2008’in ilk günlerinden itibaren başta ABD’de olmak üzere, mortgage gibi krizi erteleme yöntemlerinin bizzat kendisi ertelenemez bir kriz haline geldi.
Küreselleşmenin etkilerinin, az gelişmiş ülkelerdeki ücretlerin aşağı çekilmesiyle kalmayacağı, metropol ülkelerde de halkın yaşama düzeyine ve geçmiş kazanımlarına da yansıyacağı, bu zincirleme etkinin ekonomide giderek bir durgunluğa sebep olacağı belirtilmişti. Çin, 2007'de yüzde 11,6 büyüme yaşarken, ABD ekonomisinin sadece yüzde 2-2,5 gibi bir gelişme göstermesi, hatta enflasyonla beraber düşünüldüğünde daralma anlamına gelecek bir sınırda kalması, yaşanacakların 2007 yılının yaz aylarından itibaren habercisiydi.
Kaldı ki, ABD Merkez Bankası’nın iç pazarı genişletme amacına yönelik faizleri düşürmesinin dışında bir alternatif üretememiş olması, gelişmelerin küresel anlamda bir daralmaya, krize yol açmasının engellenebilmesinin mümkün olmadığının da göstergesiydi. Gerçekte bu, özelde mortgage'ın değil sistemin tıkanmasıydı.
Geçmiş yılda faizleri bu hızla düşürmenin, belki uluslararası sermayenin yeni bir yatırım alanı olarak ABD'yi görmesi nedeniyle nispeten krizi bugünlere erteleyici etkisi oldu. Bu durum, dünya borsalarındaki çöküşü biraz yavaşlattı ama krizi engelleyemedi. Özellikle 2008’in yaz aylarına doğru krizin AB ülkelerinin finans sektörünü de kapsayarak genişleyeceği ve derinleşeceği varsayılıyor.
Taraflar belirlenirken
Krizin, dış ticaret açığı yaşayan ülkelerden ilk akla gelen Türkiye ve Güney Afrika Birliği’nde çok daha yıkıcı etkiler yaratmasına kesin gözüyle bakılıyor. Türkiye ayrıca bu krizi derinleştirebilecek pek çok potansiyel sorunla kuşatılmış durumda. Örneğin, Türkiye’nin dış ticaret hacminde önemli bir yer tutan Irak’ta olası değişim dalgasının Türkiye’ye yapısal etkileri, AB süreci, Kürt sorunu, Ege sorunu, Kıbrıs sorunu, bir bütün halinde bölgesel sorunlara kadar pek çok faktörün krizi artırıcı etkisi biliniyor.
Aynı süreçte ülkenin siyasal grafiğinde de ciddi dalgalanmalar beklenmelidir. Küreselleşmeye endeksli iç çelişmeler, giderek büyüyen bir gerilme potansiyeli taşımaktadır. Geçmiş yaz döneminde kendi ihtiyaçlarına halkı yedekleyerek geniş kitlesel gösterilere yol açan egemenler içerisindeki farklı eğilimlerin, kendi talepleri doğrultusunda mücadelelerini daha da radikalleştirecekleri biliniyor. Taraflar; bir yandan Yargıtay, Anayasa Mahkemesi, Üniversitelerarası Kurul vb. üst düzey kurumlardan ve öğretim üyelerinin tepkileri ile, diğer yandan AKP-MHP ittifakına DTP’nin ve liberal solcuların yedeklenmesiyle sessiz ve derinden şekilleniyor.
ABD krizinden türbana giden yol haritamız...
Bir ölçüt: SSGSS
ABD’nin uzunca süredir yürüttüğü BOP projesi kapsamında öne çıkarılan AKP’nin temsil etmiş olduğu sınıf ve katmanların talepleri doğrultusunda hazırlanan Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasası gibi uygulamalar, önümüzdeki dönemde görünenden çok daha fazla bir muhalefetin oluşmasını beraberinde getirecektir.
Hiçbir siyasal iktidarın çıkarmaya cesaret edemediği bu yasa, ülkemizdeki dengeleri altüst edebilecek ve geniş bir toplumsal muhalefeti harekete geçirebilecek kadar önemli bir yasadır. Bu yasanın siyasi anlamda nelere yol açabileceğini AKP de çok iyi biliyor.
Bugüne dek, ciddi bir karşı duruşun olmaması, toplumsal muhalefetin kitleselleşememesi, saldırgan politikalarıyla pervasızca hareket etmede AKP’yi cesaretlendirmekteydi. Ancak önümüzdeki süreçte AKP’nin işinin bu denli kolay olacağı söylenemez. AKP’nin açmazları bunlarla da sınırlı değil. Geçmiş dönemde ülkeye giren sıcak paranın, uluslararası konjonktür gereği önünde ciddi engeller var artık.
AKP'ye "nasip olan"
Yabancı sermayenin yoğun bir şekilde Türkiye’ye yönelmesi için; faktörlerden en önemlisi olan iş gücü maliyetinin düşürülmesi konusunda Türkiye’nin sağladığı kolaylıkların, en yakın rakibi olan ülkeler kadar olması gerekmektedir.
Bu çerçevede, uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda emekli maaşlarının düşürülmesi, kıdem tazminatının sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması, sosyal güvenlik sisteminin yeniden şekillendirilmesi gibi talepler dayatıldı. Bu talepleri karşılamak hem AKP’nin varlık gerekçesi hem de kapitalist ilişkilerin sürdürülebilmesinin zorunlu koşuludur. Yeni sömürge sürecinin bu aşamasını yasalaştırmak AKP’ye nasip olmuştur.
Krizi manipüle etmek AKP için tercih değil, bir zorunluluk
Ataerkil kültürün kadın bedenine yansımış bir simgesi olduğunu düşündüğüm türbanın çekiştirilerek fırsatçı manevra uzmanlarınca kendi araçları haline getirmeleri durumu, tümüyle yalın inançsal anlamıyla takılan başörtüsü algılayışına da darbe vurmuştur. Aslında, kısa vadeli kazanımlar adına pragmatist yaklaşmayan, kendini kullandırmayan ve başörtüsünü araçlaştırmayan insanların herkesten çok söyleyeceği sözleri olmalı..
AKP, Sosyal Güvenlik Yasası ve diğer taleplerin kendi iktidarları tarafından gerçekleştirilmesi sonucunda, bugüne kadar AKP’ye oy vermiş çalışan kesimler de dahil olmak üzere çıkarları zedelenen geniş halk yığınlarının bir blok olarak karşı tavır geliştirmesinin doğal bir sonuç olduğunu biliyor.
Ayrıca, ekonomik ve sosyal yaşam düzeylerindeki büyük gerilemeler, Türkiye’yi yeni bir şekillenmeye doğru taşıyacak.
İstikrar sembolü olarak gösterilen AKP, bu avantajını yitirme aşamasında. İşte bu noktada, AKP güçlü muhalefet bloğunun yerine, kendi istediği doğrultuda ve zeminde bir kutuplaşmanın olmasını sağlamaya çalışıyor.
Çalışan kesimin içerisinde suni ayrımlar yaratarak, uzun vadede oluşacak muhalefeti parçalamaya çalışmakta. Türban, böyle bir tercihin sonucu olarak ısıtılıp gündeme sokulmuştur.
Yeniden ısıtılma
Türban, daha önce de olduğu gibi ülkenin bir numaralı sorunu ya da talebiymiş gibi yeniden ısıtılıyor. Öznelerin ihtiyacı olan AKP-MHP ittifakı, yoksulların daha da yoksullaşmasını örten gerilimlerden kazançlı çıkmayı hedefliyor.
AKP, aralarında sadece biçimsel farklar olan MHP’yi yanına çekerek muhalefeti onun dışında olan kesimle sınırlamayı amaçlamaktadır. İlgiyi türbana çekip temel gündem maddelerini gölgede bırakanlarca, türbanın ötesinde çok daha kapsamlı bir uzlaşma öngörülerek adımlar atılıyor.
ABD krizinin dümen suyunda alınan kimi kararlara ABD ile mesafesi daralan DTP’nin de doğal olarak destek vermesiyle, parlamentonun dörtte üçünü kapsayan bir ittifak ortaya çıkıyor.
Bu halkaya, DTP’nin etki alanında olan kimi sol yapıları, sistemle çoktandır sorunsuz yaşamayı tercih eden bazı “aydınlar”ı ve 1990 tecrübelerinden ders almayanları eklediğimizde, sistemin olası krize ne derece hazırlık yaptığı görülebilecektir. 3 yanlışın bir doğruyu götürdüğü sınavlardan geçemeyenlerin “patinaj siyaseti”, öznelerin ihtiyaçları üzerinden tarihsel misyonlarını yeniden türetmiş durumda. Ama 3 eğri 1 doğru yapmadı hiçbir zaman.
Sermayenin darbeye ihtiyacı yok
Son bir yıldır toplum “Darbe mi, şeriat mı?” dayatması içindeyken; bu tercihlerin tamamen suni olduğunu, sermayenin henüz darbeye ihtiyacı olmadığını, birkaç hava deliği açılmış da olsa zaten darbe koşullarında yaşadığımızı, biriken tepkiyi manipüle edip sisteme muhalefetsiz bir toplum oluşturarak kutuplaşmayı kendi istedikleri zeminde yarattıklarını söylemek gerek.
Bugünün bilgileriyle 28 yıl öncesine kısaca göz attığımızda; 24 Ocak kararlarını hayata geçirmek için muhalefetsiz/örgütsüz bir toplum gerekliydi. Toplumsal muhalefeti ABD patentli bir darbe aracılığıyla ortadan kaldırdıktan sonra, ilk iş olarak Türk-İslam sentezi enjekte edildi toplumun her kesimine.
Bu sentezin sözcüleri okul, yurt, ticaret, siyaset, vb. her alanda her yönden desteklendi.
“Özgürlük” maskesi altında salt kendisiyle sınırlı talepleri olan AKP-MHP ittifakını destekleyen her eğilim, sivil darbenin duvarlarının –sadece- bir tuğlası olmaktan öteye geçemeyecek.
Esas ayrışmanın türban karşıtları ya da türbanı savunanlar arasında değil; küreselleşme yandaşları ve bu yandaşlıktan beklentileri olanlarla yabancı sermayenin ileri atakları karşısında tekelci ulusal sermayenin yanında yer alanlar arasında olduğu gözlemlenebilecektir. Bunun bir ayağı AKP ve yedeklemeleri ise, diğer ayağı da CHP ve ulusal yedeklemeleri.
Önce türbanı bir “sorun” olarak kabullendirme kazanımını elde eden sonrasında da kendi çözümünü dayatan AKP’nin türban manevrası, kimi demokratik bilinen kesimlerce kişisel hak ve özgürlükler kapsamında demokratik bir talep gibi değerlendirilip desteklenebiliyor.
Kendini ifade etme kanalları tıkananların simgeleştirdiği türbanın arkasındaki ideolojik düzlem, hayatın her alanında tarikatların ve gericiliğin hakimiyetini öne çıkaran bir niteliği olduğu için, bu kriz sürecinde öne çıkarılan bu simge gericiliği güçlendirmekte.
Demokratikleşme bütündür
Nice bedellerle geliştirilmeye çalışılan demokratikleşme süreci, kişisel hak ve özgürlüklerden inanç özgürlüğüne, fikir özgürlüğünden örgütlenmeye kadar tepeden tırnağa bir bütünlük arz eder. Tüm yönleriyle yakıcı bir ihtiyaç olan demokratikleşmenin bütünlüğünü yok sayıp, salt türban talebini öne çıkarmak, gerçek bir demokratikleşmenin önünü tıkamaya hizmet eder. Bu nedenle, önce zorlama yorumlarla akılcılaştırılıp sonrasında da desteklenmesi doğru değil.
Demokratikleşme sürecinin gerçek yapıcıları; ne çevre sorununu ne kadın sorununu ne Kürt sorununu ne de inanç özgürlüğünü soyutlanmış tekil bir olgu olarak görmezler. Birinin diğerini yadsımadığı ya da geriletmediği, destekleyerek tamamladığı bir toplam olarak ele alırlar. Bu nedenle, demokratik hareketlerin etkisiz duruşları muhalefet alanını başka birine bırakmanın ötesinde, angaje aşamasında olmamalıdır.
Üretim ilişkileri/ekonomik koşullar olarak bilinen altyapı kurumlarındaki değişimlerin, aile, devlet, gelenek gibi üstyapı kurumlarını belirlediğini ve aynı zamanda üst yapı kurumlarının da altyapı kurumlarını etkilediğini bilen herkes, yukarıda anılan sistemin tıkanması düzeyindeki krizin, türban gibi konulara nasıl şekil verdiğini de görebilecektir. (VD/TK)