Antakya’dan Kartalkaya’ya, Ali İsmail’den Mattia Ahmet’e: Acının ve mücadelenin aynılığı

bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.
aynı gökyüzü aynı keder.
Behçet Aysan
Size Hatay’da bir hastane odasından yazıyorum. Depremden sonra fiziksel olarak kısmen ayakta kalabilmiş, hizmet açısından yerle yeksan bir hastanenin odasından. En temel insan haklarından biri olan kaliteli ve güvenilir sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkınıza bile erişemediğiniz bir hastane odasından. İyileşmenizin bilgiden çok şansa bağlı olduğu, ekibin de ekipmanın da en hakkaniyetli ifade ile ‘yetersiz’ olduğu bir hastanenin odasından.
Depreme kadar, başımıza her şey gelebilir ama birincisi, hastane, okul, otel, tren vb gibi denetimli kurum/hizmetlerde ‘güvendeyiz’, ikincisi bir şekilde ‘kamusal’ bir yardım/destek gelir, ‘kurtuluş’ gerçekleşir, diye düşünüyordum. Daha önce bu iki savımı da çürütecek hiçbir örnek olay yaşanmamasından mı alıyordum ben bu güveni?
Hayır, çok, haddinden çok olay yaşandı, birçoğu da doğrudan bana dokundu. Sivil toplum örgütlerinde, akademide, uluslararası kuruluşlarda, evde, sokakta, iş yerinde sürekli ve meşakkatli mücadelelerde yer aldım; teorik olarak kafamı, pratik olarak bedenimi, praksise de kalbimi yordum. Peki hâlâ ne-re-den geliyor bana bu güven?
Çok basitçe: Bu son olur, diye düşündüm. Her bir acı öyle büyük, öyle korkunç, öyle sorumsuz ve aleni bir biçimde yaşandı ki bir daha yaşanmaz, yaşanamaz diye düşündüm. Depreme kadar. Depremde ve depremden sonra halen olanlar öyle insanlık dışı ki ben değil şimdi ağrı kesici vermeye gelen nöbetçi hemşireye, tüm bu hastalık sürecini yöneten profesöre bile güvenemiyorum. Keşke yıkılan yalnızca bizim evlerimiz olsaydı da eğitim, sağlık gibi koca koca sistemler olmasaydı.
"Bu trajediler sadece benim başıma geliyor"
6 Şubat’tan sonra ise bu ülkede yaşanan hiçbir şey beni daha da kahredemez sandım. Kartalkaya’ya kadar. Gelin görün ki yine yanıldım. Trajedi dolu dününden öğrenmeyen bir toplumun, öğrenmenin başını çekmekten aciz bir yönetim biçiminin bugünümüzü acıdan arındırmasını mı hayal ediyordum? Yine, hayır aslında; benim acım o kadar büyüktü ki başka acıları fark etmeden soğurur ve soğurum sanmış olmalıyım.
Bu ihtimalin gerçek olması ne demek biliyorsunuz, değil mi? Kendi acımıza gark olmanın acıyla mücadele yolunda yalnızca psikolojik değil, sosyolojik ve politik sonuçları da olur. Acıların küçük küçük parçalara bölünüp kendi içlerine kanaması, aralarındaki tüm kanalların kapatılarak sönümlenmesi ve hiçbir zaman birleşemeyerek özünde tek olan bir acının tek olan mücadelesinin örgütlenememesi bu sonuçlardandır.
Günümüz şartlarında bu ihtimal kısmen gerçekleşmiştir demek mümkün mü? Evet, bir yanımız “bu trajediler sadece bizim başımıza geliyor” sanrısında, diğer yanımız da sadece başkalarının başına gelir zannediyor. Bu ikisi arasındaki köprüyü doğanın insana, tarihin insana, insanın insana mütemadiyen sorduğu bir soru kuruyor: Anlaman için illa yaşaman mı lazım?
Sadece başımıza geldiğinde anlıyoruz ama aslında başımıza geldiğinde de anlamıyoruz. Acılar arası bağ, acının doğası gereği en hassas, en kırılgan, en yalnızlaştırıcı etmenlerden oluştuğundan ilk kopan, ilk uzaklaşan, ilk kaybolan oluyor. Hepimizinki öyle büyük acılar, öyle büyük kahırlar bırakıyor ki ardında, yasını bile tutamıyor, dava dava koştururken “hayatımızın bundan sonrası”nı acılarımızın mücadelesine adıyoruz. Evet, bizim için “yaşamak” burada sona eriyor, gerisi sadece bildiğiniz tüm anlamlarıyla: yaş. (Ekleye ekleye çoğaltmak yerine, söke söke köküne inip tutunmak gibi bir zafiyeti olabilir mi sondan eklemeli dillerin de?)
Deneyimlediğim kadarıyla, zamanın gerçek acıları iyileştirmek gibi bir gücü yok, yalnızca içine düştüğümüz kuyunun derinliğince yol alıp bize ulaşmak ve bize ulanıp bizimle hizalanarak derinleşmek gibi yadsınamayacak hünerleri var, ama o kadar. Ancak zaman etrafımızı sarıp sarmalayan acı yolunu açıp bizi bulduğunda kulağımıza geciktirmeden başkalarının acılarını da fısıldar.
Evvel zamanlardan veya kişisel ahir zamanımızdan örnekler olmaları fark etmez, önemli olan başkalarının acıları olması: başkalarının bizim acılarımıza benzeyen ve bizim vakitlice fark etmediğimiz/kavrayamadığımız acıları. Elbette, her birimizin acısı biricik, karşılaştırılamaz ve sıralanamaz. Bununla birlikte, her birimizin acısı tek bir acının izdüşümü: Bugün benim burada hissettiğim güvensizliği tüm Türkiye kendi özelinde hisseder oldu.
Kartalkaya’nın Madımak’tan özü itibariyle bir farkı yok. Mattia Ahmet ile Ali İsmail, Berkin ve Ali el Hemdan arasında; Mattia Ahmet, Ali İsmail, Berkin ve Ali ile her gün öldürülen kadınlar ve translar arasında özünde kopamayacak bir bağ var. 6 Şubat ile Çorlu Treni davalarında aynı savlar, aynı savruluşlar, aynı sloganlar haykırılıyor. Ve daha nicesi. Gelin görün ki mücadelemiz ayrı. Bu satırları okurken bile “ama o Alevi”, “ama o trans”, “ama o terörist”, “ama o bilmem ne” diyecekler o kadar çok ki…
Parçalanmamışsa parçalılıkta bir beis görmüyorum ama her acıda sıfırdan başlıyor, önceki acılardan öğrenmiyor, sonraki acılara duyarsızlaşıyor, başka acıları unutuyor, ötekileştiriyor, küçümsüyor, önemsizleştiriyorsak burada sizce de ciddi bir problem yok mu?
Bu şekilde kazanılan mücadele görülmüş mü? Acının rengi, türü, dili, dini, milliyeti, cinsiyeti, cinsel yönelimi vb yoktur, olamaz. Sağlıklı bir toplumda insanlar acının kimliğine ve derecesine değil, acıya bakar. Bir taraf olarak biz, bu mücadelenin neresindeyiz?
Elbette, bizim kendi acımıza gark olmamız bazen de salt canımızın çok yanmasından, başka acıları kaldıracak halimizin kalmamasından kaynaklanıyor. Ama o da dönüp dolaşıp biraradalığa dayanıyor: Biz, en temelde, iyileşmek istiyoruz. İyileşmenin bir ayağı sorumluların/suçluların en ağır şekilde cezalandırılması ise diğer ayağı da tekrar ve tekrar ve tekrar aynı acıların yaşanmasının önlenmesi!
Evet, #başkacanımızyok
Cezalandırma tek başına yeterli değil, benim içimdeki ateş sorumlular cezalandırılınca soğumayacak, belki bir nebze ateşim düşecek, en ağır cezalandırma sistemi caydırıcı olacak diye ümitleneceğim ama acım dinmeyecek. Evet, kimsenin yanına da yarına da bırakmayalım ama adalet peşinde öbek öbek helak edilirken bazılarımız, bazılarımız da önlerine ısıtılıp konulan acılarla öncekileri anıyor ve anlıyor.
Günün sonunda hepimiz Sisyphus gibi mütemadiyen başa döndürülüp duruyor, tekrarlar ve tetiklenmelerle yorulan kolektif hafızalarımıza yeni olaylar ve fakat yeni olmayan acılar ekleyerek zaman aşımına uğruyoruz. Zaman aşımına uğradığımız için de aynı acıları tekrar tekrar yaşıyoruz. Tüm bu acıların kaynağı bir kişi/ekip meselesi olmanın çok daha ötesinde, bir düşünme, davranma, olma biçimi sorunsalı.
Bu çoktandır bir yapı, bir sistem problemi; salt kişileri cezalandırarak çözemiyor, sonlandıramıyoruz, hukuk ve adalet kavramları içimizi rahatlatmaktan ziyade elimize ayağımıza dolanan prangalara döneli beri de çok oldu.
“Hayatlarımızın bundan sonrasını” birilerinin öldürülmediği, doğa olaylarının doğal afetlere dönüştürülmediği, canlıların evde, sokakta, bilumum kamusal ve/veya özel alanda, zamanın herhangi bir anında gönül rahatlığıyla yaşayabildiği tanıklıklarla geçirmek için, en az cezalandırma kadar her türlü önleme mekanizmasının kurulması ve işletilmesinde ısrarcı ve takipçi olmak zorundayız.
Yazarken bana bile ütopik gibi görünen bu tanıklık tahayyülü, özünde insan onuruna yakışır bir yaşamın en temel ihtiyaçlarını ve sıradan bir devletin birincil görevlerini oluşturuyor.
Evet, #başkacanımızyok. Evet, suçlular en ağır şekilde cezalandırılsın. Fakat bu hep sıfır noktasından başlayıp hiçbir yere varmama haline dönüşen kısır döngüden çıkmak için birbirimizi hatırlamak, birbirimizden öğrenmek, birbirimize katılarak çoğalmak ve o biraradalığı kurmak zorundayız. Nasıl’ı da uzun zamandır önümüzde duran ilk ve en önemli soru. Söylemesi çok iyi, hoş, kolay da nasıl yapalım?
Hangi önlemler nasıl alınsın? Toplum olarak, sadece kendimizin değil de birbirimizin acılarını nasıl sahiplenebilir, birlikte sağalmak için neler yapabiliriz? Kolektif hafızanın korunmasını sağlamak nasıl mümkün olabilir? Suçlular cezalandırılsın ama nasıl bir adalet anlayışına ihtiyacımız var? Acı mücadelemizde nasıl daha kapsayıcı olabiliriz?
Önleme, koruma, kovuşturma, cezalandırma, bütünlüklü ve eşgüdümlü politikaları oluşturup hayata geçirme, izleme, savunuculuk ve benzeri bilumum süreci daha etkin işletebilmek ve “hepimiz için” bir yol haritası çizebilmek için sevgili Tuğçe Tezer’in Antakya için yazdığı “akışına bırakmamak”[1] tahayyülüne katılmak ve bu tahayyülü Türkiye geneline yayarak büyütmek zorundayız.
En küçük halkadan daha genişlerine doğru her yerde ve olayda biraradalığımızı kurmak, daha önce de ifade ettiğim gibi, çok kıymetli.
Bunlar devam ederken bir o kadar değerli ve insanlık tarihi kadar eski bir gereklilik de “acını, yasını, yaşını, mücadeleni al gel” mantığıyla en yakın oluşum olan #başkacanımızyok[2]’a- sadece adı ile bile yüklendiği gerçeklikten de olsa- katılmak ve #başkacanımızyok’u kendinden önceki tüm acıları da kapsayarak gelecekte yaşanabilecek olası acılar için mücadeleyi örgütleyen barışçıl bir harekete dönüştürmektir.
(CD/EMK)
[1] Bu çok yerinde ve güçlendirici yazı için: https://www.fayn.press/antakya-nasil-bir-yol-ayriminda/
[2] Kartalkaya’da yiten canlar adına kurulmuş ve sıradan bir insan olmanın ötesinde kişisel hiçbir ilişkimin olmadığı oluşumdur: https://www.instagram.com/baskacanimizyok/
Yok oluşun da var oluşun da kıyısında: Acıyı sağaltma yöntemi olarak soru sormak

YOKSULLUĞU YENİDEN DÜŞÜNMEK
Sanat yoksunluğu ve sanat yoksulluğu üzerine

CANSU DAYAN’DAN
Nihan Kaya’nın Eserlerine Dışarıdan-İçeride Bir Bakış: İnterdisiplinerlik

CoroNotlar: Camın Ardından Hayat..
