgiyle karşılanan ve muhtelif ödüllere layık görülen filmde yönetmen belgelediği ailenin bir ferdi olduğundan normalde şahit olamayacağımız birçok dinamikle karşı karşıya kalıyoruz.
Anadolu’nun muhafazakâr kesiminde kadına biçilen role direnmenin zorluklarıyla bizi bir kez daha yüzleştirmeyi başarmış Yaramaz Çocuklar, belgesel estetiğinin çok başarılı bir örneği.
Ataerkil düzen zoraki saltanatını ille de sürdürmeye çalışırken kadınların ilerleyişi, sessiz ve derinden devam ediyor tabii ki!
Başkaldırı
Uzun yıllardır siyasi baskı namına hiçbir şeyin değişmediği ülkelerden Belarus’ta isyan 2020’nin Ağustos ayında başlamıştı. Memleketin diktatörü Aleksander Lukaşenko’nun 26 yıllık iktidarı elden bırakmamak için başkanlık seçimlerini altıncı kez kazandığını açıklamasıyla kıyamet kopmuş, binlerce insan sokaklara dökülmüştü. Ne de olsa seçimlere hile karıştığına dair kuşku had safhadaydı.
Yönetmenliğini Aliaksei Palyan’ın üstlendiği Courage adlı 90 dakikalık belgeselde mevzuyu üç tiyatro oyuncusunun peşine takılarak izliyor ve “Hem suçlu hem güçlü” pozisyonuna düşen rejimin saldırganlığa sarılmaktan başka çaresi kalmadığına tekrar tekrar tanık oluyoruz.
Gerçekleri bastırma zarureti
Rusya’nın günümüzde Putin’le özdeşleşen baskı rejiminde nedense sadece iktidarın yansıtmak istediği taraflı haberlere müsamaha gösteriliyor. Dolayısıyla bağımsız bir medya kuruluşu ülküsüyle yola çıkan Dozhd televizyon kanalının muhteşem yükselişini tahmin edilebileceği gibi hızlı düşüşü takip etti.
Kanalı yönetenler dış mihrakların ajanları olarak suçlandı, muhtelif tehditler peş peşe gelince uykusuz geceler kaçınılmaz oldu. Vera Krichevskaya’nın yönettiği 104 dakikalık F@ck This Job adlı film aslında saklayacak hiç bir şeyi olmadığını iddia eden ikiyüzlü rejimlerin bağımsız medyaya ne kadar tahammülsüz olduğunu gözümüze sokuyor.
Afganistan kökeni ve eşcinsellik
Afganistan’dan kaçışın tekrar arttığı günümüzde kahramanımız Amin bizi ta 80’lere götürüyor. Bir mülteci olarak içine düştüğü müşkül vaziyetler, rüşvet yemeye alışmış Rus polislerinin acımasızlığı, insan kaçakçılığı yapanların zalimliği gibi unsurlar, Jonas Poher Rasmussen’in Flee başlıklı 90 dakikalık filminde ayrıntısıyla teşhir ediliyor.
Animasyon tekniğiyle canlandırılan hadiselerin bütünü Danimarka’da sona eren tehlikeli yolculukla sınırlı değil. Bir iş insanı olarak kahramanımızın eşcinsel kimliğini saklama zarureti hissetmesi ve kendine adeta ikinci bir kişilik yaratması muhafazakâr kültürlerin ağır yüküne işaret. Neyse ki sürükleyici ve gayet etkileyici film Amin’in topluma kendini olduğu gibi sunması için mühim bir adım oluşturuyor.
Nükleer enerjiye hayır!
Nükleer enerjinin gezegenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kabul edilir bir kaynak olup olmadığı hararetle tartışılırken Fukuşima ve Çernobil gibi vakaları unutmak mümkün değil. I’m So Sorry adlı 96 dakikalık belgesel mevzuyu incelikle irdelerken bizi diyardan diyara sürüklüyor.
Zhao Liang’ın yönettiği film nükleeri protesto edenlere vakit ayırdığı gibi nükleer felaket yüzünden terk edilmiş köylerde yaşamaya çalışan yaşlı insanlara da kamerasını yöneltiyor.
Japonya ve Rusya dışında Almanya’da sökülmekte olan bir nükleer santrale, radyoaktif atıkların asırlarca muhafaza edileceği Finlandiya’daki yeraltı tünellerine de misafir ediliyoruz.
Filmin beklenmedik anlarında karşımıza çıkan şiirsel üslubu mevzu hakkında tefekküre dalmamıza imkân tanıyor.
Yermuk’u unutma
Suriye’deki çarpık vaziyet dalbudaklanarak devam ederken Filistinli mültecilerin Yermuk kampında yaşadıklarının vicdanlarımızı rahatsız etmeyi sürdürdüğü de kesin.
Abdallah Al Khatib’in çarpıcı 89 dakikalık Little Palestine, Diary of a Siege adlı filmi, ablukaya alınmış Yermuk’tan yumruk gibi görüntülerle seyirciyi bir kez daha sarsıyor. Esad’ın acımasızlığını tekrar tekrar idrak etmek için filmi izlerken insanlığın duruma uzun süre kayıtsız kalması vicdanlarımızı sızlatan esas unsur haline geliyor. Açlık, sefalet, hastalık ve ölümle mücadele eden Yermuk ahalisinin acılarına gecikmeli olarak ortak olurken cesaretlerine ve umut dolu hallerine hayran kalıyoruz.
Belgesel estetiğinin hakkını veren eser her fırsatta silahlara sarılanların mutlaka izlemesi gereken okkalı bir manifesto.
İnsan hakları ihlalleri
Guatemala’daki iç savaş sırasında siyasilerin insan hakları ihlalleri gazeteci Elías Barahona’nın mahkemede şahitliği sayesinde tekrar su yüzüne çıkıyor. Barahona kendisine yakıştırılan köstebek sıfatına uygun şekilde İçişleri Bakanlığına bağlı bir basın çalışanı olarak olayları yakından takip etmiş ve birçok insanın hayatını kurtarmayı başarmıştı. Anaïs Taracena’nın yönettiği 92 dakikalık The Silence of the Mole adlı film arşiv malzemesini ustalıkla kullanıyor.
Şahitlik ettikten kısa bir süre sonra kahramanımız ölmüş olsa da yönetmen Taracena araştırmalarını dirayetle sürdürmüş ve gayet geniş kapsamlı bir belgesel ortaya çıkarmış.
Baskıcı rejimin yok etmeyi ihmal ettiği bir televizyon çekimi de araştırmacı gazeteci edasıyla çekilmiş filme güç katıyor ve darısı başımıza dedirtiyor.
Çin’in de hürriyete tahammülü yok
Hong Kong’da elde edilmiş özgürlükleri halkın elinden almaya girişen Çin hükümeti karşısında güçlü bir direniş buldu. Her ne kadar protestoları şiddetle bastırmaktan başka bir çaresi kalmamış olsa da, şehirde patlayan isyan tüm dünyanın dikkatini çekti ve Çin’in insan hakları ihlal sicili daha da kirlenmiş oldu. Sözde adalet sisteminin rejim lehine sömürülmesi de cabası!
Kiwi Chow’un yönettiği 152 dakikalık Revolution of our Times adlı belgesel bizi yüksek teknolojinin ön planda olduğu bir direnişe taşıyor. Arada mevzu hakkında politik yorumlarda bulunan “konuşan kafalar” da yok değil. Fakat esasen protestocuları, direnişçileri, kıyasıya mücadele edenleri takip edip elimizden geldiğince empati kurmaya çalışıyoruz.
Barışçıl bir protesto olarak başlayan olaylar giderek organize olmuş bir ekip işine dönüşüyor. Güvenlik kuvvetleri her türlü teçhizatla saldırırken aslında ne kadar âciz durumda olduğunu ispatlamış oluyor. (MT/AS)