Odadaki masada oturuyorum. Karşımda Hürriyet, Mekiye ve Emel’in fotoğrafı. Onlar bana bakıyor, ben onlara. Günlerdir böyle. Bazen elime alıp dikkatlice inceliyorum fotoğrafı. Bilmem kaç kere yaptım bunu. Yaşadım, okudum, hissettim onu.
Mekiye omuzlarını hafifçe kaldırmış ve kısmış, başını içlerine sokabilmek için. Kollarını yana sarkıtıp salıvermiş. Tek eli Emel’in omuzunda. Yüzünde gülmekle somurtmak arası bir ifade, mahsunca bakmış objektife. 12 yaşında. Emel, kızların en küçüğü. Pembeler içinde bir sarı papatya sanki, bir içim su. Ablasına, Mekiye’ye yaslanır gibi durmuş ama yaslanmamış. Omzundaki elden güç aldığı belli, rahatça gülümsemiş. O gülmüş, güneş açmış, o kadar içten. Dizinde tişörtünün püskülleri sallanıyor. Ne çok seviyor bu kızlar pembeleri, püskülleri…Dokuz yaşında.
Ve Hürriyet. Beni en çok etkileyen, bu fotoğraftan gözümü alamamama, defalarca, bıkmadan, usanmadan bakmama, kaldırmak yerine masadaki kalemliğe yaslayıp nereye otursam oraya döndürerek hizalamama sebep olan Hürriyet. En büyükleri Hürriyet, 14 yaşında. Mekiye ve Emel’in yanında duruyor ama onlardan değil. Sanki koruyucuları, belki de “çetenin” şefi. Hayatı sırtlanmış, boyundan büyük zorlukları omuzlamış. Artık çocuk olmadığından değil de ol-a-madığından, oldurtulmadığından olsa gerek kaşlarını çatmış. İki kaşı arası çizgiler. Hafif sağa eğmiş başını, ciddi ciddi bakmış objektife hayata bakar gibi. Sanki meydan okuyor. Kolları önde kavuşmuş, bir bacak önde, hafif yampiri, şöyle delikanlıca bir duruş. Aynı ama aynı, tıpatıp annesinin duruşu bu. Feride olmuş Hürriyet. Feride olmak için önce onun duruşunu almış, kendine yapıştırmış, yakıştırmış. Sonra da “görevlerini” üzerindeki şalvar bile annesinkinin aynı.
Bu duruş, bu ifade, bu bakış sessiz değil: “Yıllarca çektim ben. Büyüğüm, yetişkinim, sorumluluk sahibiyim, görün işte” diyor. Olduğu gibi yansıtmış dünyasını küçücük kareye Hürriyet. Ama ya boynundaki o boncuk ne olacak? Bile isteye kazağının üzerine çıkartılmış, ucundaki süs görünsün diye hafif yana çekiştirilmiş o boncuk? O her şeyi bozuyor işte. Sonra hem, çok ciddi ve anlamlı bakan simanın biraz üzerinde, sımsıkı toplanmış saçlarındaki o pembe toka da var. Süsünü sevsinler. Tüllü, çingene pembesi. Bak sen şu işe, tüm oyun bozuluverdi şimdi Hürriyet. Çünkü sen çocuksun. Çünkü sen o pembe tokanın tülüsün, boncuğunun süsüsün, annenin duruşu değil. Sen Feride değilsin Hürriyet. Sadece yazgın, sana şans tanımadan ve sorulmadan böyle çizilmiş.
Seni tanıyorum biraz ben. Babandan çok yediğini, hatta sen iki yaşındayken seni döverek yere çarptığı için gözlerine hafif şaşılık olduğunu, 12 yaşında okulu bıraktığını biliyorum. O günden bugüne evin tüm işlerini üstlendiğini, şimdiyse annen tutuklu olduğundan kendin hariç beş çocuğa daha, kardeşlerine baktığını, “annelik” yaptığını da biliyorum. En küçüğünüz 1,5 yaşındaki Diyar burada, bizimle.
Ben seni çok sevdim Hürriyet. Hikayeni, adını, fotoğrafını, kolyeni, tokanı… sevdim.
Mekiye, seni de tanıyorum biraz aslında. Okuldayken koşmaya başladığını, öğretmeninin yeteneğini fark ederek seni koşu yarışmalarına soktuğunu, katıldığın yarışlarda birincilikler kazanıp, ödüller aldığını biliyorum mesela. Annen övünerek anlattı bunları bana. Bir yarışmada tablet kazanmışsın hatta. İnternetin yokmuş ama tableti çok sevmişsin. Hep fotoğraf çekiyormuşsun onunla. Çok çalışkanmışsın sonra, başarılıymışsın tüm derslerinde. Okulu bırakmamışsın bu yüzden. Biraz da Hürriyet ev işlerini üstlendiği için tabii. Keşke o da senin kadar şanslı olsa. Bence çıkar başını omuzlarının arasından Mekiye, dik dur. Güzel ve özelsin sen.
Emel’cik seni de tanıyorum az çok. Sen de babandan “payına düşen” dayakları yemişsin. Annen her ne kadar hep araya girse, seni kurtarmaya çalışsa da başaramamış genellikle. Küçük yaşta tanışmışsın dayakla. Okuyorsun hala, bunu da biliyorum. Bırakmayacaksın okulu, işte buna da inanıyorum. Sonra sen gülünce hep güneşler açacak, gün ışıyacak gökyüzünde ve köyünde.
Muhtar Feride, “Çaki” Diyar
Hürriyet, Mekiye ve Emel, Feride’nin kızları. Bir de Mahsun (15), Hasan (10), Agit (2) ve Diyar (1,5) var. Feride ve Diyar, 10 Kasım 2016’da geldiler Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde kaldığım J-4 koğuşuna. Akşamüstüydü, yan koğuşta olduklarını biliyorduk aslında. Genelde ölüm sessizliği olan koridorda, bir çocuk sesi duymuştuk birkaç gün önce. O gün gelmiş Feride cezaevine. Mardin’in köylerinden birinde, yolda bir bomba patlamış. Çevre köylere yapılan operasyonlarda, Feride, birkaç akrabası ve kucağındaki Diyar gözaltına alınmış. Aranan eşi Lokman’mış aslında, lakin o ortadan kaybolduğu için Feride’ye bir nevi “rehin” muamelesi yapılmış. Onu gözaltında tekmeleyen komutan, açıkça onu gözaltına alırken tekmeleyen komutan, açıkça söylemiş zaten bunu. Bir yandan küfrederken, bir yandan, “kocan gelene kadar seni tutuklayacağız” demiş Feride’ye. Oysa o komutan bilmiyor ki; Lokman Feride’yi sevmiyor. Feride için gelmez. O kadar delikanlı değil hem, olsa Feride’yi ve çocuklarını sürekli dövmez.
Nitekim Feride tutuklanarak Mardin Cezaevi’ne gönderilmiş. Diyar da tutuklu tabii! Orada geçirdikleri bir aydan sonra Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’ne getirilmişler, bizim koridorda çocuk sesinin duyulduğu gün. Lakin gittikleri koğuş biraz sıkıntılı. Bu sıkıntılardan dolayı Feride iki gün sonra bizim yanımıza geçmek istemiş. İdare de onaylayınca bizim kapı açıldı ve ilk karşı karşıya gelişimiz bu kapının önünde oldu Feride’yle.
Ben gözümü dikmiş ona bakarken, o sanki hayatının en doğal, en rutin döngüsünü yaşıyormuş gibi sakin, sükut dolu bir ifadeyle içeri girdi, elinde çıkın yaptığı eşyaları ve sırtında çarşaflarla bağladığı Diyar’la. Diyar gayet sessizdi anasının sırtında ama gözlerini merakla açmış, biz içerideki kadınların yüzüne bakıyordu dikkatli dikkatli. Sapsarı kafası, yarı açık ağzı, yüzündeki koca adam ifadesiyle anasının aksine fütursuzca bizi süzüyordu.
“Çocuk gibi değil yahu bu” dedim “Çok sakin bir kere. Ve çok anlamlı, hem de mesafeli bakıyor.” Ana-oğul sessizce, onlar için ayarladığımız, koğuşta çocuk olmasını deli gibi isteyen İmam Baho’nun odasına yerleştiler. (İmam Baho’yu tanırsınız önceki yazılardan)…Bense Diyar konusunda yanıldığımı kısa sürede anlayacaktım. Hiç yerinde durmayan, koğuşu ve bizi hallaç pamuğu gibi dağıtan, sıcak semavere elini yapıştırmak için koşan, çakmak bulursa televizyonların fişlerini çıkarıp küçücük parmaklarını elektrik prizine sokmaya çalışan, sehpaların üzerinde ne varsa yere atıp sırıtan ve terlik/ayakkabı cinsinden her şeye mutlaka el atıp ağzına sokan bu 1,5 yaş canavarı için denebilecek son şeydi belki “sakin”. Diğer yandan pek çocuk da sayılmazdı, bu yüzden ona “Çaki” demeye başladım, hani şu katil bebek olan Çaki. Çok ağladığı bir gün ona vampir taklidi yaptım, güldü. Zombi gibi yürüdüm, yine güldü. Sesler çıkararak kurtadam olduğumda da gülünce, onun Çaki olduğu konusunda netleştim. Tabii bir de olur olmaz sürekli “çu” (Kürtçe gitti demek) dediği için tam adı “Çaki Çu” olarak kayıtlara geçti.
Feride, 38 yaşında bir Kürt kadınıydı ama yedi doğum ve hayat şartlarının izleri onu yaşından daha büyük gösteriyordu. Koyu kahve gözleri ciddi ve dalgın bakıyordu. İçine kapanık, utangaçtı ama bu kesinlikle “ezik" olduğu anlamına gelmesin. Okuma yazma bilmemesine ve Türkçeyi çok az konuşabilmesine rağmen, mesela cezaevi deposuna alınan kışlık kıyafetleri ya da Mardin Cezaevi’nden hesabına geçmesi gereken para gibi konuları asla atlamıyor, peşini bırakmıyordu. Baho’ya da İmanlı bir arkadaş gelmişti hem. Şafi olan Feride namazlarını, ibadetlerini de hiç aksatmıyordu. Bizi çok sevdi, biz de onu.
Bana önce “ışığımız” dedi, sonra “neşemiz” hayret vericiydi benim için ikisi de. Demek onun baktığı yerden öyle görünüyordum. Ne mutlu bana. Feride gibi saf, temiz, pırıl pırıl bir kadına “ışık, neşe” olduysam veya öyle görünüyorsam, evet ne mutlu bana.
Sonra sonra açıldı Feride de Çaki gibi. Futbol oynarken topa kasıla kasıla nasıl geldiğini, ellerini arkasında kavuşturup dimdik nasıl şutlar çektiğini gördü bu gözler. “Muhtar mısın sen Feride?” dedim. “He amcamın oğlu muhtardır” dedi. İşte bu yüzden ona ara sıra muhtar demeye başladım, başladık. Çocuklarını çok özlüyordu, dışarıda bıraktıklarını. Aklına düştü mü çocukları, oturduğu yerde, hiç sesini çıkarmadan, içini dahi çekmeden ağlıyordu. Sadece içinden ve gözünden yaşlar akıyordu o anda. Ancak o çabuk çabuk silmeden görebilirseniz gözyaşlarını, anlardınız ağladığını. Sorduğumda hep “çocukları özledim” diyordu.
Hayat dramdan ibaret değildi öte yandan. Efsane esprileri de vardı Feride’nin, utangaçça yaptığı, yapar yapmaz yazmasının kenarıyla ağzını kapatarak gülerken, kendini yatağın ardına doğru bırakıp dertop olup saklandığı. Ben bağırıyordum çığlık çığlığa: “Ne dedi? Ne dedi? Çiço ve Baho iki yandan çeviriyorlardı Feride’nin esprisini. “not al, not al, not al Çiç. Feride efsane espri yaptı…” Benim repliğimdi. Her esprisinin not alındığını görüp buna anlam veremeyen Feride bir gün: “niye yazıyorsunuz, ben başbakan oldum, Erdogan oldum, Erdogan oldum?” dedi gülerek. “Yaz, yaz Çiç Erdoğan değil Erdogan dedi, öyle yaz. G”
Feride’de özlü sözler, espriler bitmiyordu aslında ama bir ağlıyor, bir gülüyordu genellikle hepimiz gibi. Bir gün eşi yüzünden tutuklandığı için ona takıldığımda; “Ben zannediyordum o düşecek, ben düştüm.” Deyiverdi. "Lokman mı düşsün istedin?” diye sorunca da; “He valla. Ben dua ettim o düşsün, demek ki kabul etmedi, ben düştüm.” Cevabını verdi bu sefer. Sarıldım ona ve hep beraber güldük bu naifliğe.
Sonra aldım onu karşıma oturttum; “Haydi anlat hayat hikayeni Muhtar” dedim. Güldü, arkadaşlarına baktı: “Aslı Kürtçe bilmez, ben Türkçe nasıl olacak?” (oysa quzul qurt ve kerrafi mirın demeyi biliyordum…) “Merak etme çevirecekler. Kızlar da dinleyecek zaten yanımızda” diye açıkladım. “Tamam o zaman” dedi. “Peki, yazılar okununca çocuklarıma yardım edilir mi?” diye sordu sonra. “Eden çıkar elbet Feride” diye yanıtladım, “Olmadı bu konu için başka yerlere de yazarım…”
Ve Feride başladı anlatmaya…
Anlat Feride
Feride, Mardin’in bir köyünde doğmuş, 12 kardeşin en büyüğü. Aile fakirmiş ama koyunları varmış, hayvancılıkla geçiniyorlarmış. Büyüyünce, kendi deyimiyle, “köyün işi zor olduğundan” köylüyle evlenmek istememiş hiç ve tüm isteyenleri reddetmiş. “Eee baban bir şey demedi mi, söz hakkın var mıydı ki?” diye sordum hemen. Babası ses etmemiş. 20 yaşına geldiğinde İzmir’deki halasının oğlu istemiş Feride’yi. Feride halasını çok sevdiğinden ve İzmir’de yaşamak cazip geldiğinden istemiş bu evliliği.
Ben: -Seviyor muydun halanın oğlunu?
F: -yok, küçükken görmüştüm, büyüdüğünü görmedim.
Ben: - E niye olmadı o iş?
F: -Amcam “olmaz” dedi…
Ben: -Neden?
F: - “O benim oğlumla evlenecek” dedi.
Ben: -Oğlu Lokman mı?
F: -Evet.
Ben: -O dönem kaç yaşında Lokman?
F: -18. Benden 2 yaş küçüktür.
Ben: -E niye evlenmediniz?
F: -Lokman; “benim sevdiğim var, evlenmem Feride’yle” demiş.
Ben: -Senin sevdiğin yok muydu Feride?
F: -Yoktu.
O dönem olmamış lakin karar verilmiş bir kere; Feride Lokman’la evlenecek. Hem yabancıya gitmeyecek, hayvanlar bölünmeyecek hem de Feride, içinde altı oğlan ve üç küçük kızın da yaşadığı evin işlerini görecek… Planlı “yazgıları” böylece şekillenmiş Feride ve Lokman’ın. Aradan beş yıl geçmiş, Lokman üç kız istemiş bu arada (bir tanesi sevdiği kız) lakin üç kız da ona varmamış. Amca, oğlunu; “Feride’yi alsan, sonra sevdiğin başka bir kızı ya da kızları alırsın” diye ikna etmiş bu evliliğe. Ve Feride 25, Lokman 23 yaşındayken nikahları kıyılmış. Feride amca evine gelin gitmiş. Daha ilk günden çalışmaya başlamış; hem ev işlerini yapmış hem de Lokman’ın çobanlık yaptığı 100 koyunla ilgilenmiş. Bu kadar da değil: köy ve şehir dışına karpuza, pamuğa, çapaya gider, dönüm dönüm tarla çapalarmış. Lokman uyurken o çalışırmış genellikle. İlk günler bir diklenecek olmuş bu duruma; “neden sen yatıyorsun, ben çalışıyorum” diye, fakat ilk dayağını yiyince Lokman’dan, susmuş, kaderine razı olmuş. Hani o kaçındığı köy işlerinin hepsi üzerine yıkılıvermiş Feride’nin.
Kısa süre sonra ilk çocuğu Mahsun’a hamile kalmış. Feride’nin aklında ve yüreğinde yer eden bir dayak da; Mahsun’u doğuralı dört gün olmuşken ve bebesiyle odasında yatarken, Lokman’ın “anam bir gün yatardı, sen niye dört gün yattın” diye koyun güttükleri sopayla onu dövmesi. Anlatırken yaşlar yine sessizce iniveriyor gözlerinden aşağı.
Ben: -Sopayla mı döverdi hep seni?
F: -Evet, iki üç kez de sopayla kafamı kırdı.
Ben: -Neden peki?
F: -Beni sevmiyor.
Önüne bakarak, utangaçça söylediği bu son cümle içimi parçaladı. O kadar da net, o kadar da doğruydu ki dediği.
Ben: -Sevmediğini biliyorum Feride. Zaten sanki seni, evin işini gör, doğur diye almış. Ama neden dövüyor?
F: -İşte diyor bir gün “çay soğuk”, başka gün “yemek iyi olmamış.” Böyle dövüyor.
Ben: -Seni yemek, çay için mi dövüyor? Yok bence kendi olamamışlığının hıncını, hırsını çıkartıyor senden…
F: Benden sonra da üç kız daha istedi, vermediler ama.
Ben: -Niye vermediler?
F: -Bir elinde sakatlık vardır. Evli, bir de çocukludur. Ondan herhal.
Ben: Peki sen üzülmedin mi, kıskanmadın mı hiç bu kız istemeleri?
F: -Yok.
Ben: -Yalan söylemee Muhtarr… Geçen gün, “Lokman’ı seviyorum, kıskanıyorum” diyordun ama…
F: -Yook. O baştaydı. Beni çok dövdü. Sadece beni de değil, çocukları da dövdü, çok eziyet etti. Sevmiyorum ben onu.
Feride, 7. çocuğu Çaki’den sonra, kendi deyimiyle “tüplerini bağlatmış”, artık çocuğu olmayacak. “Neden bu kadar bekledin, yedi çocuk çok değil mi?” diye sorduğumda, Lokman’ın izin vermediğini, gerekli belgeyi imzalamadığını, çok çocuk istediğini, ancak Diyar’dan sonra ikna olup imzaladığını anlatıyor.
Ben: -Çok çocuk istiyor ama çocukları dövüyor!
F: -Evet
Ben: -Kızları çok döver miydi?
F: -Döverdi. Hürriyet iki yaşındayken çamurla oynadı diye ona vurup yere çarptı, dövdü. Gözleri şaş kaldı o yüzden.
Ben: -Mekiye ve Emel’i de döver mi?
F: -Mahsun’u, Mekiye’yi, Emel’i de döverdi hep.
Ben: -Sen ne yapıyordun o sırada?
F: -Araya girip kurtarmaya çalışırdım çocukları hep. Bir kere Hürriyet’i yemeğin yanına salata yapmamış diye dövdü, sopayla kafasını kırdı, elinden zor aldım.
Ben: -Feride, sen dayak yerken veya çocuklar dövülürken aynı evde kaldığınız amcan, yengen veya onların çocukları hiç müdahale etmezler miydi Lokman’a, araya girmezler miydi?
F: -Yok kimse karışmazdı. Zaten babası da dövüyordu bazen.
Ben: -Canınızı zor kurtarmışınız kısaca. Lokman’dan da kurtulmuşsunuz aslında.
Susuyor, kucağında sıkıca kavuşturduğu ellerine bakıyor.
Ben: -Ama bak sana da kızıyorum biraz ben, Hürriyet’in 12 yaşında okulu bırakmasına sessiz kaldığın için. Okumalı o kız.
F: -Başarısızdı diye kendi bıraktı okulu.
Ben: -Mahsun niye bıraktı peki?
F: -Kendi istemedi, ortaokulda bıraktı. Ben istedim okumasını Lokman’a dedim: “Korkut, okusun, bizim gibi olmasın”. “Mahsun çobanlık yapacak, koyunlara bakacak” dedi Lokman da…
Ben: -Ne yapıyorlar şimdi?
F: -Hürriyet ev işlerini yapıyor, Mahsun da koyunlara bakıyor, çobanlık yapıyor. Bizim köylerde çocukların çoğu böyle zaten.
Ben: -Peki okusalardı ne olmalarını isterdin Hürriyet ve Mahsun’un?
F: -Mahsun öğretmen, Hürriyet de hemşire olsaydı…
Ben: -Mekiye ne olsun?
F: -Öğretmen.
Ben: -Feride, eğer sen okusaydın ne olmak isterdin?
Duruyor, düşünüyor uzun uzun Feride. Hayal bile edemiyor. Ellerini iki yana açarak; “rüyalar gitti” diyor sadece.
Bizden iyi korku filmi mi var?
Biz Feride’yle konuşurken, doğrusu o bana anlatırken kulağımız sürekli kapıda, uyuyan Çaki uyanırsa Feride hemen yanına koşacak. Bu yüzden kapıyı dinleme molaları veriyoruz sessizce. Ya da Feride birden susuyor, ben de susuyorum. Feride’nin, Hürriyet’in, Mahsun’un, her şeye rağmen Lokman’ın hayatlarının tüm ağırlığı üzerime, omuzlarıma, yüreğime çöküyor. Sürekli sarılmak istiyorum Feride’ye, sanki sarılınca şifa verecek, yaraları iyileştirecek, unutturacakmışım gibi. Gülüyor sonra birden Feride, gülünce çocuk gibi oluyor ve konu değişiyor…
Ben: -Feride geçen gece, saat 03:00’dı sanırım, odanın balkon kapısını açtım. Dışarıdan bir uluma geliyor; “lan cezaevinde kurtlar var, bana seranat yapıyorlar” diyerek yan odaya koştum. Duymamışlar. İnanmadılar bana. Garip garip baktılar. Ama ben duydum. Bildiğin kurtlar uludu, hem de nasıl yanık yanık. Sen duydun mu?
Gülüyor, gülüyor, gülüyor Feride…
F: -Duymam mı…Ben uludum…
Ben: -Ne… Sen mi uludun Feride???
Hep birlikte kahkahayı koyuveriyoruz, deyim yerindeyse yerlerde yuvarlanıyoruz gülmekten. Kahkahalar tıkanırken boğuk boğuk soruyorum:
Ben: -Feride niye uludun? Neden, neden? Kurtkadın mısın sen?
F: -Valla Diyar’ı sallarken uyumayınca, uluyorum ben, uyuyor. O seviyor, köpek sesi, kurt sesi. Uyuyor hemen. Uyusun diye uludum.
Feride de katılıyor kahkahalara. Gülmekten gözümüzden yaş geliyor. Gürültümüze Çaki uyanıyor tabii. Sonraki günler şahit oluyoruz ki anası uluyunca Çaki de uluyor bazen. Üzerinde köpek fotoğrafları olan kartı görünce de havlıyor mutlaka. Bir defa İmam Baho’nun da, Çaki’yi dizinde sallarken uyusun diye uluduğunu görmüşlüğümüz, dilimize dolamışlığımız da var.
Ben: -Arkadaşlar, burası korku filmi platosuna döndü; Kurtkadın var uluyor geceleri. Ben vampir gibi geceleri okuyup yazıyorum, güneş ışığından itinayla kaçıyorum. Çaki de var, katil bebek. Arada o da uluyor ayrıca, sanırsın yavru kurt. İmam Baho’ya gelirsek, huy edindi elinin serçe parmağını yiyor (ama hakikaten yiyor, cidden yiyor, tırnak değil parmak yiyor.) Yani o bir zombi. Her şey tam, yok yok…
Durumun absürtlüğüne günlerce gülüyoruz, en çok da Feride gülüyor. Ama aslında onun aklı hep tahliye olmakta, çocuklarına kavuşmakta. Mesela Agit’i de koğuşa almak istiyor içtenlikle ve haklı olarak. Ben de başta öyle düşünsem de üç oda, bir salon, taş bahçe tecrit koğuşumuzun hiç de uygun olmadığını, Agit’e faydadan çok zarar getirebileceğini bilmiyor da değildim. Aynı zamanda nedense Feride’nin kısa süre içinde kurtulacağını düşünüyorum bu “rehinelik” çilesinden. Öyle saçma ki bu hal, neresinden tutsak elimizde kalıyor. Rehine olmasını mı eleştireyim, Lokman için rehin tutulmasını mi bilemiyorum.
“Ben bir şey yapmadım. Çocuklarım anasız, babasız, çaresiz, çıkarsalar beni…” deyip soruyor Feride.
F: -Çıkarırlar mı?
Ben: -Çıkarırlar bence Feride. Burada olmanı aklım almıyor zaten benim…
İsteğim, temennim; Feride’nin çıkıp çocuklarına kavuşması değil sadece. Aynı zamanda okulu bırakıp küçük bir “anne” olan Hürriyet’in tekrar okula dönmesi. Mekiye, Emel ve Hasan’a eğitimleri, yaşamları için destek vermesi. Özellikle Mekiye’ye yetenekli olduğu spor alanında burslar ayarlaması mesela… Çok mu şey istiyorum? Bıraksam uzar gider bu liste.
Çağrım hem resmi kurumlara/makamlara hem de sivil toplum örgütlerinedir. Hayatın gözlerden uzak, karanlık yanı böyle akıyor. Kimse görmese, duymasa, bilmese, bilmezden gelse de Feride, Hürriyet, Mekiye, Emel, Diyar ve diğer çocukların ağır, çok ağır bir hayatları var. Hem sosyal sorumluluk olarak hem de vicdani anlamda bu çocukların eğitiminin desteklenmesi gerekiyor bence.
Elbette biliyorum ki Feride’nin hikayesi, yüzlerce Feride’nin, Hürriyet’in, Lokman’ın hikayesi aynı zamanda. Okuduklarınız onlardan bir tanesi sadece.
Şimdi saat 03:00. Gitmeliyim. Belki birazdan Feride aya bakarak acılarını ulur yine, belki bu defa benden başka da duyanlar olur. (AG/NV)
Not: Bu yazı sadece Feride’nin anlatımlarına dayanarak ve kendisinden onay alınarak hazırlanmıştır. Cezaevi koşullarından kaynaklı kişilerle ilgili farklı bir araştırma yapılamamıştır.