Romeo Dionisi duvarcıydı, 62 yaşındaydı ve Monti hükümetinin hayata geçirdiği kesinti paketi neticesinde emekli maaşı almaya muvaffak olamamıştı. Romeo'nun eşi Anna Maria ise küçük bir emekli maaşı alıyordu. Çift İtalya'nın Civitanova kasabasında kiralık bir evde yaşamını sürdürüyordu. Kira ve artan borçlar Romeo ve Anna Maria'yı çok güç durumda bırakmıştı. Romeo uzun zamandır iş arıyordu. Ancak pek umudu yoktu; çiftin yaşadığı Macerata bölgesinde işsizlik oranı yüzde 40'lara varmıştı. Anna Maria'nın yaklaşık 400 euroluk maaşıyla katlanarak artan borçlarını ödemek mümkün değildi. Belediyeden sosyal yardım almak için başvuruda bulunması önerisini 35 yıllık duvarcı ustasının gururuna yedirmesiyse güçtü. İki ay kadar önce bir gün Romeo ve Anna Maria evlerinin yanındaki garaja gittiler ve orada kendilerini yan yana astılar. Bıraktıkları notta şöyle diyorlardı: “Bu koşullarda yaşama tutunmaya çalışmaktansa yok olmayı tercih ediyoruz!” Söylendiğine göre kendisi de ciddi sıkıntılarla boğuşan Anna Maria'nın 70 yaşındaki ağabeyi Guiseppe, intihar haberini alınca önce pek bir tepki göstermez. Ancak sonra limana gider ve kendini kayalara atarak intihar eder.
Romeo ve Anna Maria çiftinin hikâyesi ne yazık ki istisnai değil. Kriz derinleştikçe Avrupa'nın bir dizi ülkesinde buna benzer ölümler de artıyor. Yunanistan'da 2011 yılında intihar vakalarında geçen yıla oranla yüzde 26'lık bir artış olmuş. İrlanda'da 2007-2009 yılları arasında intihar vakalarındaki artış yüzde 16 oranında. İtalya'da ise 2005 ile 2010 arasında intihar vakalarında yüzde 52'lik bir yükseliş olduğu söyleniyor. Ekonomik krizden önceki yirmi yılda Britanya'da intihar oranları düzenli bir biçimde düşerken krizin başladığı 2008'de intihar oranlarında erkeklerde yüzde 8'lik kadınlarda ise yüzde 9'luk bir artış olmuş. Araştırmalar, işsizlik oranlarındaki her yüzde 1'lik yükselişe intihar oranlarında kabaca yüzde 0.8'lik bir artışın tekabül ettiğini gösteriyor. Rakamlar vahim ama kapitalist azgınlığın insanlık durumumuzda yarattığı erozyonun çok daha vahim sonuçları da var elbette: Hindistan'da tarımdaki destek politikalarına son verildiği ve ülkenin tarımsal üretiminin dünya piyasasına açıldığı son yirmi yılda çeyrek milyon çiftçi hayatına son vermiş. Yani neredeyse her yarım saatte bir, bir çiftçi intihar etmiş.
İntihar çoğu zaman umutsuzluğun, çıkışsızlık ve çaresizliğin sebep değilse bile sürükleyicisi olduğu bir eylem. Ancak intihar bazen bir protesto, bir çığlık mahiyeti de kazanabiliyor. Tunus'ta koca bir devrimi başlatan Muhammed Buazzizi'nin 17 Aralık 2010'daki intiharı belki de üzerinde en çok yazılıp çizilen örnek. Çoğu zaman gözardı edilen şeyse “Arap Baharı” denen büyük ayaklanma ve protestolar süreci boyunca bir kendini yakarak intihar dalgasının Mısır'dan Suriye'ye, Moritanya'dan Suudi Krallığı'na kadar geniş bir coğrafyayı etkisi altına aldığı. Buazzizi'nin eylemi büyük oranda çaresizliğin ürünüydü belki ama yol açtığı ya da tetiklediği olaylar nedeniyle örnek alınan bir protesto yöntemi halini aldı.
Aslında kamuya açık bir alanda kendini ateşe vermek (mesela bir insanın kendini evinde asmasına göre) örnekleri Tibet'ten Kürt ulusal hareketine kadar görülen yaygın bir protesto girişimi. Ancak son dönemde bu eylem biçiminin giderek yayıldığına, daha önce çok yaygın olmadığı yerlerde, mesela Avrupa'da sıklaştığına şahit oluyoruz. Örneğin Bulgaristan'da geçtiğimiz aylarda hükümeti deviren büyük kitle eylemleri dalgası sırasında bir aydan daha kısa bir süre içerisinde altı kişi kendini ateşe verdi. Zaten bu eylemlerin yaygınlaşıp radikalleşmesine vesile olan hadiselerden biri, protestocuların sembolü haline gelecek 36 yaşındaki fotoğrafçı Plamen Goranov'un 20 Şubat'ta Varna'da kendini ateşe vermesiydi. Bulgaristan bir istisna değil. Bu yılın Ocak ayında İspanya'da iki işsiz, işsizlik ve yoksulluğu protesto için kendini yakmış. İtalya'da ise Mart ayında, Bologna'da borçlarını ödeyemeyen 58 yaşındaki bir adam ve Verona'da uzun zamandır ücretini alamayan 27 yaşındaki bir göçmen işçi kendini ateşe vermiş.
Bulgaristan ve Tunus'ta olduğu gibi, bir intihar vakasının yaygın kitle eylemlerine yol açtığı başka örnekler de yok değil. Mesela Filipinler'de Mart ayında, okul ücretini ödeyemeyen Manila Üniversitesi öğrencisi Kristel Tejada'nın intiharı, paralı eğitime karşı büyük protestolara neden olmuş.
Ancak her intihar benzer eylem dalgalarına da yol açmıyor elbette. İntihar çoğu zaman kişisel bir çaresizliğin, sıkışmışlığın ürünü. Avrupa'da yaygınlaşan intihar vakalarının önemli bir bölümünün ardında da işsizliğin, borçlanmanın, evini kaybetmenin yarattığı çıkışsızlık ve özgüven kaybı var. Ancak yine de intiharları bütünüyle kişisel çaresizliğin, belki ruhsal bir bunalımın müsebbibi olduğu vakalar olarak da görmemek gerek. İntihar genellikle bir iletişim eylemidir, şu ya da bu biçimde geride kalanlara bir mesaj vermek amacını güder. Krizin yarattığı ümitsizliğin yol açtığı intihar vakalarının büyük bir bölümü de eyleme geçiriliş biçimleri ya da geride kalanlara bırakılan mesajlar itibariyle siyasal imalar taşıyor.
Bu mesajlardan belki de en vurucu olanı, 4 Nisan 2012'de Atina'da Sintagma Meydanı'nda intihar eden 77 yaşındaki Dimitri Hristulas'ın intihar etmeden önce yazmış olduğu mektup. Kendini vurmadan önce “çocuklarıma borç bırakmak istemiyorum diye bağıran Hristulas, mesajında şöyle yazıyordu: “Tsolakoğlu’nun işgal hükümeti (Yunanistan’da işgal yıllarında Nazilerin işbaşına getirdiği işbirlikçi hükümete atıf yapıyor -fb) 35 yılda kendi çalışmamla edindiğim emekli maaşımı silip süpürerek hayatta kalma olanağımı tam manasıyla ortadan kaldırmış durumda. Aktif bir biçimde direnecek yaşta olmadığımdan (aslında bir Yunanlı eline kalaşnikof alacak olsa onu ilk takip edenlerden olmak isterdim) ve çöpleri karıştırarak yaşamak zorunda kalmadan önce, hayatıma son verecek başka bir onurlu yol göremiyorum. İnanıyorum ki geleceksiz gençler, bir gün silahlarını kuşanıp, tıpkı 1945′te İtalyanların Mussolini’ye Milano’nun Pireto Meydanın’da yaptıkları gibi bu hainleri de Sintagma Meydanı’nda bacaklarından asacaklardır.”
Emile Durkheim, intiharla ilgili klasik çalışmasında intiharı bir sapma olarak tanımlar. Toplumun düzeninden, normlarından bireysel bir kaçış olarak. Bugün Avrupa'daki birçok intihar, yapısal uyum programlarının yol açtığı “fedakarlıkların” ekonomileri “arındıracağı” ve böylece rekabet edebilir kılacağına dair neoliberal imanın normlarından bir kaçış aynı zamanda. Kesinti paketleriyle Tanrı değil de piyasa için fedakarlığı, hatta çileyi vazeden bu imana inat, intihar edenler, rekabet edebilir piyasaların yeryüzü cennetine ulaşmayı reddediyor, sermayenin vaadedilmiş cennetine gitmektense başka bir cennete gitmeyi seçiyor. Çin hükümeti kendini yakma eylemlerine başvuran Tibetlileri “terörist” olarak tanımlamakta haklı. Kendini yakanlar Çin devletinin bedenleri üzerindeki egemenliğine meydan okuyor, tıpkı Avro alanında intihar edenlerin piyasa diktatörlüğünün kendi bedenleri üzerindeki tasarruflarını reddetmeleri gibi.
İntihar bir direniş değil elbette, olsa olsa bir reddiye. Çoğu zaman direnişin mümkün olmadığına dair bir algının, hayal kırıklığının, kolektif bir güçsüzlüğün eseri. Oyunun kurallarının kolektif eylemle değiştirilebileceğine, hatta oyunun topyekun bozulabileceğine olan inancın kalmayışının ürünü bir reaksiyon, “oynamıyorum artık” deyip çekip gitmek adeta.
Akdeniz Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışan 28 yaşındaki Murat Elbay, yakın zamanda intihar ettiğinde, geride bıraktığı notta işi ve hayatıyla ilgili memnuniyetsizliği, bir çıkışsızlık hissini ifade ediyordu. Elbay'la aynı fakültede görev yapan Profesör Hayrettin Ökçesiz ise Elbay'ın kaybıyla ilgili şunları yazmıştı: “Kampüse onbeşbin kişilik stadyum, sekizbin kişilik cami yapılıyorken, en pahalısından makam arabaları alınıyorken, onca israf, onca lüks, milletin onca parası har vurup harman savruluyorken, bu çocuklara yüzbinlerce liralık borç ve kefalet senetleri imzalatıp, bundan ancak ölüm ya da hastalık durumunda muaf tutulabilecekleri söyleniyorken, onurlusunu seçen bu genç adam bir merdivenden aşağıya bıraktı kendisini. İnsanları kendilerine ve birbirlerine yabancılaştıran ve bir uçuruma açılan kariyer merdiveninden… Bu 'yana sıçrama', bu çarkta sağ kalanı duyarsız, duyunçsuz kılan ve keyfilik içerisinde çürümüş bir sosyal, siyasal, iktisadi hiyerarşiye acı bir isyandı. Bir yolu daha vardı: Direnmek… Ona, anlaşılan mecali kalmamıştı!”
Sadece Murat'ın kurbanı olduğu bir mecalsizlik değil bu. Avrupa'da krizle yaygınlaşan intiharlar da böyle bir dermansızlığın, alt sınıfların takatsiz düşmüş olmasının bir ürünü. Bundan birkaç yıl önce, özelleştirilen France Telecom çalışanlarından J. intihar etmeden önce sendika temsilcisine yazdığı mektubu şöyle bitiriyordu: “Hiç olmazsa bu son yaptığım bir şeye yarayabilse... Havlu attığım, mücadeleyi terk ettiğim için beni affet.”
Bu mecalsizlik, son otuz yılda “neoliberalizm” denen saldırının yarattığı yenilgiler dizisinin ürünü. Bu otuz küsur yılda sermaye ezilenlerin kendi hayatlarını kontrol etmeye dönük enerjilerini, kendi hayatlarına sahip çıkmaya dönük inisiyatiflerini, yaratıcılıklarını, özgüvenlerini törpülemekte bir hayli başarılı oldu. Sınıf hareketi ve toplumsal mücadeleler zorla bastırıldı, parçalandı, atomize edildi, bölündü, hareket edemez kılındı, itibarsızlaştırıldı. Aşağıdakilerin bağımsız örgütlenmeleri işlevsiz kılındı, gayrısiyasallaştırıldı, emekçi kamusallıkları ticarileştirilerek tahrip edildi. Kolektif bir mücadeleye kaynaklık edebilecek insani tüm enerjiler zaafa, akamete uğratılmaya çalışıldı. Şirket ya da aile dışında toplumsal eyleme kaynaklık edebilecek kolektif bir özne bırakmamaya yönelindi. Bireyci-rekabetçi bir kültür, kolektivist-dayanışmacı pratikleri ve kamusallıkları tahrip edecek şekilde yaygınlaştırıldı. Son yıllardaki kayda değer mücadelelere rağmen kabul edelim, 1981'de ABD'deki hava kontrolörlerinin grevinin ya da 1984-85'te İngiltere'deki büyük madenci grevinin kırılmasından bugüne bu yolda dünya ölçeğinde ciddi mesafe katedildi.
İşte bu mecalsizlik, kolektif eyleme, aşağıdakilerin kendi kaderinin efendisi olabileceğine dair güvenin, güvenimizin bunca sarsılmış olmasının ürünü olan bu dermansızlık halini değiştirmek gerek. Hem de kapitalist krizin müsebbibi olduğu muazzam bir siyasal ve sosyal türbülansın tam ortasında. İşimiz zor. Ancak yılgınlığa, rehavete mahal de yok, olmamalı. Dionisi çifti de, Muhammed Buazzizi de, Plamen Goranov da, Dimitri Hristulas da, Murat Elbay da bu aciliyeti anlatmaya çalışmıyor muydu?
Kesin olan tek şey, insanlığı topyekûn bir intihara sürükleyen mevcut düzen değişmedikçe intiharın hepimizin bu sefil varoluşumuza dair söyleyebileceğimiz son söz olarak kalmaya devam edeceği. Marx, daha 1846'da, intiharların nasıl önüne geçilebileceği üzerine yazarken bu kesinliğe dair açık bir uyarıda bulunuyordu: “Rousseau'nun dediği gibi, vahşi hayvanlardan oluşan bir çöl” olan “şu anki toplumsal düzenin bütünsel bir reformundan yoksun olan her girişim beyhude” olacaktır.