Elsa Ers Brosh, karışık teknik resimlerden oluşan yeni serisinde kişisel ilhamını, yer değiştirme, aidiyet ve kültürel kimlik temaları üzerinden şekillendirmeyi amaçlıyor.
Kültürel mirasından ödünç aldığı bazı unsurları küresel çağdaş kültürün bileşenleri ile harmanlayarak yinelediği çalışmalarında, kadınların en derin içsel niteliklerinden biri olan ‘bir araya getirme’ ve ‘yuva yaratma’ öğelerini vurgulayarak görsel bir dil oluşturuyor. Türk kilim desenlerini, kadın kimliği için koruyucu koza sembolü olarak benimseyen ve onları sahaflardan aldığı eski aile fotoğrafları ile bilim kitaplarından toplanan görüntülerle dokuyan sanatçı, 21. yüzyıla damgasını vurmuş ve özellikle kadın psikolojisinde yer edinmiş, yenilik arayışı ile bitiştirilen geçmişe duyulan özlem ikilemini yeniden yapılandırıyor.
Pg Art Gallery’de gerçekleştirilen ‘Kutsal + Dünyevi’, başlıklı sergi sanatçının karışık tekniklerden meydana gelen resim serisi olmasının yanı sıra Brosh’un, 2005 yılındaki mezuniyetinden beri biriktirdiği anonim vintage fotoğraflardan oluşan kişisel koleksiyonunun da bir yansıması. Sanatçı, geçmişten gelen bu yüzler için hikayeler dokurken onları kutsal anonimliklerinden çıkarıp sıradanlığa, kusurlu bir dünyaya yerleştiriyor, böylece unutulmuş yüzlere yeniden bir hikaye, bir yuva sunuyor.
Aidiyet
1982’de İstanbul’da doğan Elsa Ers Brosh, lisansını 2005’te Paris’te Parsons School of Design’da, yüksek lisansını ise 2007’de Sorbonne’dan Fransız Dili ve Uygarlığı Bölümü’nde tamamladı. Eğitiminin ardından Tel Aviv'e yerleşen sanatçının resim, desen ve baskılardan oluşan çalışmalarının en belirgin özelliği, eve ve kültürel kimliğe aidiyeti vurgulayan yüzey uygulamaları.
Brosh resme nasıl başladığı; İstanbul’da başlayıp Tel Aviv’e uzanan yolculuğunu şöyle anlatıyor:
“Kendimi bildim bileli resim yapıyorum. Bana küçükken Barbie bebekler almazlardı, İsviçre’den Caran D’ache pastel boya setleri gelirdi. 2-3 yaşından beri detaylı resimleri çizerdim. Charlotte Web’i izleyip aylarca örümcek çizmişim küçükken. Annem de çizerdi; sanırım bunun genetik bir tarafı da var. Robert Kolej’de okurken de sanat dersleri almıştım, niyetim tamamen sanat okumaktı. Burada üniversite sınavlarına bile girmeden doğrudan Parsons’a başvurdum. Parsons’dan sonra çalışma izni alabilirim diye Sorbonne’a girdim. Sarkozy dönemiydi baya bir zorluk çıkarttılar, alamadım ve geri döndüm İstanbul’a. Ancak İstanbul’da kalmayı hiç düşünmedim. Sanırım bunu maceraperest olmama bağlayabiliriz.
Neden Tel Aviv?
Açıkçası beni sorgusuz sualsiz kabule eden tek yer orasıydı. Çalışma izni almak çok çok zordu. Ne kadar harika bir CV’in olsa da kimse bir Türkiyeli sanatçıyı işe almak istemedi. Avrupa’da acayip işsizlik var benim için çalışma izni problemi olmayacak tek ülkede İsrail’di. Hem Yahudi kimliğimden dolayı hem de annem İsrail vatandaşı olduğu için direk vatandaş olarak gittim oraya. İsrail’deki sanat piyasasına baktığında çok sınırlı. İstanbul bugün çok geniş alternatiflere sahip ve “Middle Eastern Art” şu anda tavan yapmış durumda. Yurtdışından koleksiyonerler gelip buradan satın alıyorlar. Çünkü buradaki sanatçı etliye sütlüye dokunuyor; korkmuyor. Mesela İsrail’de hiçbir şeye dokunmuyorlar. Bir tek sanatını konuşturan Filistinli sanatçılar. İsrailli sanatçılarda “siyasi sanat” hiç yok. Ülkede inanılmaz bir potansiyel var fakat sanatlarını bunla maalesef besleyemiyorlar, bence çok üzücü bu. Sanat cemaati biraz Fransızların elinde ve sanat ekolü Chagallvari çoğunlukla. Aslında İsrail’de çok iyi sanatçılar var ama çoğu Amerika’ya yerleşiyor. Çünkü İsrail’de sanatçı olarak para kazanmak diye bir şey yok. Benim pop art bir sergim oldu, bir karma bir kişisel iki sergim oldu. Fakat hiç satışımız olmadı maalesef. Amerika’ya gitmeyi ailemden uzak kalmamak için pek düşünmüyorum, annem burada yaşıyor.
‘Kutsal + Dünyevi’ nasıl oluştu?
Bu sergim çok kadın kokan bir sergi oldu. O amaçla başlamamıştım işe ama sanırım 30 yaş kadınlığın en çok ortaya çıktığı bir dönem; bu sergime yansıdı. Kardeş teması çok var. Ve hep ikili çalıştım. Biri birinin cevabı şeklinde hep ikili çalışmalar. Hep eski resim topluyordum ben zaten, oldukça çok biriktirdim bunları. Bir şekilde nasıl oldu bilmiyorum ama kolajlamaya başladım ve görsel olarak bir dil ortaya çıktı. İşlerin hepsi birbirine benziyor yani ortak temayı yansıtıyorlar. Aynı ailedenmiş hissi veriyorlar. Bir parçam Frida’nın siluetini veriyor. Hep Frida’yı yapmak istemiştim çünkü bence her kadın sanatçıyı besleyen sanatçılardan biri. Frida’yı sevmeyen bir kadın sanatçı bulamazsın. Çünkü kadın hem kadınlı kimliğini hem sanatçı kimliğini çok güzel ortaya çıkartıyor. Camille Claudel, Rodin’in sevgilisi olarak bilinmiş; aynı şekilde Frida gibi yıllarca sanatına sahip çıkmak için savaşmış. Sanatı Claudel öldükten sonra ortaya çıkıyor. Sırf sanatta değil aynı ikilemi Simon De Beaovieur-Sartre ilişkisinde de görüyoruz. Ben kadın kimliğimden ve Yahudi kimliğimden dolayı hiçbir zaman ayrımcılık görmedim. Kadın sanatçı çok var artık. Çünkü kadına doğal geliyor üretmek. Erkekte egolu bir şey bu. Kadında doğum yapmak gibi doğal. Daha çok kadın sanatçı var artık, üretim var ve destek var birbirine. Birbirini kuyusunu kazmak yok, benim gördüğüm kadarıyla. PG Art Gallery’in portföyü mesela nerdeyse yüzde 90 kadın sanatçılardan oluşuyor.
Çalışmalarını nasıl yapıyorsun? Projeye ya da yeni bir işe başlarken nasıl çalışıyorsun?
Ben hep görsel kullanıyorum. Önce üretiyorum ondan sonra tema yani kelimeler geliyor ve üstüne oturuyor. Serginin adı mesela o anda müzik olarak ne dinlediysem veya ne okuyorsam oradan geliyor. Bu sergiyi hazırlarken Smashing Pumpkins dinliyordum, serginin adı oradan geliyor. Yeni projenin adı da hazır. Ve yine figüratif çünkü insan resmetmeyi seviyorum. Bu sefer yine kolaj olacak ama biraz daha soyut ile harmanlamayı düşünüyorum. Biraz daha alan, ev, hane gibi mekanlar kullanmayı düşünüyorum. Gittikçe çizime, daha teknik işlere yöneliyorum ve biraz daha eskiye gidiyorum. Sergiler genelde iki senede bir oluşuyor; bu arada Contemporary İstanbul’a da iş üreteceğim.
İstanbul’da bir sergi fikri nasıl oluştu?
PG Art Galeri ile tanışmam tamamen şans. Her yere CV’mi attım ve bir şekilde Pırıl hanımla iletişime geçtik. Galeri ile sanatçı ilişkisi evlilik gibi bence. Çok kişisel bir ilişki, eğer elektriğin tutmazsa yürümesi mümkün değil bence. Pırıl hanımla çok iyi anlaştık, yaptığı işi çok severek yapıyor. Çok genç yaşta başlamış galeri işine ve genç sanatçılara çok destek oluyor.
İstanbul'da doğup büyüdükten sonra İsraile gitmek, kimliğin açısından nasıl bir etki yaptı?
Ben kendimi hep bir Türkiyeli sanatçı olarak görüyorum. İsrail’de de “I am a Türkish artist living in Tel Aviv” diyorum. İsrailli bir sanatçı değilim. Benim için ben öncelikle Türkiyeliyim ondan sonra Yahudi kimliğim gelir. Dindar bir insan değilim, ama benim için Yahudilik “öteki olmak” demek. Düşünün yaşadığın ülkede ismin farklı, dinin farklı; “dışarıdaki” olmak hali, yani diğeri olmak, her türlü “gavur” olmak anlamına geliyor. Ben bir Türkiye Yahudisi olarak orda bir ayrımcılık yaşamadım hiç. Orda da zaten “the Türk” diyorlar bana. Buradan göç eden Yahudiler İsrail’de tamamen getto şeklinde yaşıyor ve kendi içlerine çok kapalılar. Entegre olmaya cok kapalılar. Orada tamamen Türkiyeli gibi yasıyorlar; Türkçe konuşuyorlar, Türk marketlerinden alışveriş yapıyorlar, Türklerle evleniyorlar… Doğup büyüdüğün coğrafyadan kopamıyorsun. Gençler mesela hala Taksim’de yaşadıkları hayatı orada yaşatmaya çalışıyorlar. Benim arkadaş çevrem orada karışık, daha uluslararası bir hayat yaşıyorum. Filistinli yakın sanatçı arkadaşlarım da var. Onların kimlik inşaları bambaşka mesela. İsrail’de yaşadıkları için hiçbir kızgınlık, nefret beslemiyorlar. Benim de sergideki parçalarımdan birinde oyuncak asker bir gülü vuruyor ve onu yaptığımda savaş dönemiydi. Bilinçaltından çıktı sanırım… Tek politik olan işim de oydu. (ÖK/HK)