Yönetmen ve queer aktivist Metin Akdemir, “Hayalimdeki Sahneler” belgesel filmiyle 1980’ler Türkiye sinemasındaki queer çatlakları keşfe çıkıyor ve üç filmdeki kadın ilişkilerini inceliyor. Film, kadınlar arası dostluğu ve dayanışmayı anlatan bu üç filmin kapı araladığı queer ihtimalleri keşfediyor.
“Hayalimdeki Sahneler”, Atıf Yılmaz’ın Dul Bir Kadın (1985) ile Kadının Adı Yok (1988) ve Yavuz Özkan’ın İki Kadın (1992) filmlerindeki kadın karakterlerin ilişkileri hakkında oyuncularla ve akademisyenlerle röportajlar içeriyor. Akdemir, kadınların yakınlaştığı anları, filmlerin kestiği yerden kendi çektiği sahnelerle sürdürüyor. Üç filmde kadın ilişkilerinde muğlak bırakılan alanlar ve belirsizliğin getirdiği ihtimaller, Akdemir’in queer ve feminist bakış açısından izleyicilerle buluşuyor.
Oyuncular Nur Sürer, Deniz Türkali, Hale Soygazi ve Serap Aksoy’la röportajlar içeren film, Altın Portakal Ulusal Belgesel Film Yarışması’nda yarıştı ve İstanbul Film Festivali seçkisinde yer aldı. Önceki kısa filmleri “Ben Geldim Gidiyorum” ve “Küpeli” uluslararası festivallerde ödüller alan Akdemir, aynı zamanda Sınırsız ve dramaqueer Sanat Kolektifi ile çalışıyor.
bianet’e konuşan Akdemir, yeni belgesel filmine konu olan üç filmi ve onları izlerken hayalinde uyanan sahneleri nasıl çektiğini anlattı.
“Hayalimdeki Sahneler” fikri nasıl ortaya çıktı ve konusu olarak neden Dul Bir Kadın, Kadının Adı Yok ve İki Kadın filmlerini seçtiniz?
Ben yüksek lisansımı İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları’nda yapıyordum, lisansım da sinemaydı. Türk sinemasında kadınlara dair fikirleri ve filmleri izlemeyi çok seviyordum. Özellikle 80’li yıllarda feminizm rüzgârıyla kadınları anlatan çok fazla film yapılmış, bunların çoğunu da Atıf Yılmaz yapmış. Bir yandan yüksek lisansım ve lisansım arasında bağ kurmaya çalışırken kadınları anlatan filmlere bakmaya başladım. Bu hikâyelerde kadınlar ve cinsellikleri nasıl gösteriliyor, bedenleri nasıl gösteriliyor diye…
Özellikle darbeden sonra toplumsal hareketler yükseliyor, feminizm de yükseliyor. Yönetmenler de bu konuya el atıyor; daha özgür, kendi cinselliğinin farkında, bireyselleşen kadınları anlatmaya başlıyorlar. Atıf Yılmaz’ın Aaahh Belinda, Bir Yudum Sevgi, Adı Vasfiye, Asiye Nasıl Kurtulur gibi çoğunu çok sevdiğim çok fazla filmi var, Düş Gezginleri gibi lezbiyenliğe dair filmler de yapmış bir yönetme. Ben “Bu iki filmdeki kadınların arasındaki ilişkide başka bir şey var mı?” ihtimalini düşünmeye başlamıştım. Sonra Yavuz Özkan’ın da filmini izledim. O da daha politik konuları dert eden bir yönetmen, onun kariyerinde de farklı bir yerde duruyor bu film.
Bu üç filmin üçünde de iki kadın arasındaki ilişki bir erkek varken başlıyor ve sonra bu kadınlar bu erkeği hikâyenin dışına itebiliyorlar. Sonra da baş başa başka bir dostluk ya da başka bir şey yaşamaya başlıyorlar. Konuları birbirine benzeyen hikâyeler. Bu üç hikâyedeki kadınlar arasındaki ilişkinin başka bir queer ihtimale göz kırptığına dair bir bağlantı kurdum. 80’li yıllara olan hayranlığım da bu filmler hakkında bir şeyleri dert etmeme neden oldu.
Kadınlar başrolde olunca…
Bu üç film 80’ler Türkiye sinemasındaki temsil ve bakış açılarından farklı oldukları için mi öne çıkıyor yoksa onlara uydukları için mi bazı şeyler sadece ima olarak kalmış, keşfedilmemiş?
Dönemin diğer filmlerinde daha fazla bireysel hikâyeler, bunalımlı erkekler, uzaklara bakıp dalıp giden kadınlar görüyoruz. Bu dönem toplumsal bir kararma ve ona yönelik açılmalar yaşanıyor, çok politik filmler yapılıyor.
80’ler hem eski yönetmenlerin yeni bir şeyler aradığı hem de yeni yeni yönetmenlerle tanıştığımız bir dönem. O yüzden Türkiye sinemasında ikinci dalganın başladığı, bir arayışın olduğu bir dönem. Bu filmlerde de o arayışı görebildiğimizi düşünüyorum.
Bu filmlerin farklılıkları kadın bedenini cesurca sergilemeleri, kadınlar arasındaki ilişkileri göstermeleri ve özgürleşen kadınların, kendine yol arayan, hezeyanları, çelişkileri olan kadın karakterlerin başrol olması. Filmlerin burada farklılaştığını düşünüyorum çünkü o dönem erkekliğin, toplumsal kodların, toplumsal erkekliğin anlatıldığı filmler yapılıyor, tarihsel bir şeyler çizen filmler yapılıyor. Ama bu filmlerde protagonistler kadın, onların hikâyeleri üzerinden bir şeyler kuruluyor.
İhtimalin yolculuğu
Belgesel film, konusu olan üç filmde kadınlar arası ilişkilerde anlatılandan çok anlatılmayana, gösterilmeyene, belirsiz kalana yöneliyor. Bunları keşfetmek sizin için nasıl bir deneyimdi?
Bu filmler zaten böyle çok güzeller, dayanışmayı anlatıyorlar. Mesela İki Kadın filminde iki kadın dayanışıyor, tecavüz edilmiş bir kadını diğer kadın destekliyor – tecavüz eden kocası olmasına rağmen. İkincisinde kötü bir erkek karakter var, iki kadın o erkeği hikâye dışına çıkarıyor ve beraber mutlu bir hayat yaşama ihtimallerini görüyoruz. Kadının Adı Yok’ta Hale Soygazi’nin karakteri “Ben hayatımda hiç erkek olmadan, tek başıma var olabilirim” diyor. Bu filmler böyle de feminist ve queer okumalara imkân veren filmler.
Ben sadece şeyi merak ediyordum – bazı sahneler var ki, bir ihtimal var… Ama orada “Yönetmen bir şey yapmayı düşünmüş mü? Yapamamış mı? Sadece bundan mı ibaretmiş yoksa düşünülmüş de çekilememiş mi?” gibi sorular etrafında dönüyordum. Bu soruları da cevaplarını bilmeden, filmi çekerek cevaplamaya çalıştım. Mutlak bir cevaba varmak değil, “Acaba queer bir çatlak var mı?” diye düşünmek istedim. Benim feminist ve queer bir gözlüğüm varsa her filme böyle bakabilirim. Bu filmlere de böyle baktığımda gördüğüm şey, ihtimalin yolculuğuydu.
“Hayal” kısmına gelince… Ben çocukluktan beri film izlerken “Ay şu sahne şöyle olur mu?” diye düşünen biriyim. Onlara da kendi zihnimde eklediğim sahneler vardı. Bu sahneler genelde bu filmlerdeki imayı bir adım öteye taşıyan ama yine de mutlak bir yere varmayan sahnelerdi. Adını koymanın doğru olduğunu da düşünmüyorum zaten. Çünkü ilişkiler değişir, dönüşür. Bu filmlerdeki kız kardeşlikle benim hayalini kurduğum sahnelerdeki queer ihtimal aslında birbirinden çok uzak değil.
Yönetmenler bu filmlerde kadınlar arasında arzuya, cinselliğe dayanan ilişkiler olmadığını söylüyor… Bu, bu filmlere farklı bir perspektiften yaklaşırken ne kadar önemli?
Yönetmenlerin fikirlerinin ne olduğunu kesinlikle önemsiyorum. Ama bir ürün yaratıcısından çıktıktan sonra izleyicinin olur, bizim olur. Biz onu istediğimiz şekilde okuyabiliriz. Sokakta el ele yürüyen kadınlar, birbirleriyle içki içenler, içilen içkilerden sonra yükselen tansiyonlar, üçlü bir aşk yaşayamadıkları için üzülen üçlü bir ilişki biçimi gördüğümde, ben de bunun peşine düşüyorum.
O yönetmenlerle diyaloğa girmek bana çok kıymetli geliyor. Onlar bunu söylemişler ama ben hayal kurmaya devam ediyorum. Çünkü ben bir izleyiciyim, üreten bir izleyiciyim. Sanat eseri de zaten temelde böyle bir şeydir ya…
“Cinselliğin ne kadar çeşitli olabileceğini göstermek istedim”
Peki, yönetmen olarak yeni sahneleri çekerken nelere dikkat ettiniz?
Üç farklı yakınlaşma sahnesi çekiyorum. Cinsellik denilen mevhumun çeşitliliğini vurgulamak, cinselliğin ne kadar çeşitli bir şey olabileceğini göstermek istedim. Çünkü bir sigara uzatış, bir bakış, bir çakmak tutuş bile seksüel bir tansiyon olabilir.
Bir de feminist bir kamera yöntemi denedim. Laura Mulvey’in Görsel Haz ve Anlatı Sineması yazısı vardır, erkek gözünün (“male gaze”) bedeni parçaladığını ve bir beden üzerinde, kadın üzerinde kamera açılarının değişmesinin erkeğin kadının bedenini parçalamasıyla aynı şey olduğunu söyler. O yüzden ben de tek plan, küçük aktüel kamera hissiyle çekmek istedim. Yaptığım kamera hareketleri, vücut hareketlerine benzeyen, çok belli belirsiz şeyler olsun dedim. Yakın planlar, detaylar çekmeyip bedeni tamamıyla görmek istedim. Yakın planlar olmaması aslında politik bir duruş.
İki Kadın filminde çektiğim sahnede – röportajda Serap Aksoy “Kamerayı arkamıza koyuyorlar, orada belki de öpüşüyoruz” diyor – ben kamerayı öne koydum. Gizlemeyelim, izleyici ne olduğunu görsün dedim. Dekor ve kostüm konusunda da günümüzde çektiğimiz bilgisini kaybetmek istemedim. Küpe, arkadaki doğalgaz peteği gibi referansları tuttum. Örneğin üçüncü filmde mekândaki ışığın, sarı rengin dokusu gibi küçük dokunuşlarla da geçişi soft’laştırmaya çalıştırdım.
Akademisyenlerle ve oyuncularla yaptığınız röportajlar süreci nasıl yönlendirdi, onların söyledikleri, projeye başlarken öngörmediğiniz bir değişiklik getirdi mi?
Ben filmin ismini ilk “Çekil(e)meyen Sahneler” koymuştum. Oradaki amacım “Bu yönetmenler çekmedi, ben çekiyorum” demek değildi, “Bu sahneler neden böyle çekildi?” diye sorgulamaktı. Ama kurduğum metafor, kelime oyunu röportaj yaptığım insanlara geçmedi. O yüzden projeyi daha kişisel bir yere alarak Hayalimdeki Sahneler’e dönüştürdüm.
Röportaj yaptığım akademisyenlerin üçü de önceden kafamda olan insanlardı, üçüyle de görüşebildim. Zaten Özlem Güçlü’nün Cinsellik Muamması kitabındaki makalesi bana çok yol göstermiştir. Umut Tümay’ın kitaplarına çok hayrandım, Engin Ertan’ın iyi bir film kritik insanı olduğunu düşünüyordum. Farklı sebeplerle görüşemediğim oyuncular oldu, görüşebildiklerime ulaşmak da çok zordu – zaten proje çok zordu. Süreçte yapımcımı (Boysan Yakar) kaybettim, kazandığımız paranın başına bir şeyler geldi... Ama bir şekilde aşacağımıza inandım, ulaşabildiğim insanlarla görüştüm.
“Kadın hikâyelerini daha fazla görmemiz gereken bir dönem”
Günümüzden 80’lere dönüp bu filmlere bakmak, Türkiye sinemasında temsilin o zamandan günümüze yolculuğu hakkında size neler düşündürüyor?
Bunu Umut Tümay da söylüyor filmde, aslında 80’lerden önce evlenen, çocuk sahibi olan, köyde ya da şehirde kaderini bekleyen kadındansa bu filmlerde özgür, bireysel kadın temsili devreye giriyor. Ülkede feminist rüzgâr esiyorken, toplumsal hareketler yükseliyorken kadın böyle gösteriliyor. Günümüzde kadın cinayetleri artarken, homofobi, transfobi yükselirken bunu sinemada ne kadar görüyoruz bilmiyorum.
Kadın hikâyelerini daha fazla görmemiz gereken bir dönemdeyiz. En son filmimle Altın Portakal’daydım ve bir sürü kadın yönetmene, oyuncuya ödüller verildi, birazcık umutlandım. Ama bir yandan da sokaktaki politikayı sinemada ne kadar gördüğümüzü bilmiyorum. Temsil meselesi gittikçe çeşitleniyor. Modern kadınlar, dans eden kadınlar, sanatçı kadınlar ya da bankada çalışan kadınlar görüyoruz filmlerde, evde kocasını bekleyen kadın elbet artık görmüyoruz. Ama bence bir şekilde artık daha fazla feminist ve queer işin üretilmesinin, kadınların, queer bireylerin, heteroseksist düzenden yara almış insanların daha çok resmedilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü gerçekten üzerimizde yükselen bir erkeklik, iktidar var ve bunun sinemadaki görüntüsü olarak tam da bu konuların içinde dolaşan ve bunun altında kalan insanları görmenin kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Biraz romantik olacak ama… Walter Benjamin, Pasajlar kitabında “Denize bakmakla sinema perdesine bakmak aynı şeydir” der. Yürürsün yürürsün denize varırsın, sonra yürürsün yürürsün pasajlardan sinema salonlarına varırsın. “Pasajların içindeki sinema salonuna varmak denize varmak gibidir” der. Ben o denizin içinde daha fazla çeşitlilik görmek istiyorum, siyah takım elbiselerini çekmiş, silahlarını bam bam patlatan erkeklerden ziyade, farklı farklı karakterler görmek istiyorum. Bu kadar çeşitliysek ve birlikte yüzebileceğimiz çok büyük bir deniz varsa, o denizde başka bir sürü insan görebiliriz.
Filmi nereden izleyebiliriz, yurtiçi ve yurtdışında nerelerde gösterimler olacak?
Altın Portakal ve İKSV festivalleri yapabildiler, onlara çok teşekkür ediyoruz. Filmimizi yurtdışında üç festival seçti, Viyana’da Transition, Amsterdam’da Queer Migrant Festival ve Belgrad’daki Merlinka. Festivallerden bazıları online olursa insanlar online olarak izleyebilecek. Başka festivallere de başvuracağız.
***
Akdemir’in sıradaki projeleri queer bir arkadaşının sevdiği şarkıları konu alan bir müzikal belgesel ve Fırat Uran’ın Kara Köpek filminin uzun metraj uyarlamasını içeriyor. (EÖ/AS)