“Gittiler. Büyükada boşaldı. Misket çevirdiğim, topaç çevirdiğim, kuş tuttuğum, top oynadığım arkadaşlarımı arıyordum... sabah akşam nefesimizi kokladığımız arkadaşlarımı arıyordum.” (Rum, 67 yaş, Erkek)
Mart 2016, 1964 yılında İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu nüfusun Kıbrıs politikasında “koz” olarak kullanılması sonucu sınır dışı edilişinin 52. Yılı. 16 Mart 1964’de Türkiye, Atatürk ve Venizelios arasında imzalanan, 1930 İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’nı tek taraflı olarak feshetmişti. Bunun sonucunda İstanbul’da yaşayan yaklaşık 12.000 Yunan uyruklu sınır dışı edildi. Yunan uyruklularla evli olan Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetindeki İstanbullu Rum Ortodokslar da aile birliklerinin devamını sağlayabilmek için 1964 kararından kısa bir süre sonra Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldılar.
Sınırdışı edilenlerin çoğu 50-60 yaş grubundandı ve hemen hepsi işinsanıydı. Yunan uyrukluların zorla gönderilmesinin ardından aile üyelerinin de teker teker gitmesiyle yaklaşık 30.000 Rum vatanlarını geride bırakıp Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldı.
O güne kadar uğradıkları ayrımcılıkları sineye çeken ve gelecek umudu besleyen, Varlık Vergisi ve akabinde 6/7 Eylül 1955 Olayları’ndan sonra bükülen bellerini doğrultmaya çalışan İstanbullu Rumlar için 1964 artık sonun başlangıcı gibiydi.
1964’den sonra özellikle Kıbrıs gerginliğinin kızıştığı 70’li ve 80’li yıllarda yaşanan baskılar, ayrımcılıklar, dışlanmalar sonucu oluşan güvensizlik, kısmen de ekonomik sebepler nedeniyle başta Yunanistan olmak üzere çeşitli ülkelere bu göçler dalgalar halinde devam etti. 1960 yılındaki nüfus sayımına göre Ortodoks nüfusu 106 bin 612 idi.[1] Bugün itibariyle en iyi tahminle İstanbul’da yaklaşık 2 bin – 2 bin 500 kişilik bir Rum cemaati yaşıyor.
1964 zorunlu göçü hem İstanbul’daki hem de Yunanistan’daki Rumların belleğinde çok baskın ve canlı bir travma olarak yer tutuyor. Kendileri ailelerinde bireysel olarak yaşamamış olsalar bile, eşleri, dostları, sınıf arkadaşları, sevgilileri, komşuları gazetede “gidecekler listesi”nde adları çıktıktan bir hafta gibi kısa bir zaman içinde doğdukları büyüdükleri toprakları yanlarına sadece belli bir miktar eşya ve para alarak zorunlu bir biçimde terk etmek zorunda kalmışlardı. Yaşanan bu travmanın ardından gidenlerin birçoğu son yıllara kadar İstanbul’a adım atamadılar.
İstanbul’daki gayrimüslim azınlıkların kimlik algılarına dair yaptığım doktora çalışmam için gerçekleştirdiğim derinlemesine mülakat görüşmelerinden yaptığım aşağıdaki anlatılar, aradan geçen süreye rağmen özellikle birinci kuşaktan görüşmecilerde travmanın belleklerde halen ne kadar baskın olduğunu gösteriyor.
“Bir kere hudut harici ediliş tarzı akla sığmayacak kadar çirkindi. İnsanlığa sığmayan hareketlerdi. Eline bir çanta alacaksın 20 kilodan fazla olamaz![2] Bütün mal mülküne el konuldu.[3] Yunan uyruklu olan gitmek zorunda kalıyor. Gittiği yerde toparlanıyor, müsait durumu olmayan yardım görüyor orda, fakat aile reisi gidince Türk uyruklu olan ailesi, o da gitmek mecburiyetinde kalıyor. Ada (Büyükada) boşaldı. Neden? Çünkü bir yandan buradaki feci durum sıkıntılı durum sabahtan akşama kadar küfürden başka bir şey duymuyordu Rumlar. Sen hangisini seçerdin? Mecburen kalkıp gidiyorsun.” (Rum, 83 yaş, Erkek)
“Benim annemin kuzeninin kocası Yunan tebalıydı. Annesi ve babası da vaftiz annem ve babamdı. Kuzenime listeyi getirirlerdi, 24 saat içinde terk edilecek diye, her gün listeye bakarlardı babası listede mi diye. Bir sene bu sıkıntıyı yaşadılar. Vaftiz babam yaşlı olduğu için çıkarılmadı. Bir sene bununla yaşadılar ama. Annem mesela sorardı vaftiz anneme, telefonda şifreli konuşurlardı “ne oldu paketten bir şey çıktı mı?” diye… Huzursuzluğu düşünsene! Ben 1953 doğumluyum. Ben hissediyordum bunları ve anneme soruyordum anne ne oluyor diye...” (Rum, 65 yaş, Kadın)
“Meşhur bir adam vardı şapkacı Yorgo. Aynı zamanda tiyatro ile de uğraşırdı. Karaköy’de Necati bey caddesinde şapkacı dükkanı varmış. Adam şapkasını almış ve gitmiş... Geliyor polis bir gecede gideceksin diyor... Bizim yaşadıklarımız bellekte kaldı tabi unutulmuyor.” (Rum, 72 yaş, Erkek)
“İnsanlar Tepebaşı’ndan ellerinde bir çanta bir gecede evlerini, bütün varlıklarını burada bırakıp, gitmek zorunda kaldılar.” (Rum, 65 yaş, Erkek)
Bellek, kimliğin kavranmasında ve anlaşılmasında çok temel bir öneme sahiptir. Yani geçmişin anlamlandırılması değerler ve inanışlarla iç içe geçmiştir. Sözlü tarih ve derinlemesine mülakat çalışmaları da, 1964 zorunlu göçü için yukarıda verilen alıntılarda görüldüğü üzere, sıradan bireylerin kimliklerini belirleyen çeşitli olaylara, tecrübelere yükledikleri anlamları anlamak açısından çok faydalı bir olanak sağlıyor.
Doktora tez çalışmam sırasında gerçekleştirdiğim görüşmeler sonucunda İstanbullu Rumların kimliklerinde 1964 zorunlu göçünün çok baskın bir yer tuttuğu, bunu yaşamamış bir sonraki kuşaklara da bu travmanın ve sonucunda oluşan “ya tekrar olursa” güvensizlik duygusunun bir miras olarak aktarıldığı gösteriyor. (ÖK/NV)
[1] Akgönül, Samim: Türkiye Rumları: Ulus-Devlet Çağından Küreselleşme Çağına Bir Azınlığın Yok Oluş Süreci, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s.293.
[2] Babil Derneği tarafından düzenlenen “20 Dolar 20 Kilo, Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Sürgün Hikayelerinden Biri” başlıklı konferansın metni için Bkz. (Çevrimiçi) https://www.academia.edu/11185462/20_DOLAR_20_KİLO_Cumhuriyet_Tarihinin_En_Büyük_Sürgün_Hikâyelerinden_Biri, 10.09. 2015.
[3] Yapılan tahminlere göre, devletin el koyduğu Rum mallarının tutarı 200-500 milyon dolardı (Akar, Rıdvan, Hülya Demir: İstanbul’un Son Sürgünleri: 1964’de Rumların Sınırdışı Edilmesi, İstanbul, Doğan Kitap, 1994, s.15)