Demokrasinin akla gelen ve daha ilkokulda öğrenilen en yalın tanımı, halkın kendi kendini yönetebilmesi. Türk Dil Kurumu sözlüğünde de demokrasi “Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi” diye nitelenmiş.
‘Halka dayanan yönetim’, ‘çoğunluğun yönetimi’, ‘azınlık haklarını güvenceye alan yönetim’, ‘fırsat eşitliği sağlamaya çalışan yönetim’ diye açabiliriz kavramı. Hayata, insana, topluma, hayvana, doğaya nasıl ve nereden baktığınıza, dünya ile nasıl ilişki/iletişim kurduğunuza bağlı.
Kısa Anayasa Hukuku* kitabının yazarı Kemal Gözler demokrasiyi iki kavramla inceliyor: (i) Normatif ve (ii) ampirik demokrasi. Birincisi normatif demokrasi, demokrasinin aklımıza ilk gelen anlamı aslında. Yazar bu teoriyi Amerikalı siyasetçi Abraham Lincoln’ün “meşhur” ifadesiyle açıklıyor: “Halkın, halk tarafından, halk için yönetimi.” Olması gerekeni idealize ediyor bu tanım ancak siyaset bilimci Arend Lijphart’ın da burada bir itirazına atıf yapar Gözler. Lijphart “Böylesine halkın eğilimlerine tam olarak uyan bir yönetim hiçbir zaman olmadı. Belki de hiç olmayacak” diyor.
Anayasa hukukçusu yazar demokrasinin salt “halkın yönetimi” diye tanımlanmasının doğru olmayacağı görüşünde: “Aksi durumda yeryüzünde demokratik rejim kalmaz.” O nedenle ampirik demokrasi fikrinin ortaya atıldığını not düşüyor. Ampirik demokrasi kısaca, “olması gerekene değil, olana bakıyor.” Yani dünyadaki demokratik pratiğe… (Türkiye, The Economist’in “Demokrasi Endeksi 2018” raporuna göre 167 ülke arasından 110. sırada. Rapor seçim süreci, çoğulculuk, hükûmetin işleyişi, siyasî katılım, politik kültür ve sivil özgürlükler gibi parametreler odağında hazırlanıyor).
Gözler ampirik demokrasiye dair demokratik olarak kabul edilen mevcut rejimlerin ortak özelliklerinin altını çiziyor: “Bu tür demokratik rejimlerin ortak özelliği tam bir demokratik duyarlılık değil, nispeten çokça bir yurttaş grubunun uzun bir zaman boyunca arzularına yanıt verebilmesidir.”
Robert Dahl’in Türkçeye “çokluk yönetimi” diye çevrilen “poliarşi” diye tanımladığı “var olan demokrasi” kitapta altı ortak özellikle nitelenmiş: Seçimlerin serbest olmasından birden çok siyasal parti bulunmasına, seçimlerin belli aralıklarla yapılabilmesinden muhalefetin iktidar olma şansına ve temel hak ve özgürlüklerin tanınması ve güvence altına alınmasına değin bir dizi şart…
Demokrasiyi idealize eden normatif teoriden ilham alan ama pratikte oluşan, muhtemel ki uzun yılların birikimiyle tecrübe edilen demokrasinin asgarî kuralları… Türkiye’de siyâsî yönetimin pek çoğunu karşıladığı söylenemez, hele ki temel hak ve özgürlükler alanında… Verdiği zarar az çok ortada zaten.
Son yıllarda başta yaşam hakkı ihlalleri olmak üzere basın ve ifade özgürlüklerinde, toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarında büyük gerilemeler var. Seçimler eşitsiz koşullarda yapılırken, “oy hakkı” konusunda da ciddi şüpheler yaratılıyor. Belleği tazelersek geçmiş yıllarda konjonktürel duruma göre milliyetçi/mukaddesatçı “sağ” ideoloji ve aktörleri sandığa “millî irade” teziyle özel olarak vurgu yaparken ancak iş seçmen iradesinin önündeki en büyük engele, yüzde on seçim barajına geldiğinde itiraz etmiyordu. Şimdi sıradan bir demokrasinin birincil şartı etkin siyasal makamların “seçimle” işbaşına gelebilmesi anlayışı kâğıt üzerinde var görünse de haksız uygulamalar ile çifte standarda düşürülüyor.
Demokrasiyi soyut ve -yazının girişinde değindiğim üzere- felsefi düşünce alanından, ki bu düşünceye kesinlikle bir sınırlandırma getirmemek koşuluyla, subjektif tanımından somut ve nesnel bir zemine taşımak, su yüzüne çıkarabilmek için kitâbî bilgiye başvurmak bu yüzden zorunluydu. Böylece dünyada daha iyisi bulunana kadar geçerli olacak “demokrasi” kavramının gereklerine dikkat çekebilir ve eğer “demokrasi”den bahsediyorsak olaylar hakkında tartışmaya “en azından” bu zemin üzere başlayabilirdik.
Seçilmişe kayyum
Haftanın en sarsıcı olaylarından biri Diyarbakır, Van ve Mardin büyükşehir belediyelerine sabaha karşı yapılan polis baskınıyla belediye başkanlarının görevden alınması oldu. Bakanlık, Anayasa ve 5393 sayılı Belediye Kanunu’nu gerekçe göstererek belediye başkanları hakkında soruşturma olduğu için “geçici tedbir” uyguluyor sözde.
Anayasanın 76. maddesi seçilebilme şartlarının içeriğinde suça ilişkin “kesin hüküm” arıyor. 127. madde ise belediye başkanının göreviyle ilgili soruşturma ve kovuşturma durumlarında İçişleri Bakanlığı aracılığıyla belediye başkanını kesin hükme kadar görevinden uzaklaştırıyor. “Geçici tedbir” diye adlandırılmış bu durum.
Yerinden boşalan belediye başkanlığına ise başkan, belediye meclisi tarafından meclis üyeleri arasından gizli oyla seçiliyor. Ancak bu kural Eylül 2016’da OHAL KHK’si ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’na eklenen, memlekette pek çok insanın kolayca itham edildiği “terör veya terör örgütlerine yardım” gibi ifadelerle iğdiş edilerek merkezî iktidarın keyfi kararlar almasına yol verildi. Yerel meclis etkisizleştirilerek hem İçişleri Bakanı tarafından belediyelere kayyum atamanın önü açıldı hem de kayyumun görev süresi belirsizleşti. Mevcut sistemde merkezî yönetimin yerel yönetimler üzerinde kurduğu vesayet sınırsız hâle getirildi.
Resmî ağızlarca her şey “kanunî” gibi yansıtılmaya çalışılıyor ama yaşanan, demokrasi kültürüyle, demokratik “teamüller” ile hiçbir şekilde bağdaşmıyor. Madem “kanunlar” üzerinden gidiyoruz küçük bir hatırlatma: Seçimlerde siyasî partiler tarafından belirlenen milletvekili, belediye başkanlığına aday isimlerin kanuna uygunluğunu Yüksek Seçim Kurulu (YSK) denetliyor. Yasalara göre hüküm giyenler zaten değil milletvekili ve belediye başkanı, aday bile olamıyor. Hattâ sivilde iş bulması da imkânsızlaşıyor.
Ne Ahmet Türk ne Adnan Selçuk Mızraklı ne Bedia Özgökçe Ertan hakkında bir yargı kararı var. Belediye başkanlarını görevden alma tamamen idarî bir karar.
YSK seçim öncesi ‘Her biri seçilebilme yeterliliğine sahip’ demiş.
Seçimlerin üzerinden geçen dört buçuk ayda ne değişti?
Evrensel hukuk kuralına göre hakkında kesin hüküm bulunmadıkça herkes mâsum.
Hangi yasa, hangi madde?
Bir siyasî erkin yargıyı ortadan kaldırma mantığı ile hareket ederek belediye başkanlarını görevden alması apaçık siyasî-idarî darbe!
Benzerini 1980’de yönetime “el koyan” 12 Eylül cuntasının belediyelere de askerleri atamasında görebilirsiniz. Zihniyetini oradan alan, ruhunu orada bulan, müsebbibinin bu kez “seçili resmî siyasetçi” olduğu bir darbe! Senesi dolmamış bir seçimin ardından polis gücüyle sabaha karşı belediyenin kapısına dayanmak başka nasıl açıklanabilir ki? Devletten hukuku aldığınız vakit koca bir mafya örgütü kalır geriye.
Demokrasinin ilk kuralı olarak bilinen seçim ortadan kaldırılarak siyasî iktidara bağlılığını ilk işi olarak belediye odasına cumhurbaşkanı fotoğrafı asmakla ilan eden kayyumlar görevlendiriliyor. Halkın tercihiyle seçilmiş belediye başkanının yerine. Halkın seçmediği, “Saray”dan inme bürokrat… Maaşını yine halktan toplanan vergilerden alacak.
Belediyelerde kayyum ile yeni tanışmıyor halk ve kamuoyu. 2016’dan biliyor. İhtişamlı, banyolu küçük “saray”lardan, yemek-tatlı bedelli devasa özel kalem harcamalarından, kaynakların keyfi kullanımından ve borçlardan: O yıldan itibaren kayyum atanan belediyelerin milyon milyon borçları Sayıştay raporlarıyla tespit edilmişti. Nerede kamu yararı?
Demokrasi pratiğinde siyasal katılmanın en temel yollarından biri olarak tarif edilen “seçim” bile ortadan kaldırılmak isteniyor. Meydanda, sokakta göz açtırılmıyor insanlara yıllardır. Şimdi de halk kitleleri hak gasplarıyla siyasî temsil alanından tamamen dışarı itiliyor. Siyâsî irade yok sayılıyor. İnsanların onuruyla oynanıyor. Değersizleştiriliyor insanlar. Seçmediği kişinin yönetimi altında yaşamak zorunda bırakılıyor. İstanbul’da yerel seçim iptal edildiğinde ne hissettiysek Diyarbakır, Van, Mardin için de öyle.
31 Mart yerel seçimlerinde iktidarın kendi adayı kazanamadı diye YSK aracılığıyla, yargı eliyle İstanbul’da seçimleri tekrarlatarak sonucu değiştirme çabaları, Ahmet Türk’ün mazbatasının geciktirilmesi, KHK ile kamudan uzaklaştırılıp adaylığı YSK denetiminden geçtiği hâlde 31 Mart’ta seçilenlere mazbatalarının verilmemesi sistematik bir demokrasi yıkımı örneği.
“Seçme hakkı” elinden alınmak istenen yurttaşın İstanbul’da, 23 Haziran’da tercihi ezber bozucuydu: İstanbul seçimini yüzde 9’luk farkla CHP ve İyi Parti’den oluşan Millet İttifakı’nın adayı İmamoğlu, daha geniş tanımıyla HDP ve Kürt seçmenin tercihiyle cisimleşen “demokrasi bloğu” kazanmıştı. İstanbul, AKP için sonun başlangıcının simgesi oldu.
Şimdi iktidar, dayanışma içinde olan, insanların hakları bakımından her yerde eşit olduğuna inanan siyasal, toplumsal kesimleri doğuda belediyelere kayyum atayarak dağıtmaya çalışıyor. Hakkı hukuku yok etmek pahasına. Kürt sorununun hâlâ çözülememiş olmasından faydalanarak. Toplumun sinir uçlarına dokunan yöntemlerle. Barışı öteleyerek. İnsanları itibarsızlaştırma politikalarıyla. Demagoji ile kitlesini yine mobilize etme yollarıyla. Ama en çok demokratik zemini kaydırarak… Kendi içinden, eski “dava” arkadaşlarından yeni parti hazırlıkları da duyulurken sıkıştığı köşeden kurtulmayı planlıyor. Ancak Erdoğan ve partisinin yeni ve daha iyi bir geleceğin öznesi olabilmesi bu saatten sonra zor görünüyor.
Hayat değişiyor. Bin yıllık ezberler bozulabiliyor. “Korku eşiği” aşılabiliyor. Kolektif akıl belirleyici olabiliyor. Vicdan ve muhakeme ön plana çıkabiliyor. Demokrasi bir eğitim, kültür, adalet, eşitlik, erdem meselesi olarak insanın insanlaşma sürecinde gelişen, insan ve toplum için iyiye ulaşma çabası bir yandan da. (SE/AS)
* Kemal Gözler. Kısa Anayasa Hukuku, Ekin Basım Yayın: 2013.
Not: Yazıda kitaba yapılan atıflar “Demokrasi” başlıklı 10. Bölümden.