Eskiden hapishaneler şehirlerin içinde olurdu, merkezi yerlerde; Buca gibi, Ulucanlar gibi… Sonraları hapishanelerin adı katliamlarla anılmaya başlandı. Tarih 90’lardı ve ben yine tutsaktım. 1992’de girdiğim Buca Hapishanesi’nde bir katliama tanık oldum 21 Eylül 1995’te. Ankara Ulucanlar Cezaevi katliamından sonra, boşaltılan Buca’dan Uşak Hapishanesi’ne gönderildim. Orada ise Türkiye hapishaneler tarihinin en kanlı ve can yakıcı zamanını, 19 Aralık 2000 katliamını yaşadım. Ardından yüzlerce tutsağın can verdiği, bir o kadarının da sakat kaldığı ölüm orucu süresi…
Tecrite, F tipi hapishanelere karşı başlatılan ölüm orucuna 6. ekipte katıldım ve 240 günlük açlık sonucu adli tıp raporuyla -on yıllık tutsaklıktan sonra- tahliye edildim. Ölüm orucundan kaynaklı, bedenimde ağır ve kalıcı hasarlar oluşmuştu. Sene 2002’ydi ve ölüm orucuna katılan tutsakların cezaları 399. maddeyle altı aylığına erteleniyordu. Bu altı aylık süre dolunca tekrar adli tıp heyetine çıkıyorduk ve bir altı ay daha erteleniyordu cezalar. Üçüncü kez heyete çıktığımda Nur Bilgen başkanlığındaki adli tıp heyeti bana kalıcı Wernicke Korsakoff hastalığı teşhisi koydu ve benim için “cezaevinde yatamaz, tedavi edilemez” içerikli bir rapor düzenledi. Kalan ceza süresiz ertelenmiş, yanı sıra dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e af talebinde bulunmam da salık verilmişti heyet tarafından.
İşte her şey o zaman başladı. Affa başvurmadım; zira affedilecek bir şey yaptığımı düşünmüyordum. Kalıcı sakatlıklar taşıyan, olmadık acı ve eziyetlere maruz kalan bendim sonuçta. Hukuksuzluklarla dolu bir dosya ve sadece ilkine çıkartılıp sonra gıyabımda görülen duruşmalarla MGK iktidarının mahkemesi DGM tarafından 30 yıl gibi astronomik bir cezaya çarptırılan da bendim, sistematik işkenceler gören (elektrik, askı, dayak… ), savunma hakkı gasp edilen de bendim.
Bir süre sonra ülkedeki politik iklimin değişmesiyle benim gibi arkadaşlar için tekrar tutuklama kararları çıkartıldı; affa başvurup “affedilenler” gündem dışıydı elbette. Bu tutuklama kararlarına avukatlarım karşı çıkarak üçüncü adli tıp raporundaki “tedavi olamaz, iyileşemez” ibaresi üzerinden AİHM’e başvurdular. Talebimiz AİHM tarafından olumlu bulundu ve benim de içinde olduğum arkadaşların tutuklama kararları kaldırıldı.
Aynı zamanda Şebnem Korur Fincancı ve Gencay Gürsoy hocaların etik tutumuyla çelişkili raporlar düzenleyen adli tıp kurumu başkanı Nur Birgen disiplin cezasına çarptırıldı. İşte o günlerden bugüne aradan on beş yıl geçti. Bu on beş yılda sıfırdan başlayarak yeni bir hayat kurdum, tedavi olmaya çalıştım, tırnaklarımla kazıyarak bir düzen inşa ettim, diyebilirim. Radikal ve Milliyet Sanat’ta yazılarım yayımlandı, Özgür Gündem’de kültür /sanat editörlüğü yaptım. En son olarak da Kıvılcım Ajans’taki görevimde Halkbank Kültür Sanat sitesinde editörlük ve yazarlık yapmaktaydım. Ve nihayetinde 28/04/2016 ‘da Ankara Film Festivali’ni takip edip izlemek amacıyla İstanbul’dan Ankara’ya doğru yola çıktım, lakin festivale değil Sincan Hapishanesi’ne geliverdim, daha doğrusu getirildim.
“Dava İnsanı” Patti Smith
Bindiğim otobüsün Ankara girişinde çevrilmesiyle birlikte arandığımı öğrendiğim yetmiyormuş gibi, Jitem ve Terörle Mücadele görevlilerinin yirmi dört yıl önceki dosyama gösterdikleri karşı “aşırı” ilgiyi gözlemledim. Yok kardeşim, bu ülkede dosyalar asla kapanmıyormuş; zaman aşımı da neymiş, daha icat edilmemişti o!
Öyle enteresandı ki yaşananlar; kendi açık kimliği üzerinde bulunan, SSK kaydı, ikametgâhı, sağlık kayıtları ortada olan bana “örgüt lideri”, “dava insanı” gibi sıfatlar dahi takıyorlardı laf arasında. Hele çantamda bulunan Patti Smith M Treni adlı kitabını “bakabilir miyiz?” kibarlığıyla isteyip, okurken altını çizdiğim satırlar için “Aslı Hanım, tam bir dava insanının altını çizeceği yerleri çizmişsiniz,” diyen Jitem’ci genci unutamam. “Patti Smith’i tanıyor musunuz? Artık işe sizi mi alıyorlar?” diye sorduğumda aldığım yanıt daha ilginçti: “Hayır, tanımıyorum, ama görülüyor ki o da tam bir dava insanı”!!!
Böylesi trajikomik vakalar ve anılarla dolu kendi hikâyemi yazmakla meşgulüm şu sıralar. Belki karşınıza bir kitap olarak çıkacak bunlar, belki de vazgeçeceğim bu plandan. Lakin şimdilik yazıyorum. On yıllık bir tutsaklıktan sonra adli tıp raporları ve AİHM kararlarıyla son verilen tutukluluğum tekrar gündeme gelmişti. Muhtemelen çözüm sürecinin bitmesiyle yeniden yapılandırılan hukuki düzenlemeler kapsamında lehime olan kararlar iptal edilmiş, UYAP’a “aranıyor” olarak hakkımda kayıt düşülmüştü. Tekrar tutuklanmam gerekiyordu. Bakınız ben neymişim, yat yat bitmeyecekmiş benim “cezam”… Sonuçta ve maalesef tutuklanarak Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’ne getirildim.
Survivor Sincan
Artık cezaevleri şehirlerin içlerinde değildi. Sincan Kadın Kapalı Cezaevi, neredeyse üniversite kampüsü gibi bir yerleşke içinde bulunuyordu. 90’lardan bu yana çok şey değişmiş, yüksek güvenlikli, akvaryum misali bir kafese getirilmiş, kapatılmıştım. Tutuklandığımdan bu yana, Survivor Sincan, Sincan AVM, Sincan Çıkmazı gibi isimler taktım buraya.
Öte yandan bu gelişme, geçmiş travmalarımı da geri çağırarak ruhumu rahat bırakmayacaktı. Nitekim öyle de oldu. Ben de ekseriyetle yaptığım gibi kendi acımdan kafamı kaldırıp çevreme bakmak istedim ve Sincan’ın kadınlarını gördüm, her yaşta, her “suçtan”, türlü dramları ve öyküleri yaşamlarında barındıran kadınları.
Bağımsız bir siyasi tutsak olduğumdan ve Sincan Cezaevi’nde bağımsız siyasi koğuş ben geldiğim sırada henüz bulunmadığından, ilk birkaç günümü adli tutsakların bulunduğu koğuşlarda geçirmek zorunda kaldım. Onları izlerken gördüklerim hayatın ta kendisi, yaşamın en dip noktasıydı sanki. Hatta dışarıdaki yaşamımı adeta bir kavanoz içinde geçirdiğimi, asıl hayatın bu kadınların arasında akıp gittiğini şaşkınlıkla idrak ettiğim zamanlar da oldu. Merak, sahiplenme ve yardım etme isteği ile tanıdım, dinledim, izledim onları. Sevdiklerim de oldu, uzak durduklarım da… Çok yabancısı olduğum bir dünyanın kapıları açılmıştı sanki. Bağımsız siyasi koğuş açıldığındaysa (I-2) çeşitli davalardan kadınlarla aynı koğuşta bir araya geldik. Yeni dostluklar, asla unutamayacağım anılar karıştı hayatıma.
Sincan’da tanıdığım kadınları size de tanıtmak istedim. İşte burada yer alacak kadın portreleri, bu isteğin ürünü oldu. Adli-siyasi ayrımı yapmadan, onların da onaylarını alarak yazdım hikâyelerini. Ancak belirtmem gerekir ki; aslında on kadından oluşacaktı bu portreler. Lakin kısa sürelerde yan yana gelebildiğim üç kadına, cezaevi içinde “iç posta” adı verilen mektuplarım bir türlü “ulaşmadığı” için onlardan onay alamadım ve maalesef öykülerini bu çalışmadan çıkarmak durumunda kaldım.
Çocuklu kadınlar, çocuklarından ayrı düşmüş kadınlar, eşlerinden dayak yiyen kadınlar, barış isteyen kadınlar, üniversite öğrencileri, mesnetsiz yere tüm ülkeye “canlı bomba” olarak teşhir edilen kadınlar. İşte portreler bu kadınlardan oluşuyor.
Kim Suçlu, Kim Suçsuz?
Burada yer alan kadınlardan çok daha fazlasını tanıdım Sincan’da. Adli kadın tutsaklar bana sürekli suç kavramını sorgulattı. Dışarıda tanıdığım, “büyük kötülükler” için uygun bir fırsat kollarken, küçük kötücüllüklerini her gün topluma sunan sayısız insan geldi aklıma. Kıyasladım elbette: Kim daha suçluydu; eyleme geçen mi, kötülük için fırsat kollayarak kendini gizleyen mi? Yerleşik hukukun “suçlu-suçsuz” ayrımı her şeyi açıklayabilir miydi?
Yeryüzünün ilk katili Kabil, derin pişmanlığıyla ile kendini yenilediğinde, Schopenhauer’ın dediği gibi, kimseyi öldürmediği halde sürekli beyninde, ruhunda kötücüllük ve sinsi fikirler taşıyıp büyüten çoğu insandan daha masum değil miydi? Kuşkusuz öyleydi. İtiraf ediyorum; bu kıyaslamanın sonucunda dışarda tanımak zorunda kaldığım ve tanıdıkça insanlıktan soğuduklarımı, buradaki kadınların çoğundan daha “suçlu” buldum. Halen de öyle düşünüyorum.
“Terör, Terörist, Terör, Terörist…”
Siyasi kadınlara 90’ lardaki gibi “siyasi” denmiyordu. Cezaevine her ne için getirilirsek getirilelim adımız toptan “terör” idi. Oysa ki “terör” yaftasıyla ve çeşitli örgütlere üyelik iddialarıyla dava açılıp tutuklanan kadınların çoğu ya bir basın açıklamasına katılmıştı ya da üniversite forumlarına.
“Suçu” legal bir partinin üyesi olmak olanlar da vardı içlerinde, barış çadırına gidip barış istediği için ceza alanlar da… Eğer “terör”ün tanımı halkı yıldırmak, korkutmak, toplumda infial ve dehşet uyandırmak ise hala, bu kadınlar legal/yasal etkinliklere katılarak bunu nasıl başarmıştı? Hayır, bu kadınlar da tıpkı benim gibi “terörist” değillerdi. Sorun tam tamına hukuk ile adalet arasındaki derin farktan ve adalet çıkmazından kaynaklanıyordu. Hal böyleyken ülkemizde fütursuz ve cömertçe “terör” ve “terörist” sıfatları dağıtılmaktaydı herkese ve her kesime. Bu açıdan Sincan Çıkmazı, aynı zamanda bir adalet çıkmazıydı benim baktığım yerden.
Sizlerin Sincan’ın kadınlarıyla empati kuracağınıza ve onlarla mutlaka kendinizden bir şeyler bulacağınıza inanıyorum. Unutmayın; Türkiye hapishaneleri bu kadınlarla dolu. Elbette bana kalsa tüm hapishaneleri kaldırırım, “yasaklarım”, olmadı boşaltırım. Lakin şu anda elimden gelen bu. Yüreğimden gelenler, geçenlerse çok daha fazlası. Sizleri Sincan’ın kadınlarıyla tanıştırmadan önce son olarak üç kısa not düşmek istiyorum buraya:
* Portrelerini yazdığım yedi kadın kendi hikâyelerini bizzat anlattı. Farklı bir kaynaktan faydalanma imkânım olamadı. Yayımlanmasını istemedikleri olay ve isimlere yer vermedim, yazıları onların onayı doğrultusunda hazırladım.
*Tüm yazıları tek kişilik odamda, yatağın üzerinde, geceleri kağıt kâlemle yazdım. Yazıları temize çektikten sonra son dizgiyi Çiçek Ağırman yaptı. “Doktor yazısı” diye tabir edilen yazımı çözebildiği, tek bir hata için tüm sayfayı baştan yazma/yazdırma huysuzluğumu çektiği için Çiço’ma teşekkür ederim.
İlk portre Ş. ve Kuzusu
Ş. hırsızlıktan gelmiş Sincan’a. Urfalı. Kızı E., pembe kavanoz dipli gözlüklerinin ardından, merceklerden kocaman olmuş gözleriyle bakıyor “dünyaya”. Geçici olarak gitmiştim onların kaldığı koğuşa ve kapıdan ilk girdiğimde dikkatimi çeken ana kız oldu. Hemen diyalog kuramadım onlarla. Zaten bir gün sonra Ş. odama gelecekti, hikâyesini de o zaman öğrenecektim.
Küçük çocuklar “kreş” adı verilen bölüme gönderiliyor gündüzleri Sincan’da. Açık görüşü orada yaptığımız için gördüğüm kadarıyla bir kaydırak ve birkaç oyuncak var kreşte. Önemlisi kapısından küçük bir bahçeye de çıkılıyor, orada da salıncaklar… Ş., kızı ile birlikte kreşe gitmişti o gün.
Kreş sonrası hırsızlık yaptığı gerekçesiyle hakkında tutanak tutulmuş, ağlıyordu. “Hırsızlık yaptın mı?” diye sordum. “Yapmadım abla” dedi. Üstünü aramışlar, iki tükenmez kalem çıkmış, buymuş hırsızlığı. Şaşkınlık içinde aslında biraz da kendi kendime söyledim: “Velev ki kalem çaldı, bu hırsızlık mıdır? Ne güzel hırsızlık! Kalem çalmış yazmak için. Sevinmek gerekmez mi buna?” “Hayır, onu da çalmadım, abla” dedi Ş. “E.’nin elinde kalmışlar fark etmemişim. Üstümüz aranınca aklıma geldi.” İnandım ona. Ş. ağlamaya başladı sonra. İçim paramparça oldu. Esmer, koca gözlü, tatlı yüzlü bir kadındı, yaşını sormak gelmedi aklıma. E.’yi kucağıma aldım. “Burada eğitim görüyor” dedi annesi. Şekiller öğreniyormuş. Aklıma bir tanem, arkadaşım Bengü ve eğittiği engelli çocuklar geldi. O da çocuklara renkleri nasıl öğrettiğini anlatmıştı bana. İlgiyle dinlemiştim.
E.’ye kare, üçgen, yıldız ve daire çizdim bir kâğıda. “Hangisi kare?” diye sordum; buldu. Ardından daire, yıldız ve üçgeni de…Sonra ağız, burun ve kulakları buldu yüzümde. Odada bisküvi vardı, cezaevinde büyük “lüks” tabii, onu ikram ettim Ş. ve E.’ye.
E. 4 yaşında ve yüzde 61 gelişim geriliği var. 1 yaşındayken yarık damaktan kaynaklı ameliyat olmuş ve sağ kulağı tam duymuyor. Gözlerinde ise ileri derecede miyop ve astigmat mevcut. Annesi bunları anlatırken ağlıyor. Ben tırnaklarımı elime geçiriyorum. E. neden burada? Benim iki günde küfrün bin bir türünü öğrendiğim, uyuşturucu konusunda doktora yapacak kadar bilgi sahibi olduğum (şikâyetçi değilim, hayat işte) bu ortamda E.’nin ne işi var? Belki buna engel olamayız, doğrusu annesinin yanında olmasıdır, lakin bu koğuşta mı kalmalı? Bu düşünceler beynime üşüşüyor, engel olamıyor, ara çözümler düşünüyorum. Biraz sonra odaya, koğuşa ilk geldiğimde dikkatimi geçen, güzelliği ve sakinliği ile öne çıkan Serap girdi izin alarak. Oturduk kahve içtik, dertleştik birlikte. Sonra birden Ş. ondan bir süre odadan dışarı çıkmasını rica etti. Serap çıktıktan sonra hikâyenin tamamı belirginleşti. Ş. elimi tuttu:
- Abla geçmişte ben kötü bir saldırı yaşadım. E. bu yüzden gelişim geriliği taşıyor. Yaşı doldu, 4 oldu. İdare onu dışarı göndermek istiyor ama ben göndermek istemiyorum. Ya onunda başına aynı şey gelirse? Ne olur bir şeyler yap, burada kalsın.
- Peki ama Ş. burası E. için ne kadar güvenilir? Bu yaştaki bir çocuk; hırsızlık, küfür ve uyuşturucuya dair ne varsa duyuyor. Yanında sigara içiliyor. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.
Burada tamamını anlatamayacağım hikâye beni ürpertmişti. Ellerimi artık yara yapacaktım, içimdeki yara kanıyordu zaten. E. nereye gidebilir? “Bir başka koğuş olsa” dedim, “ya da bu büyük yerleşkenin içinde müstakil bir bina sadece çocuklu kadınlar kalsa”. Eve benzese daha çok. Çocuklar suçsuz yere suçlu gibi hissetmese. Güvenliği sağlansa ve bahçeli, oyun parklı müstakil bir bölümde kalsa bu kadınlar. Çocukların yanında sigara içilmese, küfür edilmese, hapishanede olduklarını hissetmeseler çocuklar ve annelerine de eğitim verilse. Avrupa’da uygulandığını duymuştum bu sistemin, hem hapishanede çocuklarıyla yatan hem de çocuklarını dışarıda bırakmış, onlarla görüş günlerinde buluşan kadınlar için kafamda bu düşünceler karşımda çırılçıplak ve acıtıcı Ş.’nin hikâyesi vardı. Para yatmıyormuş ona, E. için özel besinler; süt, yoğurt vb. veriliyormuş idare tarafından. Hatta daha önce kaldığı bir hapishanede tutsak bir kadın gizli gizli E.’nin sütlerini içermiş. Gizlenmiş, pusuya yatmış bir gün Ş. ve E.’nin sütlerini içen kadını yakalamış. Eline geçen parayla kızına kantinden bir şeyler alsa da, eline para geçmiyor pek, sorunun bir tanesi de bu.
TRT Belgesel’den gelmişler geçenlerde. Bir belgesel çekiyorlarmış, hapishanedeki çocuklu kadınlar ile ilgili. Ş. ve E.’yi de çekmişler. Bir de hesabına 100 TL yatırmışlar. Başka da yardım yok. Yine geçenlerde hapishaneyi ziyaret eden bir heyet, küçük bir meblağ yatırmış ona. Bu vicdan rahatlatıcı jestlerden maalesef ki hiçbir sorunu çözmüyor. Üç numaraya vurulmuş saçlarını okşadım E.’nin.
Ş. anlatmaya devam etti. Urfalı ve Kürt olduğu için bir ara PKK koğuşunda bir kadın ona iç posta (cezaevi içinde koğuşlar arası yazışmalara iç posta deniyor) göndermiş ve ihtiyaçlarını sormuş. Ş. de yazmış. Lakin sonra idare “teröristlerle yazışmaması” konusunda uyarmış Ş.’yi. O da iç posta yazmayı bırakmış tabii. Kısaca para yok ama sorun çok. Uzun vadede bu çocukların, çocuklu kadınların ayrı bölümlerde kalmaları, parasız olanlara aylık iaşe bağlanması ve çocuklarla beraber annelerin de eğitim görmesi şart, lakin kısa vadede Ş. ve E.’ye bu alanda faaliyet gösteren kurum veya kişilerin düzenli yardım göndermeleri, ilgilenmeleri elzem. İşte bunu gündeminize alınız mümkünse. Hayırseverlik ve vicdan sağaltan jestlerden ziyade bir sorumluluk olarak hem de.
Ş. ve minik E.’nin trajik hikâyesi böyle. Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde E Blok’ta kalmaktalar halen. (AG/NV)
Sincan'dan Kadın Portreleri yazı dizisi