Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan editörlüğünü Ömer Turan’ın üstlendiği “1968: İsyan, Devrim, Özgürlük” başlıklı derlemenin tanıtım paneli 26 Eylül’de Eminönü’ndeki Tarih Vakfı’nda gerçekleşti. Kitapta yer alan, yirmi iki yazar ve akademisyen tarafından kaleme alınan yazılar 68’in Türkiye dahil dünyanın farklı coğrafyalarında nasıl deneyimlendiğine, kendinden sonraki kuşakları-dönemleri etkileyecek nasıl bir etki ve entelektüel birikim yarattığına farklı disiplinlerden beslenen bir perspektifle odaklanıyor. Kitap Türkiye’de 68’in üç önemli ismi Nadire Mater, Fatmagül Berktay ve Masis Kürkçügil’in hareketi değerlendirdikleri bir yuvarlak masa toplantısının metni ile başlıyor. Panelde kitabın yazarlarından Bülent Somay –(Norveç’te olan Somay skype aracılığı ile konuştu), Çimen Günay-Erkol, Cemil Boyraz ve Esin Paça Cengiz yer aldılar. Bu derlemenin doğuş fikri Tarih Vakfı tarafından yayımlanan Toplumsal Tarih dergisinin, 68’in 50. yılı nedeniyle ayırdığı özel sayısına dayanıyor. Derleme hem dergide yer alan makalelerin genişletilmiş halini hem de yeni katılan yazıları içeriyor. Panelin moderatörlüğünü üstlenen Turan konuşmalara geçmeden önce 68’in bütün ülkelerde nasıl yaşandığını kapsamanın derleme bir kitap çerçevesinde mümkün ol(a)madığını, fakat buna rağmen Türkiyeli okurlara farklı ülkelerde neler yaşandığına dair bir çerçeve sunmayı becerebildiklerini umduğunun altını çizdi. Turan ayrıca sosyal bilimler perspektifinden bakıldığında bu tür toplumsal hareketlerin yıldönümlerinde –bunu Gezi için de söylemek mümkün– sanki bir mitolojik geçmişe ait, hangi koşullar altında gerçekleştiğini önemsemeden anlatılan hikayeler bütünüymüş gibi içine düşülen nostalji tuzağının akademik perspektif açısından verim üretmekten uzak olduğunu, bu bağlamda 68 nostaljisinin politik sonuçlarının da çok olumlu olacağını düşünmediğini belirterek bu kitapta bir araya getirilen çalışmalarla bu “yitik geçmişe” dair duyulan nostaljinin ötesine geçme gayretinde olduklarını aktardı.
Kitapta toplumsal cinsiyet ve kadın perspektifini ele alan dört bölüm bulunmakta. Bunlardan biri de konuşmacılardan Çimen Günay-Erkol’ün “Yarın Yarın: 1968’in Romanında Kadın Olmak” başlıklı makalesi. Günay-Erkol konuşmasında Pınar Kür odaklı bir 68’in kurguya nasıl yansıdığına dair bizleri bilgilendirdi. Konuşmasına “68’den bize ne kaldı sorusunu şimdi ciddi olarak sormamız gerekiyor, arada bir kazanımlara dönüp bakmak gerekiyor” diyerek başlayan Günay-Erkol, bu bağlamda kadın özgürlüğü talebinin 68’den itibaren açtığı alana odaklanmamız gerektiğini vurguladı. 68’in sadece bir gençlik hareketi olmadığını, aynı zamanda insanların içinde özgürlük mücadelesini dillendirdikleri bir işçi hareketi, sınıf mücadelesi, bir sendikal hareket olarak da kabul edildiğini, bunlara paralel olarak bir iktidar merkezi olan aile-evlilik kurumunun da sorgulandığını belirtti. Pınar Kür’ün Paris esintileri taşıyan romanı Paris’teki ve Türkiye’deki öğrenci hareketlerini örtük de olsa karşılaştırmaya çalışan bir anlatıya da sahip. Roman toplumların farklı sosyal katmanlarından gelen eşitlik taleplerinin içerisinde kadının eşitliğinin neden görünür olmadığını sorgulamaya çalışıyor. Günay-Erkol Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal’ın da bulunduğu yelpazeden neden Kür’ü seçtiğine dair cevabı ise şu oluyor: “Çünkü Kür kadın cinselliği meselesini biraz daha açıklıkla yazmayı tercih ediyor”. Günay-Erkol makalesinde o dönemdeki kadın cinselliğinin, bir kadın yazar tarafından nasıl temsil edildiğine, anlamlandırıldığına odaklanıyor.
Makale ayrıca 68’in özgürlük tahayyülünün Türkiye’de nasıl yaşandığına –Avrupa’dan ithal edilen bir model mi/ anarşist/devrimci bir model mi–, tartışıldığına ve cinsellik tartışmalarının bu özgürlük ekseninde nerede yer aldığına romandaki ilişkiler çerçevesinde odaklanıyor. Kür’ün kitabı özetle çok zengin bir ailenin Paris’e eğitim için giden, orada devrimcilik öğrenen ve İstanbul’a dönen oğlunun hikayesi etrafında dönerken, Paris’e gidip bambaşka bir dünyanın içinde kendini bulan bir adamın İstanbul’a geldiğinde hayatındaki kadına nasıl davranması gerektiği –sahiplenmeci mi yoksa özgürlükçü mü– konusundaki kafa karışıklığını anlatıyor. Günay-Erkol, Kür’ün romanında kadının cinselliğini tüm bu özgürlük tartışmalarının içinde konumlandırmasını, erkeklerin kadınlar onlara karşı gelecek şekilde özgürleşmek istediklerinde ise eril ayrıcalıklarını ve cinsiyetçi hiyerarşideki üst konumlarını kaybetmekten duydukları kaygıyı satır aralarında vurgulamasını o yıllar için öncü, rahatsız edici radikal bulduğunun altını çizdi. Kadınlar fikirsel düzlemde özgürleşebilirler fakat bunu erkeklerin onayı ve desteğiyle yapabilirler; cinsel özgürlüklerine sahip çıkmaları ise erkeklerin göstereceği dirence bağlıdır! Kür “erkek egemenliğinin” bu ironik eleştirisini romanındaki erkek karakterler aracılığı ile yapıyor. Çimen-Erkol mülkiyet ilişkilerine dayalı olan evlilik ve aile kurumunu mercek altına alan romanın özellikle kadınların kendi üzerlerinde işleyen bu baskı sistemine gösterdikleri rızayı görünür kıldığını ve bunun döneme yönelik “yıkıcı bir eleştiri” (497) olduğunu belirtti. Kür romanında feminizme de buradan bir eleştiri getirerek erkek sisteminin içinde kadınlığını kullanarak sürdüren kadınları da deşifre ediyor. Günay-Erkol konuşmasını, Pınar Kür’ün “etrafta adamlar var sürekli; peki biz kadın olarak bunların içerisinde ne yapıyoruz” sorusunu yüksek sesle sorduğunu ve bu sorunun 68’den bu yana devam eden çok önemli bir soru olduğunu düşündüğünü belirterek tamamladı.
Cemil Boyraz 68’e dair sosyal bilim literatüründe hâkim olan “şiddetten beslenen ve kandırılmış iki toplumsal kuşak/sağ-sol çatışması” odağından sıyrılarak, bugüne değin çok da fazla üzerinde durulmamış bir konu olan Beyazıt kampüsünde ve ülkedeki diğer üniversitelerde eğitime dair ne gibi talepler dile getirildiğini “Türkiye’de 1968 ve Eğitime Dair Talepler” bölümünden ilhamla aktardı. Boyraz konuşmasının başında 68’i var eden en büyük özelliğin eğitime dair talepler bütünü olduğunu vurguladı. 68’e dair Türkiye’deki ve Avrupa’daki pratiklere bakıldığında en çok kesiştikleri noktanın bu talepler olduğunu, bu bağlamda da Avrupa ile bir ortaklık gözlemlemenin mümkün olduğunu aktardı. Diğer taraftan sadece üniversitelerde değil liselerde de gençlerin eğitim sorunlarına değindiklerini de belirtmek gerekiyor. Türkiye’de sağ ve sol öğrenci kuşağının en çok birbirine yaklaştığı olayın 68’in başlarında eğitime dair talepler olduğunu, nihai olarak ortak eğitim sıkıntılarını beraber deneyimlediklerini -ders müfredatlarıyla ilgili sıkıntılar, üniversite yönetimlerinin aşırı otoriter tutum sergilemeleri, ders notlarını bulma konusundaki sıkıntılar, mali sıkıntılar- belirtti. Boyraz öğrenci hareketinin gelişimine baktığımızda İstanbul ve Ankara dışındaki üniversitelerde işgal ve boykot deneyimlerinde farklı politik oryantasyonlardaki öğrencilerin bir araya gelebildiğini net bir biçimde gözlemleyebildiğimizi, bu yönüyle 68’ün bizlere ve eğitime dair sistematik bir tartışmanın nasıl yapılabileceğine dair önemli ipuçları bıraktığını düşündüğünü vurguladı. Siyasal ve toplumsal hareketlerin mutlak olarak bir devrim teması üzerinden okunmaması gerektiğinin, imgelemde/geleceğe dair tahayyüllerimizde büyük etkiler yarattığının altını çizen Boyraz, 68’in katılımcı taleplerinin de, sistematik sorunların ele alınması ile ilgili yöntemsel önerileri, ileriye dair bir miras bıraktığını düşündüğünü söyledi. Bu bağlamda 68 kuşağının çok şey başardığını, bugüne örnek olacak, ışık tutacak şekilde bunları ortaya koyduğunu dile getirdi. Çok detaylı düşünülerek ve aktif katılımcı ortamda ortaya konulan pratik, üniversite yönetimine dair bu taleplerden bazılarını şu şekilde sıralamak mümkün: Yurt imkanları, kütüphane hizmetleri, laboratuvar koşularının geliştirilmesi, barınma sorunları, üniversite içi sağlık hizmetleri, ekonomik koşullarının iyileştirilmesi, harçların en düşük seviyelerde kalması, ders kitaplarının daha ucuza satılması gibi... Öğrencilerin bu tip pratik sorunların ötesine geçen sistemle ilgili talepleri de dile getirmekten geri kalmadıklarına tanık oluyoruz: üniversite yönetimlerini şekillendiren kuralların, yönetmeliklerin, disiplin yönetmeliğinin yeniden gözden geçirilmesi, telafi sınav hakkının verilmesi, dil sorunu yaşayan öğrenciler açısından –Kürt, Laz- lisan barajının kaldırılması... gibi. Bu talepler bir diğer taraftan öz yönetime katılma talebini de temsil etmektedir. Boyraz taleplerin sadece bunlarla sınırlı kalmadığını, sosyo-ekonomik sorunların da öğrenciler tarafından ciddi anlamda vurgulandığını dile getiriyor: “Eğitim için devrim, devrim için eğitim”. Boyraz konuşmasının sonunda 68’den bu yana gençlerin iddia edildiğinin aksine siyasete uzak kalmadığını siyasetin gençlerden uzaklaştığını, 68’in kazanımlarının asla kaybolmadığını, belli koşullar altında o dinamizmi harekete geçirebilecek karşı bir damarın hala var olduğunu düşündüğünü vurguladı.
Esin Paça Cengiz “1968 ve Radikal Sinema: Avrupamerkezci Bir Bakışın Ötesine Geçmek” başlıklı makalesinde 68’i genişleterek radikal sinemanın izlerinin nasıl farklı coğrafyalarda sunulabileceğini, 68’e bu açıdan da bakılabileceğine dair bir tartışma açıyor. Dünya dersi sineması veren Paça Cengiz bu konuya eğilmesinin en önemli nedeni olarak 68 ve sinema arasındaki bu bağın daha önce kurulmamış olmasına eleştirel bir biçimde vurgu yaptı. Konvansiyonel sinema tarihine bakıldığında genelde 68’in kolonyal ve sınırlandırıcı bir içerikle mitik sinema bölümlerinin altında çok fazla yer kaplamadan değerlendirildiğini belirterek bizleri yazısında Fransa’da 21. Cannes film festivalinde ortaya çıkan tartışmalara ve sonrasında bunun sokağa yansımasına oradan da 68 ile “militan sinema” ilişkisine götürüyor. Paça Cengiz, Fransız sinemacıların 60’larda o zaman “üçüncü sinema” pratiği olarak kurumsallaştırılan-olarak adlandırılan ülkelerdeki sinemalardan (Küba gibi) çok etkilendiklerini, bunu bir tür devrimci sinema olarak adlandırdıklarını, bu ülkelere gidip iş birliği içine girdiklerini belirtti. Türkiye’nin de tüm bu tartışmaların uzağında kalmadığını, 60’larda “toplumcu/gerçekçi sinema” denilen tartışmaların bu eksenden ayrılabilen bir yere konulamayacağını belirtti. Paça Cengiz konuşmasında 68’in Cannes Film Festivali’nde yarattığı rüzgarı ve devamındaki dönüşümü şu şekilde özetledi: 68’de olaylar tüm canlılığıyla devam ederken Cannes Film festivali sanki hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor. Bu arada 68’in öncesinde Fransa Hükümeti Sinematek’i kapatmaya çalışıyor. Bunun üzerine bin kadar sinemacı bir araya geliyorlar ve örgütlü bir şekilde dönemin hükümetini bundan vazgeçirmeye çalışıyorlar. Cannes film festivali devam ederken bir basın toplantısı düzenleniyor ve Sinematek’i Savunma Komitesi sinemanın hayattan ve toplumsal mücadeleden bu kadar kopuk olamayacağını söyleyerek festivali durdurmaya çalışıyor. Sonunda festivalin devam etmemesine karar veriyorlar. Festival’in iptalinin ardından tüm yönetmenler bir araya gelerek kolektif bir film yapıyorlar ve bu filmin sinemalarda hiçbir şekilde gösterilmemesine, bilet kesilmemesine, öğrencilere film kulüplerinde gösterilmesine karar veriyorlar. Paça Cengiz bu noktada 60’larda başlayan toplumsal olaylarla birlikte sinemanın nasıl bir ilişki kuracağı sorusunun en önemli karşılığının filmlerden sonra düzenlenen panellerde kendine yer bulduğunu vurguluyor. Bu panellerde izleyiciler konuşuyor, temsilin gerçek karşılığını bulup bulamadığı sorunsallaştırılıyor, kısacası filmin sokaktaki insanla kurduğu diyaloğun gerçekliği mercek altına alınıyor. Paça Cengiz sinemadaki bu hareketin 70’lerde Avrupa’da yayılmaya başladığını, burada atılan en önemli adımlardan bir tanesinin bilinen sinema endüstrisinin tamamen dışına çıkabilmek, yapımcının görevini sorgulamak, sinemadan kazanılan paranın tamamen sinemaya aktarılması ve ekipte hiyerarşi olmaması olduğunu dile getiriyor. Bu bağlamda Godard’ın Here and Elsewhere/Burada ve Başka Yerde filmi de siyasal mücadele çerçevesinde farklı coğrafyalardaki sinemacılar tarafından oluşturulan dayanışma ve ortak dili temsil ediyor (219). Hem Avrupa hem diğer ülke sinemalarında film dilindeki değişiklikten bahseden Paça Cengiz şu tip soruların bu değişikliğe yön verdiğinin de altını çiziyor: Politik bir sinema yapmamalıyız esasen, biz nasıl politik bir estetik kuruyoruz? Biz filmlerde fikirleri nasıl empoze ediyoruz? İnsanları nasıl temsil ediyoruz? Bu temsiller nasıl gerçeğe denk düşen hale geliyor? Paça Cengiz bu noktada 60’larda üçüncü dünya ülkelerinin devrimci sinemayı bir kutlama gibi kullanmadıklarını, tam tersine filmlerini bitmemiş olarak değerlendirdiklerini, her zaman tartışılması gereken filmler olması gerektiğini düşündüklerini, bununla birlikte devrimin-bağımsızlığın kendisinin çok önemli olduğunu ve sorgulanması gerektiğini öne sürdüklerini, kendisinin de 68’e dair bugünden baktığımızda bu yaklaşımı çok mühim bulduğunu, 68’in sinema bağlamında tarihinin yazılmasını da bitmemiş bir ürün olarak değerlendirdiğini dile getirdi.
Panele Norveç’ten Skype aracılığı ile katılan Bülent Somay da “‘Burada Bir Şeyler Dönüyor’: Devrim Olarak Müzik” başlıklı bölümünden hareketle, 68 hareketi hakkında genel bir değerlendirme yaptı. Panel sonrasında Bülent Somay şunları söyledi:
“1968 bir devrimdir, çünkü dünya çapında birçok şeyi kalıcı bir biçimde değiştirmiştir. Üstelik bizim ‘Devrim’ tanımımızı, devrim hakkındaki kanaatlerimizi de değiştirmiştir. Devrimin verili bir politik birimde (bir ülkede) politik iktidarı (meclis binasını, sarayı, vs.) ele geçirmek anlamının ne kadar sınırlı olduğunu göstermiş, devrimin politika ve ekonomide olduğu kadar, bir toplumun kültürel, psikolojik ve düşünsel yapısında da radikal bir değişiklik anlamına geldiğini kanıtlamıştır. Devrimin ulus-devlet sınırlarının ötesinde, dünya-tarihsel bir moment olduğu hakikatini gözler önüne sermiştir. 1968 bütün bir kuşağın yaşam tarzında, inançlarında ve kültüründe radikal bir değişime yol açtı. Son yıllardaki sağ popülist yükseliş ise, bu gerilemeyi perçinlemek yerine, 1968’in mirasını canlandıran yeni bir kuşağın ortaya çıkmasına neden oldu. Bu yeni kuşak, yeni bir feminist ve LGBTQ+ bilinç ve radikal bir çevreci anlayışla donanıyor. Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn gibi, 1968’den kısmen de olsa bozulmadan kalmayı başaran radikal isimlerle dolaysız bir bağ kuruluyor. Occupy Wall Street’ten Gezi’ye ve şu anda süren iklim grevlerine kadar uzanan bu yeni uyanış, önümüzdeki dönemde, giderek pervasızlaşan ve saldırganlaşan sağ popülizme ve gezegeni topyekûn yıkımla tehdit eden çevre krizine karşı tek (ve belki de son) şansımız olabilir.”
68 bir devrim miydi değil miydi tartışmasının ötesinde 68’in farklı coğrafyalarda nasıl deneyimlendiğini farklı açılardan ele alan bu derlemedeki makaleler bizlere şunu düşündürtüyor: 68’den geriye bize ne kaldı diye sorduğumuzda kadın özgürlüğü hareketinden, LGBTQ+ bilincine, çevreci bir hareketten kimlik politikalarında açılan geniş kültürel alana, müzikte, sinemada yarattığı değişime ve dönüşüme baktığımızda aslında 68’in sadece bir gençlik hareketi olmadığını, insanların özgürlük taleplerini dillendirdikleri aynı zamanda bir sınıf mücadelesi olduğunu, toplumların iktidar merkezlerini, aile-evlilik gibi sarsılmaz ve “kutsal” kabul edilen kurumların hiyerarşik cinsiyetçi yapısını deşifre eden -aynı zamanda feminizme de kendi içinden eleştiriler yönelten- radikal sorgulamaları günümüze kadar taşıdığına tanık olmaktayız. Bu bağlamda 68’in geleceğe ciddi bir miras bıraktığını söylemek yanlış olmayacaktır. (ÖK/AS)