Türban ya da AİHM'in ifadesiyle "İslami başörtüsü" tartışması, kaçınılmaz olduğu üzere, gündemdeki yerini bir kez daha aldı. Sorun Adalet ve Kalkınma Partisi'nin artık kanıksadığımız hukuk tanımaz yordamlarından biri içinde YÖK tarafından el çabukluğu ile "fiilen" çözülmek isteniyor. Bir alkış tufanının koptuğunu ve sorunun bu alkış tufanı eşliğinde, bir acclamatio (*) hissi yaratılarak çözülmek istendiğini gözlüyoruz.
Tufana sadece medya değil Cumhurbaşkanı'nın eşi, bazı Rektörler ve Rektör Yardımcıları da katılmış görünüyor. Sanki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yükseköğretimde türbana yapılan "müdahalenin Türk Hukukunda, yerel mahkemelerin içtihadının ışığında yorumlanan 2547 sayılı Kanun'un geçici 17. maddesi şeklinde bir yasal dayanağı bulunduğunu" tespit etmemiştir (Leyla Şahin/Türkiye Kararı, kesin hüküm). Sanki, bu yasal dayanak varken bile sorun YÖK'ün "de facto"su ile çözülebilir!.. Evet ve elbette, tartışma hukukun konusu değilse, "de facto" çözülemeyecek bir mesele yoktur zaten; güçlünün kararına hukuk denir geçilir...
AKP'nin yordamı bu, "güçlüyüm ve hukuk benim!.." Bunun için parlamento çoğunluğu yanında yeterince hakim ve savcı toparladığı artık kör gözler tarafından bile görülüyor.
AİHM görüşü
Belirtmeye gerek yok ki, İslami başörtüsü yasağı, AİHM tarafından din ve vicdan hürriyetinin kapsadığı "dini ifade özgürlüğü"ne yönelik bir müdahale olarak görülmektedir. Ancak AİHM, açıkça, "Davanın şartlarını ve yerel mahkemelerin kararlarının içeriğini dikkate alarak, (...) itiraz edilen müdahalenin [türban yasağının] öncelikle başkalarının hak ve özgürlükleri ile kamu düzeninin korunmasına yönelik meşru amaçlar taşıdığını -ki, bu taraflar arasında tartışılan bir konu değildir- kabul edebil"diğini yazmıştır.
Leyla Şahin, başvurusunda din ve vicdan hürriyetinin ihlal edildiğini (AİHS 9. Maddesi) ve eğitim hakkından yoksun bırakıldığını ileri sürmekteydi. AİHM Büyük Daire de, ilk daire gibi, nihai kararında, din ve vicdan özgürlüğü ve dini ifade özgürlüğü yönünden getirilen kısıtlamayı, yasağın dayanakları olarak Anayasa Mahkemesi ve İdare Mahkemeleri kararlarında belirtilen "laiklik ve eşitlik" ilkeleri ile bir denge kurulması gereği içinde tartışmış ve mevcut yasağın bu dengeye uygun olduğu kanısına varmıştır:
"Mahkeme [...] Türk Anayasa sisteminde kadın haklarının korunmasına verilen önemi kaydeder [...] Avrupa Mahkemesi tarafından Sözleşme'nin temelini oluşturan anahtar ilkelerden biri ve Avrupa Konseyi'ne üye Devletlerin ulaşması gereken bir hedef olarak tanımlanan cinsiyet eşitliği, Türk Anayasa Mahkemesi tarafından da Anayasa'nın temelinde yatan mutlak bir ilke olarak nitelendirilmiştir...
Dahası, Anayasa Mahkemesi gibi "[...] Mahkeme de, Türkiye bağlamında İslami başörtüsü sorununun değerlendirilmesinde, zorunlu bir dini vecibe gibi takdim edilen veya algılanan böyle bir simgeyi takmanın, onu takmamayı seçenler üzerinde yaratacağı etkinin de göz önüne alınması gerektiğini değerlendirmektedir [...] bahis konusu hususlar, nüfusunun çoğunluğu, kadın haklarına ve laik bir yaşam tarzına kuvvetli bir bağlılık sergilerken İslam inancına da bağlı olan bir ülkede, "diğerlerinin hak ve özgürlüklerinin" ve "kamu düzeninin" korunmasını da içermektedir. Bu alandaki özgürlüğe uygulanan kısıtlamalar, bu sebeple, Türk Mahkemelerinin de belirttiği gibi, özellikle bu dini sembolün Türkiye'de son yıllarda siyasi önem kazanmasından beri [...] yukarıdaki iki yasal amaca [laiklik ve eşitlik] erişmek için bir toplumsal ihtiyacın karşılanması olarak görülebilir [...] Mahkeme, Türkiye'de kendi dini sembollerini ve dini dogmalar üzerine kurulmuş bir toplum kavramını toplumun tümüne empoze etmeye çalışan aşırı siyasi hareketlerin olduğunu gözden kaçırmamıştır [...] Mahkeme, daha önce Taraf Devletlerin Sözleşme hükümlerine uygun olarak bu tür siyasi hareketlere karşı tarihsel deneyimleri dikkate alarak tutum alabileceğini belirtmiştir [...] Söz konusu düzenlemeler, bu bağlamda ele alınmalı ve yukarıda bahsedilen meşru hedeflere ulaşmaya ve üniversitedeki çoğulculuğu korumaya yönelik tedbir niteliğinde olmalıdır."
AİHM, bu müdahale ile eğitim hakkının da -eşitlik ilkesi ile birlikte- ihlal edilmediği kanısındadır. Leyla Şahin kararı okunmadan, bu konuda hukuken söz söylemek mümkün değildir. Onca "yandaş profesör" de bu karar hakkında ciddiye alabileceğimiz tek bir hukuki kritik yazamamıştır. Çünkü karar, aşağıda anlatacağım üzere, çözümü de içinde taşıyan bir karardır.
Başbakan'ın görüşü
Başbakan'ın bırakın AİHM'i de ulemaya sorun minvalinde yaptığı çıkış biliniyor. Başbakan'a göre türban yoktur, İslami başörtüsü vardır ve dini inancı olan her genç kız başörtüsü takmalıdır. Başbakan'ın en değer verdiği fıkıhçının Yeni Şafak Gazetesi'nde her konuda fetva veren Hayrettin Karaman olduğu söyleniyor. Hayrettin Karaman da Başbakan'la aynı görüştedir; "türban bir uydurmadır, İslami kurallara göre başını örten gençlerin başlarına taktığı örtü, başörtüsüdür"; "türban bir simge değildir", "başörtüsü tesettür [İslama göre giyinme] gereğidir".
Şimdi AİHM'in tartıştığı değerlerle, burada dile gelen değerlerin ne ilgisi vardır? Adı ister türban olsun isterse baş örtüsü, isterse başka bir şey, bunun İslami kural gereği örtüldüğü bir kere kabul edildikten sonra, AİHM'in tartıştığı demokratik değerler bakımından bunun üniversiteler içinde takılmasının sorun teşkil etmeyeceğini ileri sürebilecek kim vardır?
Evet, bir cemaat ileri sürüyor, engin hoşgörüleri altında mini etekli kızlara jilet atmayacakları garantisi veriyorlar -"Cezayir gibi olmaz" bu demektir!-. Biliyoruz, Malatya gibi olur!
"De facto" çözüme karşı "de jure" çözüm
YÖK'ün "de facto" çözümü, AİHM kararının korumaya çalıştığı demokratik değerler ve ilkeler bakımından kabul edilebilir değildir. Bu çözüm, açıkça üniversitelerdeki AKP hegemonyasını güçlendirmek üzere "de facto" ortaya atılmıştır. AKP'nin demokratik açılım dediği her açılım, kendi hegemonyasını güçlendirmek üzere tasarlanmış bazı totaliter tasarılardan ibarettir. Türban, üniversiteye dinci erkek ve kadın AKP, SP, MHP ve özellikle BBP militanları eliyle bu "de facto" çözüm içinde alenen yazıyorum "Tanrı'nın bayrağı" olarak sokulacaktır. Bugün Türkiye üniversitelerinin en az ihtiyaç duyduğu şeydir bu... İhtiyaç, akademik, bilimsel ve mali özerkliktir. Türbanlı öğrencilere getirilen müdahalenin, korunması gereken demokratik değerleri gözardı etmeden aşılabilmesi için de ilk önkoşul budur.
De jure çözüm basitçe, Türkiye Cumhuriyeti'nde devletin laik karakterini ortadan kaldıran mevcut Anayasal kurumlar ile zorunlu din derslerinin kaldırılmasından, Alevilerin temel hak eşitliğinin sağlanmasından sonra, türbanla ilgili bir düzenleme yaparak değil, üniversiteler özerkleştirilerek kolaylıkla sağlanabilir.
AİHM Kararı'nın İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'nün düzenlemesini geçerli hukuk sayarken gösterdiği yol budur: Tartştığımız demokratik değerleri güvenceye alın, bu güvenceler sağlandığında, üniversiteler kendi doğrultusunda çözüm üretir.
Benim görüşüm
Ortada bir eğitim hakkı ya da özgürlük tartışması olmadığını daha önce defalarca yazdım:
Üniversiteye kimlerin girip girmeyeceği üniversitenin -üniversite özyönetiminin- meselesidir. Ancak, "türban örtme" teolojik bir tercih, "özgürlük" ise dine karşı kazanılmış Aydınlanma mirası bir tercihtir. Yan yana gelemez. Burada sorun "türbana özgürlük" değil, "üniversitenin özgürlüğü" sorunudur ve devrimci Marksizm, siyasi İslam'ın simgesi olarak "türban talebini" muarız kabul eder. Burada tartışılması gereken "özgürlük Tercihi"nin gerçek sorunu, siyasi İslamcı bu talep değil; YÖK'tür, akademik ve bilimsel özgürlüktür. Hâlâ, "tamam da türban ne olacak" diye soruyorsanız, ... benim yüzüm Benjamin'in çiçeği gibi, geleceği kurmak için parlayan geçmişe, Lenin'e dönüktür: "Bu özgürlük, öncelikle kadınların özgürlüğünü ve sonra radikal devrimci Tercih'imizi sınırlıyor mu, yoksa ona katkıda mı bulunuyor?"
Tartışma bana göre bu bakımdan da siyasal bir tartışmadır ve bu siyasal tartışmanın konusu da demokratik ilke ve değerlerdir. Bir kez daha tekrar ediyorum, tartışma üniversiteye kimin girip girmeyeceği değildir; bu, sadece ve sadece demokratik ve özerk bir üniversite özyönetiminin iç meselesi olabilir. Önce üniversiteleri özerkleştirin, sonra bu sorun zaten çözülecektir. Ama tartışma bu değildir!
Tanrı'nın bayrağı...
Üniversitelerin bugün "de facto" Tanrı'nın bayrağıyla kuşatılmasına, yüzde ellisekizin yarattığı sarhoşlukla bir acclamatio da benden diyerek alkış tutanlar, acclamatio ile gelenlerin, dünya tarihinin hiçbir evresinde ve hiçbir sınıflı toplumda hukukla gitmediklerini; kapitalizmde ise, bu sürecin rejimin birikim sorunlarına ve yönetememe kapasitesine göre acclamatioya katılan kitlelerin aşağıdan terörü ile devlet terörünün birleşerek, faşizm diye analiz edilen kapitalist diktatörlük biçimini, totalitarizmi yarattığını unutmamalıdır.
Çünkü, Tanrı'nın bayrağı altında "sevgi" de, "nefret" de, "hoşgörü" de, "cihat" da hemen hemen aklınıza gelen ve insanın yarattığı her şey vardır. Kilise küresel kapitalizmin içinde yedi canlıdır; Cami ise çoktan küresel kapitalizmde gelişen yeni bağımlılık rejimlerinin aclamatio mekanı olmuştur ama oralarda "gerçek demokrasi"ye yer yoktur. Bugüne kadar olmadı ve bugünden sonra da olmasını beklemek ham bir hayaldir. Elbette, bazı üfürükçü iktisatçılar gibi küresel kapitalizmin insanlığın "güzel" geleceğini kuracağına iman etmemişseniz... Oradan bakınca hakikaten Hayrettin Karaman gibi bir "fakih İmam-ı Azam yolcusu" bile demokrat geliyor insana... Ne diyeyim, "homofobi dinin emri" diyorum, ona da "özgürlük isteyin!"
____________________________________
(*) Acclamatio, özellikle antik Roma'da kamusal bir görüş açıklama biçimiydi, insanlar, onayladıklarını ya da onaylamadıklarını, katıldıklarını ya da katılmadıklarını bu yolla ifade ediyorlardı. En bilinen şekli dinmeyen bir alkış oluyordu; Mussolini iktidara yürürken faşoların terörüyle güç bulan acclamatio bir selam biçimi olmuştu; Hitler iktidara yürürken de aynı yoldan geldi, aşağıdakiler bir örnek giyiniyor ve kamusal gösteriye dönüşen selamlar kullanıyor, SA'lar sadece terör estirmiyor sokaklarda bandolarla ve gamalı haçlı bayraklarla dolaşıyordu. Hitler bir seçim sonunda çoğunluğu aldı ama hükümet kuramadı. Ama acclamatio "Heil Hitler" o hali almıştı ki, sermaye de razı olunca zamanın Almanya Devlet Başkanı onu Şansöyle olarak atamak zorunda kaldı; çünkü Carl Schmitt gibi hukukçular Alman kamu hukukunun yeni kurum ve ilkeleri vardır, o da politik liderlik ve acclamatiodur diye yazıyordu; Göebbels etkili bir Nazi Partisi basını kurmuştu; Heidegger yeni üniversiteyi selamlıyordu; kiliseler bayram ediyordu!.. Politik liderlik, acclamatiodan aldığı güçle Kasım seçimleri ile oluşan Parlamento'yu (Reichstag) feshetti ve bir daha toplanamadı. Sonrasını siz biliyorsunuz ve ben de emin olun biliyorum bunlar çok eski hikayeler: Türkiye'de "türban isteriz!" acclamatiosu camilerde çoktan yerini almıştı, medyada aldı gidiyor, şimdi Tanrı'nın bayrağı olarak "de facto" üniversitelere giriyor... İçimden bir ses "sus" diyor ama gene de cesaret ediyorum; birileri bir yere "de facto" girerse, diğerleri "de jure" oradan sürülür!