Pazar günü gerek Yunanistan gerekse Fransa'da cereyan eden seçimler belli ki daha çok tartışılacak.
Krizle beraber Avrupa'nın siyasal haritasında meydana gelen (seçimlerin de göstergelerinden biri olduğu) değişimlerin analizi, radikal solun belki de son otuz yılına damgasını vurmuş "stratejik tutulma"nın aşılması açısından kritik önemde. Maalesef Türkiye sosyalist hareketinde bu hususa gereken önemi vermiyor, hudut harici gelişmelere stratejik bir zaviyeden yaklaşmıyoruz.
Bu ilgisizliğin istisnalarından sayılması gereken Ahmet İnsel, Fransız başkanlık seçimlerinin ikinci turu üzerine, Sarkozy'nin Sosyalist Parti adayı Hollande karşısında yenilgiye uğramasının yarattığı haklı sevinci ifade eden bir yazı yazmış.
İnsel yazısında bu sevinç hissini aktarmakla yetinmiyor ve daha genel sonuçlar da çıkartıyor ya da hiç değilse bu yönde imalarda bulunuyor. Bu kısa yazı, İnsel'in belki de öyle çok tartmadan klavyesinden süzülüveren bu daha "genel" çıkarımlar hakkında.
İnsel seçimlerle birlikte "Fransa sınırlarını aşan bir değişimden" bahsetmenin mümkün olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Fransa ve Yunanistan'da halk, neoliberal teknokrasinin ve sermaye güçlerinin kemer sıkma politikalarına boyun eğmeyeceklerini ilan ediyor. Normal olan avdet ediyor."
İnsel, Fransa'nın yeni cumhurbaşkanı Hollande'ın seçim sloganına ("normal") nazire yapıyor elbette. Hollande'ın normalliğe dönüşü vurgulayan bir siyasal söyleme müracaat etmesi belli ki kendisine puan, daha doğrusu oy kazandıran bir tercih olmuş. Peki radikal sol, yani Hollande'ın temsilcisi olduğu merkez solun solu açısından bu "normallik" söylemine başvurmak ne kadar doğru?
Fransa'ya dönüp daha spesifik olalım: Sarkozy'nin koltuğunu terkediyor oluşu Fransız, hatta Avrupa siyasetindeki bir aşırılığın, bir olağanüstülüğün, bir anomalinin nihayet ortadan kalkması, her şeyin yavaş ve zorla da olsa rayına oturmakta olduğunun bir işareti mi?
Doğrudur, İnsel'in de belirttiği üzere Sarkozy'nin başkanlığı, "ırkçı, yabancı düşmanı, faşizan eğilimlerin" merkez sağa sirayet ettiği bir dönemdi. Dahası Sarkozy küstah ve fütursuz bir sermaye yanlısı ve İnsel'in de belirttiği gibi devleti neredeyse bir şirket gibi idare eden saldırgan bir neoliberaldi.
Bütün bunlar Sarkozy'nin makamını terk etmesinden sevinç duymak için yeter de artar bile. Ancak tabir caizse eğri oturup doğru konuşalım. Sarkozy'yi geniş kitleler nezdinde antipatik kılan kişisel hususiyetleri bir yana, onun politik yöneliminde bir anomali ya da istisna sayılabilecek bir şey var mı?
Tam tersine, Sarkozy'nin neoliberal itikada imanı ya da göçmen karşıtlığı gibi aşırı sağcı temaları siyasal söylemine dahil etmesi hiç değilse son yirmi yılın temel siyasi eğilimleriyle uyum halinde değil mi?
Malum olduğu üzere, 1980'lerden itibaren iktisadi ve siyasal düzlemde bir sınıf hakimiyetini pekiştirme projesi olarak neoliberalizmi gündeme getiren muhafazakâr hükümetler, bir önceki dönemden çok daha farklı bir sağ siyaseti temsil ediyorlar.
Toplumsal tüm ilişkileri piyasa ilişkileri olarak tarifleyen küstah bir neoliberalizmi milliyetçi-cemaatçi- patriyarkal değerlerle harmanlayan neoliberal bir otoriter popülizmle karşı karşıyayız. Yabancı düşmanlığının, İslamofobinin ya da göçmen karşıtlığının Sarkozy'nin tekelinde olmadığını, son on yıllarda bu fikri tutumların tüm Avrupa'da merkez siyasetin şu ya da bu ölçekte de olsa "normal" bir bileşeni haline geldiğini de hatırlatalım.
Mesela Sosyalist Enternasyonal'in sözcüsü olan Yorgo Papandreu'nun eski lideri olduğu PASOK'un göçmenlere yönelik siyasal tutumu Sarkozy'den çok mu farklı, tartışılır. (Le Pen'in Ulusal Cephesi'nin ülkenin siyasal hayatında giderek "normalleştiği" ise zaten aşikâr). Yani devrimizde Sarkozy istisna değil de bir nevi kural aslında.
Peki, Mitterand sonrasında uzun bir zaman aralığının ardından ilk "sosyalist" başkan olacak Hollande, Sarkozy'nin olası anomalilerini telafi edebilecek, yukarıda sayılan eğilimleri tersine çevirebilecek bir "normalleşme" sürecinin amili olabilecek bir dinamiği temsil ediyor mu?
Bu soruya Avrupa sosyal demokrasisinin son yirmi yıllık serüveninden, yaşadığı dönüşümlerden bağımsız olarak cevap vermek abes olur. Bu dönemde sosyal demokrasinin "sosyal liberal" bir yörüngeye oturarak işçi sınıfıyla olan örgütsel ve politik bağlarının gevşemesi, "reformist" olsa da işçi-emekçi siyasal sosyalleşmesinde köklü bir yeri olan bu partilerin karakterinde niteliksel bir dönüşüme yol açtı. Söz konusu olan, bu partilerin neoliberal itikadın temel kabullerine biat etmeleri değildi sadece, daha kritik olan, örgütsel olarak da emekçilerle ve onların örgütleriyle olan bağlarının gevşemesi ve alt sınıflarla organik ilişkileri olan bu partilerin teknokratik ve medyatik idare usullerini benimsemiş seçim mekanizmalarına dönüşmesiydi. Belki de en iyi bilinen örnek, Tony Blair'in "Yeni" İşçi Partisi'nin sendikalarla olan örgütsel bağlarını kesmesi ve sendikaların parti siyasetinin oluşturulmasındaki etkisini kaybetmesiydi. Aslında birçok ülkede sosyal demokrasinin hem politik hem de örgüt yapısı anlamında Amerikan tipi bir "Demokrat Parti"ye dönüşmesi süreci gündemde.
Sosyal demokrasinin geçirmekte olduğu politik ve örgütsel değişim nedeniyle merkez sağla siyasi rekabeti, kimin neoliberal yapısal dönüşüm siyasetini, yani "reformları" daha etkin yürütebileceğine dair bir tartışmaya dönüşmüş durumda. Bu nedenle, merkez sol ve sağ arasındaki çatışma çoğu zaman liderlerin kişisel karizması meselesi haline geliyor. François Hollande bu eğilimin tipik bir örneği aslında.
İlginç olan, Fransa'da 2010 yılının sonbaharında emeklilik "reformuna" karşı milyonları sokağa döken uzun soluklu mücadele gibi önemli sosyal hareketlere karşın Sosyalist Parti'nin Sarkozy'nin karşısına aday olarak partinin "sol" değil, daha fazla "rekabet ve esneklik" amentüsünden taviz vermeyen Hollande gibi "sağ" kanattan birini çıkarması. Aslında her şeyin bildiği bir sır, adı taciz skandalına karışmasaydı bu aday muhtemelen IMF eski başkanı Kahn da olabilecekti. Yani daha baştan, perşembenin gelişi çarşambadan bellidir misali, bizatihi aday tercihleri itibariyle Sosyalist Parti'nin Sarkozy'ye meydan okuyuşunun ne menem bir meydan okuma olduğu aşikâr. Bu tarihsel bagajla beraber düşünüldüğünde, seçim sath- mailinin harareti içerisinde edilmiş kimi Keynesyen esintili sözlerin Sarkozy'nin bir temsilcisi olduğu temel dinamikleri, kıtasal ölçekte siyasal merkezin sağa kayışını tersine çevirmesi mümkün görünmüyor.
Mesele bardağın dolu ya da boş yanına vurguyla ilgili beyhude bir iyimserlik yahut kötümserlik tartışması değil. Kapitalist kriz koşullarında solun (hatırlatalım, merkez solun solundaki solun) nasıl bir siyasal strateji, nasıl bir siyasal yönelim geliştirmesi gerektiğiyle ilgili bir tartışma bu. İçerisinden geçtiğimiz "tuhaf" zamanlarda siyasal ufkumuz "normalleşme", yani bir zamanlar varolduğunu düşündüğümüz bir kapitalist asr-ı saadetle (daha "sosyal" ve "insani" bir kapitalizmle) sınırlı tutmak vahim bir hata olacaktır.
Olağanüstü halin, çoğumuza istisnai görünen şeylerin (derinleşen sosyal eşitsizliklerin, artan otoriterleşmenin vs.) aslında aktüel kapitalizmin vasatı ya da normali olduğunun ayırdına varmamız acil bir gereklilik.
Unutmayalım, konjonktürel krizlerden farklı olarak sermaye birikim süreçlerine içsel mekanizmalar aracılığıyla "kendiliğinden" dengesini bulacak bir durumla karşı karşıya değiliz. Yapısal bir krizin tam ortasındayız. Kriz sonrası oluşacak yeni "denge", ancak piyasa mekanizmaları haricinde siyasal-toplumsal gelişme ve mücadeleler yoluyla oluşacak. Yani savaşlar, devrimler ve karşı devrimler gibi dünya tarihsel gelişmeler ve büyük çalkantılar vasıtasıyla. Dahası (asla unutmayalım), sermayenin krizi biyosferdeki canlı yaşamının önemli bölümünü tehdit eden küresel ekolojik krizin giderek derinleştiği koşullarla bütünleşmekte.
Kriz bilhassa Avrupa'nın ekonomik ve sosyal yapısında büyük bir alt üst oluşu gündeme getiriyor. AB üyesi bir dizi ülkede (Yunanistan, İrlanda, İspanya, Portekiz vs.) kriz vesilesiyle emekçilerin yaşam standardını, muhtemelen İkinci Dünya Savaşı sonrasında görülmemiş bir hız ve şiddetle düşürecek topyekûn bir saldırı yürürlüğe sokuluyor. Bazılarının ifade ettiği üzere, söz konusu olan emekçi sınıfların kimi kazanımlarını ortadan kaldıran sıradan bir saldırı değil, işçi sınıfının bizzat maddi varlığını hedefleyen bir taarruz bu: İşten çıkarmaların kolaylaştırılması, esnek ve güvencesiz çalışma ilişkilerinin yaygınlaşması, ücretlerin dondurulması, sosyal ödentilerin kesilmesi, sosyal güvenlik sisteminin sermaye lehine yeniden yapılandırılması, kamu kesiminde binlerce işten çıkarma, alt gelir gruplarını vuran dolaylı vergilerin artırılması, su ve elektrik de dahil olmak üzere büyük bir özelleştirme dalgası, sağlık ve eğitimde ticarileşmenin derinleşmesi...
Daha önce bir tekinin bile gündeme getirilmesi ciddi bir toplumsal tepkiyle karşılaşacak bir dizi "reform" önerisi tek seferde, bir "şok terapi" şeklinde ahalinin karşısına çıkarılıyor. AB'nin kalbi olan Avro bölgesi, "Latin Amerika tipi" neoliberalizmle tanışıyor. Bu taarruzun en şiddetli olduğu ülkelerde böylesi paketlerin ancak otoriter bir siyasal irade aracılığıyla dayatılabileceği aşikâr. Bu koşullarda her ikisi de AB'nin "postmodern darbeleriyle" iş başına getirilen Yunanistan'daki Papadimos ve İtalya'daki Mondi teknokratik hükümetleri normalin dışına sapan atipik örnekler değil. Velhasıl kelam, otoriter-dışlayıcı neoliberalizm Sarkozy ve Berlusconi gibi nev-i şahsına münhasır figürlerin acayiplikleri ve siyasal ömürleriyle alakalı bir mesele değil.
Dolayısıyla siyasal rehavetten başka hiçbir sonucu olmayacak bir iyimserliğin zamanı değil. Tersine, 1990'lı yıllardan itibaren başımıza musallat edilen "liberal iyimserlik" karşısında bütünüyle kuşkuda olmak gerekiyor bugün. Hele kriz karşısında, tarihin safımızda olduğu, kimi kazaları saymazsak her şeyin olması gerektiği gibi ilerlediği anlayışını süratle terk etmek gerekiyor.
Tarihin "yasa"larına ya da "normal" akışına bel bağlayan bir iyimserlik "felaket" karşısında elimizi kolumuzu bağlayacaktır. Aşağıdakilerin mücadele gücüne değil de tarihin "doğal" seyrine yaslanan nahif bir iyimserliğe değil, aşağıdakilerin kendi kaderlerine sahip çıkma doğrultusundaki enerjilerine, mücadelelerine yaslanmalıyız.
Ahmet İnsel elbette haklı, aşağıdakiler muktedirlerin kendilerine biçtiği kaderi kabul etmiyor, itiraz ediyor. Ancak bu itiraz geçmişteki bir "normalliği" değil, olağanüstü halin tarihin kaidesi olduğu bilinciyle geleceği hedeflemeli.
Adını gerçekten hakedebilmesi için radikal solun, muhayyel bir kapitalist "normalliğe" geri dönüşü değil, burjuva uygarlığının bizatihi kendisinden kopuşu önüne koyma cüretini göstermesi gerekiyor. Bugün sadece devrimci olan değil, "gerçekçi" olan da budur. (FB/HK)