Bir çocuğumuz oldu, engelli bir çocuk. Hikayesi trajik ama adı komik.
Velev ki Sincan Cezaevi Kampüsü üzerinde uçan bir güvercinsiniz. Şansınız yaver gitmedi, doğrusu insan eliyle katledilen şansınız. İnsanlığın doğa katliamının rutin bir hedefi oldunuz. Yapış yapış, tüylerinizi, katran gibi kaplayan bir kimyasal maddenin içine düşüverdiniz. Tüm bedeniniz, tekmil tüyleriniz bulandı bu yapışkanlığa uçamadınız sonra. Birkaç defa kanat çırpabileceksiniz en fazla.
Ne yapardınız? Ben biliyorum: “Milyon tane” koğuşu, havalandırmayı, tabutu aşıp illa ki gelir, bizim havalandırmaya sığınırdınız. Tavuk da böyle yaptı. Bu da bizim “şansımız” işte!
10 Haziran sabahı, Çiçek özgürlüğüne kavuştuktan, ben iyice yalnızlaştıktan bir gün sonra havalandırmada bitivermiş. “-miş” diyorum çünkü kızlar önce bana söylemedi. Avuçlarımda ölen Minnoş güvercinden sonra çok içlenmiş, “neden geldi, burada öldü” ye fazlasıyla takılmıştım.
Sonuçta organize bir çabayla Tavuk benden gizlendi. Ama uzun süre gizli kalamazdı tabii bu minicik mekanda. Öğleden sonra gördüm onu. Karşılaştığımızda havalandırmada “koşuyordu”. Bizim kızlar da peşinden… Başı Damla çekiyordu. Maksat, Tavuk uçsun. Tavuk uçmadı. Ama şükür yemek yiyor, su içiyordu. Yarası beresi de yoktu. “Ölmez bu” dedik, dedim sevinçle. Ve fakat engelliydi. Güvercin soyundan bir tavuk işte. Çırpıyordu kanatlarını, 2-3 cm yükseliyorrr… derken sonra yine koşar adım… Adını Tavuk koyduk bu yüzden.
Ne yapacağız biz Tavuk’la? Sığınmışı, çaresizi geri çevirmeyeceğimize göre…
Fikirler atıldı ortaya: “Yıkayalım, yapışkan madde geçince uçar belki”. Makuldü. Sabunlu sular hazırlandı. Leğende yıkandı Tavuk. Fakat nafile; çıkmadı o lanet kimyasal gövdesinden, tüylerinden. “Kurusun” dedik; “Kurusun, sonra yine yıkarız, bebe şampuanıyla bu sefer…”
Havalandırma kapanınca içeri girdi bizimle. Yadırgadı yerini, bizi. Hangimizi görse öte yana kaçıyor, nereye gideceğini, saklanacağını şaşırıyor, bocalıyor, ürküyordu. Yürek dayanmaz bu hallerine. Bahar’ın odasında bir “sığınak” yaptık ona; yemeği, suyu, oynaması için ilaç kutuları… Nedense çok sevdi orayı. Bizden uzak kuytu diye olsa gerek. Bu defa da bizden kaçıp oraya sığındı. Kutularıyla oynadı, suyunu hep yemeğine döktü, her yeri dağıttı, oyalandı. Öğrenilmiş çaresizliğiyle kaderine razı oldu.
Ertesi sabah havalandırmanın açılmasıyla saldık onu “sosyal hayata”; akşama kadar havalandırma. Yemeği ve suyu da hazır. Lakin tepede kurulmuş, kurumlaşmış Romeo ve Julyet’i unutuvermiştik işte. Onlar sevmediler önce Tavuk’u –sanki sonra sevmişler gibi!- bir vaveyla koptu havalandırmada. Baktık ki; Julyet peşinde Tavuk’un. O “güzelim” korkunç sesiyle kovalıyor bizim çocuğu, ama ne kovalama! Tavuk ne yapsın, koşturuyor o da önünde tabana kuvvet. Bahar; “Julyet acıdı Tavuk’a, onu uçurmaya çalışıyor” dedi safça. “Valla pek öyle değil gibi, tehdit gördü, didikliyor, bölgesinden kaçırmaya çalışıyor” dedim ben de.
Uyardım iyice psikopatlaşan Julyet’i; “Yapma kuzum, engelli bu çocuk. Sana bir şey yapmaz, sev onu”. “Tamam” dedi ağzının, pardon gagasının kenarıyla. Ama Romeo’ya söylemeyi unutmuş olacak ki, Romeo dadandı sonra Tavuk’a. En “munis ve melodik” çığlıklarıyla, hepimizi sıçrata sıçrata pike yaptı çocuğun üzerine. Onu zor ikna ettik, ya da edemedik, günü kurtardık, kim bilir… Belki de acımıştır Tavuk’un hallerine, vazgeçti tacizden. Tavuk’çuk da rahat bir nefes aldı sonunda, uçmayan kuşumuz, engelli çocuğumuz.
Yıkadık onu o gün yine. Hayır, faydası yok. Olmuyor. Ne sabun ne bebe şampuanı kar ediyor. Çıkmıyor, çıkamıyor bir türlü kanatlarına, gövdesine yuvalanmış, yerleşmiş o madde. Çaresiz vazgeçtik. “Revire götürelim” diyenler oldu yine. “Hayır” demedim, diyemedim bu sefer. Bir fantezi de olsa deneyebilirdik. Pazartesi için dilekçeler yazıldı, Tavuk için yazmadık ama. “Sürpriz misafir” olsun istedik revire. Ve fakat Pazartesi olduğunda, kızlar revire çağırıldığında, doktor görmek istememiş onu. “Ben ne yapabilirim ki” demiş. Oysa bir göz atsın, varsa bir veteriner hekim arkadaşına danışsın diye düşünmüştüm. Ne yazık ki sonuçsuz kalmıştı işte bu çaba da. Tavuk yine sosyal faaliyet alanı havalandırmaya salındı.
Onu izliyorum ara sıra. Belli saatlerde, özellikle akşamları güvercinler geliyor sürü halinde bizim havalandırmaya. Ekmek ve su koyduğumuz köşeyi bellediler ya, müdavimi oldular j-4’ün. Geliyorlar akşamları, bizim Tavuk zaten hep o köşede. Nasıl seviniyor, nasıl heyecanlanıyor, hareketleniyor onlar gelince, görmelisiniz. Hemen aralarına koşuyor, sokuluyor, aç olmasa bile onlarla birlikte gagalıyor ekmekleri. Bir sosyalleşiyor, bir sosyalleşiyor, sormayın. Sevinçle oraya buraya koşturuyor.
Ve sonra… sonra havalanıyor güvercin sürüsü hep birlikte. Bizim Tavuk yerde, en dipte kalakalıyor. Arkadaşları artlarına bakmadan giderken onun gözleri dalıyor. Ağlayacak gibi oluyorum, tıkanıyorum hep bu sahnede. “Biz de uçamıyoruz” diyorum “Biz de”. Üzülüyorum Tavuk için, benim için vakayı adliyeden artık bu. Ama hiçbir şey gelmiyor elimden, elimizden; ona bakmak, yedirmek, içirmek, güvenliğini sağlamaktan başka. Özgürlük başka şey oysa ki.
O insan yapımı kimyasallara bulandı. Engellendi. Kapatıldı. Tavuk uçamıyor artık. Maviyle buluşturamıyoruz onu. Burada mahkum, mahsur kaldı. İçim bulanıyor, öyle kalbime dokunuyor bu çaresiz, mahsun hali. Mecbur yanımızda kalıyor işte çocuğumuz. Yine de yabani, yine de mesafeli. Düşünüyorum; belki bir veteriner görüşü iyi gelir ona. Diyorum hani iletseniz, fikir verseler, en azından o uçup gitse, bu tabuttan, mezardan çıkabilse, ölmese… (AG/EKN)