Beklenen oldu. Yunanistan'ı bir sosyal haklar mezbahasına çeviren yapısal uyum programları silsilesinin mevcut siyasal güçlerle yürütülemeyeceği daha çok önceden açığa çıkmıştı.
Son iki senede krizin kışkırttığı yoğun toplumsal mücadeleler, güçler dengesinde ezilenler lehine kalıcı bir kaymaya neden olamamıştı belki ama sermaye blokunu "eskisi gibi" yönetemez kılmayı becermişti. Dolayısıyla artıkta 1974'ten beri oluşmuş siyasal dengelerin ve bu dengelere bağlı temsil mekanizmalarının, teamüller ve kurumların egemenler açısından eski işlevlerini yerine getiremediği açıktı.
Seçimler bu mekanizmalardan biriydi, toplumsal tepki ve huzursuzlukların tabir caizse "gazını almanın" etkili bir yoluydu eskiden. Ancak artık seçimler bu işlevi yerine getiremiyor. 6 Mayıs'taki seçim sonuçları, egemen sınıfı, IMF-AB patentli yapısal uyum programları etrafında kenetlenmiş bloka indirilen okkalı bir darbe oldu.
Yeni Demokrasi ve PASOK, Yunan siyasal hayatını onyıllardır domine etmiş olan iki partinin toplumsal tabanı eridi, iki parti de tarihlerinin en ciddi oy kaybını yaşadı. 2009'da yüzde 80'e yakın oy alan bu iki parti, bugün yüzde 30'lar civarında.
Siyasal merkez berhava olmuş durumda. Neoliberal memorandumu sahiplenen irili ufaklı ne kadar parti varsa seçmenin gadrine uğradı. Hangi kombinasyonla olursa olsun seçimler sonrasında kurulacak koalisyon hükümeti Papadimos hükümetinden daha zayıf olacak. Adaletsiz seçim sisteminin sağladığı zayıf meclis çoğunluğunun agresif bir neoliberal programı uygulayabilme kabiliyeti olmayacaktır.
Organik kriz derinleşiyor, derinleştikçe parlamento içi ya da dışı otoriter "çözümler" egemenler için daha cazip, hatta daha makul hale gelecek, geliyor.
Seçimin ilk galibi açık ara Syriza, yani Radikal Sol İttifak. Syriza'nın parlamentoda yüzde 17'ye yakın bir oyla ikinci güç haline gelmesi radikal sol açısından ciddi bir başarı. Bu durum aynı zamanda sol içi dengelerde de çarpıcı bir değişime tekabül ediyor. Radikal sol alemde Komünist Parti'nin, yani KKE'nin önderlik konumu böylece sarsılmış oluyor.
Belki de ilk defa, KKE radikal solda birinci güç değil. Bu durumun parti içinde ciddi sarsıntılara yol açması muhtemel; ancak bu durumun ve bilhassa tabanın yaratacağı basıncın partinin bir önceki dönemine damgasını vuran "sekter" tutumunda olumlu bir değişime yol açıp açmayacağını göreceğiz. KKE'nin temel sorunu, hareketin basıncı altında borçların silinmesi gibi talepleri benimsemek durumunda kalsa da, sosyalizme (çoğu zaman "halk iktidarına") dair genel geçer çağrıları somut bir politik programla bütünleştirememesi.
Partinin siyasal hattının özü, işçi hareketinin bugün itibariyle güç dengelerini değiştirecek bir kazanım elde edemeyeceği, bu anlamda da halk hareketinin KKE'yi güçlendirmekten başka bir şey yapamayacağı. Kriz karşısında kuru bir "partici" söylem, seçimlerin de ortaya koyduğu gibi seferber edici olamıyor.
Syriza'ya geri dönelim. Malum, bir ittifak bu. Geçmişte büyük ölçüde Avrokomünist fikri yörüngede bulunan Synaspismos etrafında, devrimci solun kimi unsurlarını da içeren bir koalisyon.
Bu "birlikçi" yapısı, Syriza'ya ciddi bir prestij sağlıyor. Dahası, koalisyonun sözcüsü Tsipras'ın seçimler öncesinde aslında içeriği biraz da belirsiz bir "sol hükümet" alternatifini ortaya atması, bilhassa PASOK'tan sola doğru kopan, neoliberal memoranduma karşı olan, ancak aynı zamanda da "realist" bir alternatif arayan kitleler nezdinde etkili oldu. Fakat Syriza'nın gerek heterojen yapısı gerekse bir "sol hükümet" argümanı onun "Aşil topuğu" da olabilir. Syriza'nın kriz karşısında bütünlüklü bir politik cevabı olduğunu söylemek güç. Borçların silinmesi, finans sektörünün kamulaştırılması ya da AB gibi meselelerde kafası bir hayli karışık.
Koalisyonu oluşturan güçler son dönemdeki kitle mücadelelerinde çok etkin olsa da mesela en kritik mesele olan borçlar hususunda açık bir borçların iptali ve tek taraflı ödenmemesi talebi yok. Dahası seçimler yaklaşırken PASOK'tan, hatta Yeni Demokrasi'den kopan kitlelere açılma yönelimiyle beraber Syriza'nın söylemindeki millici-kalkınmacı vurguların (ulusal kurtuluş, ulusal ekonominin üretken temelde yeniden yapılandırılması vs.) daha da arttığına şahit olduk. Bunun şahikası, Tsipras'ın sözcüsü olduğu koalisyonu 1981 PASOK'uyla kıyaslamasıydı elbette.
Syriza'nın büyük bir sıçramayla ikinci parti haline gelmesi, siyasal güçler dengesinde sola doğru bir kaymaya tekabül ediyor. Ancak çelişkili doğasını sürekli olarak akılda tutmamız gereken koalisyon ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya da kalabilir. Daha şimdiden Syriza'nın "sorumlu" bir güç gibi davranması, mesela olası bir ulusal mutabakat ya da ulusal kurtuluş hükümetine katılması yönünde basınç söz konusu. Koalisyon içerisinde hangi eğilimin (mücadeleleri antikapitalist doğrultuda derinleştirme mi yoksa kriz karşısında Keynesçi "gerçekçi" bir yanıt geliştirme mi) baskın çıkacağı sadece Syriza'nın değil, bütün radikal solun ve elbette emekçi sınıfların mücadelesinin mukadderatı açısından kritik bir faktör.
Son iki yıldaki direnişler içerisinde kritik bir konuma sahip olan çeşitli antikapitalist oluşumlardan mürekkep Antarsya'nın yüzde bir küsurluk oyuyla meclis dışı kalması, radikal sol açısından olumsuz bir gelişme. Antarsya düşük seçim profiline rağmen hem pratik hem de program düzeyinde diri bir güç olarak gerek Syriza gerekse KKE'ye uygulayabileceği basınç itibariyle solun iki "büyüğünü" daha antikapitalist pozisyonlara çeken bir etkide bulunabilirdi. Borçların silinmesi talebinin gerek hareket gerekse mesela KKE içerisinde tanınması esasen Antarsya'nın bu talebi yaygınlaştırmaya dönük müdahalesinin bir eseriydi. Ancak bu ittifakın toplumsal mücadeleler içerisindeki etkisini seçimlere yansıtma noktasında etkisiz kaldığı açık.
PASOK'un "solunda" yer alan, daha doğrusu PASOK'un yerine PASOK olmak isteyen merkez sol DİMAR'ı unutmayalım. Aslında bu parti, Syriza'nın en büyük bileşeni Synaspismos'un sağ kanadının partiden kopmasıyla oluşturulmuş bir siyasal aktördü.
DİMAR, PASOK'un toplumsal tabanının erimesinin yarattığı boşluğa talip bir parti görünümünde. Ancak meclise girmeyi başarsa da PASOK'tan kopan seçmenlerin Syriza'ya yönelmesini engelleyememiş gibi görünüyor. Bu oluşumun sorunu, yapısal bir kapitalist kriz koşullarında kapitalizmin güneşli güzel günlerine, "sosyal" kapitalizmin o asr-ı saadetine dönmek isteyen bir klasik (bugün için artık "ütopik") sosyal demokratik pozisyonu benimsemesi. Dikkat edilmesi gereken, sistem içi ve "sorumlu" profiliyle DİMAR'ın memorandum kampına bir payanda haline gelme ihtimalinin hiç de küçük olmaması. Ciddi bir hükümet krizi yaşanması, seçim sonrasında bir hükümet çıkmaması durumunda DİMAR'ın "masaya oturması" hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Seçimin ilk galibi Syriza ve dolayısıyla radikal sol ise (bugün PASOK'un solunda artık öyle ya da böyle iki milyon seçmen var) ikinci galibi de Altın Şafak adlı Nazi örgütü. Geçmişte kelimenin gerçek anlamında marjinal bir neo-nazi grubu olan bu partinin meclise, üstelik yüzde 7'lik bir oy oranıyla dahil olması Yunan siyasal hayatı açısından gerçek bir deprem.
Altın Şafak'ı, örneğin Fransa'daki son başkanlık seçimlerinde ciddi bir başarı gösteren Ulusal Cephe gibi aşırı sağın daha popülist örnekleriyle karıştırmamalı. Söz konusu oluşum, esinini Hitler'in nasyonal sosyalizminden alan, demagojik bir antikapitalist söylemi, ırkçı temalar, göçmen karşıtlığı, antisemitizm (kriz elbette Yahudi finans sermayesinin yeni bir oyunu) ve keskin bir antikomünizmle birleştiren bir hareket. Yani daha "klasik" ya da "ideolojik" bir faşist hareketle, bu anlamda sistem karşıtı görünen, kriz karşısında özellikle küçük burjuvazinin korkularına cevap veren (proleterleşme, güvenlik vs.) reaksiyoner bir kitle hareketiyle karşı karşıyayız. Seçim başarısının bu hareketin özgüvenini artırarak onun göçmenlere, sola ve emekçilere saldırılarını daha artıracağı açık.
Altın Şafak basit bir seçim partisi değil, paramiliter bir örgütlenmeye sahip bir kitle hareketi, bunu unutmayalım. Seçim başarısını sokağa hakim olmak yönünde mutlaka kullanacaktır. Zaten hareketin lideri de seçim sonuçlarına dair basın açıklamasında mücadelelerinin hem mecliste hem de sokakta süreceğini, "hainlerin" cezalarını verme vaktinin geldiğini belirtti ("führer" salona girerken basın mensuplarının lidere "saygı" icabı zorla ayağa kaldırılması nasıl bir "şey" ile karşı karşıya olunduğunun açık ifadesi).
Faşizmin düne ait bir kötülükten ibaret saymak en büyük hata olacaktır. Geçmişte faşizme yol veren dinamiklerin, hem de dört başı mamur bir şekilde, aramızda olduğunu hatırlamak yeterli. Yunan radikal solunun 1930'da (üç yıl sonra olacakları düşünün) oylarının artışına sevinen Alman Komünist Partisi misali zafer sarhoşluğuna kapılmasına mahal yok (ihtiyatlı, ama oldukça ihtiyatlı bir iyimserlik şimdilik yeterli). Sokakta birleşik cephe taktiklerini gündeme getiren antifaşist mücadele bugün her zamankinden daha güncel. Üstelik Altın Şafak bir yana, neoliberal memorandum karşıtı görünen sağcı, milliyetçi-popülist siyasal partilerin elde ettiği başarı ("Bağımsız Yunanlılar" en iyi örnek), tehlikenin büyüklüğünü ortaya koyuyor. Toplam sağ oylarda düşüş değil yükseliş olduğunu akılda tutmalıyız.
Solun bir hatası, yapısal dönüşüm programına karşıtlığı, alternatif bir devrimci bütünsel yanıtla birleştirememesi oldu. Böyle olunca bütün memorandum karşıtı güçlerin seçmen nezdinde birbirine benzer görünmesi riski doğuyor. Temel saflaşma memorandum taraftarlığıyla karşıtlığı olunca, emeğin kurtuluşu, demagojik "antineoliberal" milliyetçi temalarla karışıyor. Yani program meselesi, geçişsel talepler meselesi soyut bir fikir tartışma değil, temel bir siyasal mesele bugün. Radikal solun yapacağı en büyük hata, sermayenin taarruzuna karşı mücadelesinde "milli" temalara başvurması, meseleyi bir sınıf meselesi olmaktan ziyade bir ulusal mesele (ulusal egemenlik, bağımsızlık, vatan satılıyor vb.) olarak ortaya koyması olacaktır. Sınıf mücadelesini perdeleyen böyle bir söylemi çoğaltmak, krize karşı sol ve sağ yanıtları birbirinden ayrılamaz kılma riskini ihtiva ediyor.
En başta da vurgulandı: Geleneksel siyaset mekanizma ve araçlarının sermaye açısından giderek işlevsizleşmesi, yönetilemezlik krizine (illa faşizm olması gerekmeyen) otoriter bir yanıtı gündeme getiriyor. Sosyalizm ile barbarlık arasındaki temel çelişki her zamankinden daha aktüel bugün. Clara Zetkin, zamanında, Mussolini faşizminin devrimi gerçekleştiremeyen İtalyan işçi sınıfına kesilmiş bir ceza olduğunu söylemişti. Yunan radikal solunun krizle beraber açığa çıkan toplumsal mücadele ve direnişler içerisinden antikapitalist bir alternatifi somutlaştıramaması, sadece Yunan değil bütün Avrupa emekçilerine benzer bir "cezayı" gündeme getirebilir. (FB/HK)