Bahar’a bir haller oldu. Aslında hep vardı sanki onda bu haller. Şimdi şöyle bir düşündüğümde açık seçik görülüyor. Yaşar Kemal’le başladı her şey. Bayağı oldu, Bahar’a Fakir Baykurt kitapları tavsiye etmiştim. Kütüphaneden istedi ve geldi biri. En bilineni elbette: Yılanların Öcü. Nasıl unutulur Irazca’nın o meşhur repliği: “Pısma Bayram, Pısmaaa!” Tam da tahmin ettiğim gibi çok sevdi Bahar bizim “Fakir”i.
Ardından Yaşar Kemal önerdim, en sevdiğim üçlemeyi, Dağın Öte Yüzü: Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır; Ölmez Otu’nu. Irazca’dan sonra Meryemce’yle de tanışsın istedim. Yer Demir Gök Bakır geldi kütüphaneden ve Bahar başladı okumaya. Arada soruyordum: Nasıl gidiyor, neredesin? O anlatıyor, ben dinliyordum, sonra ben anlatıyordum, o dinliyordu. Gelmişti Taşbaş emminin köylüler tarafından ermiş ilan edildiği bölüme.
Yorulmadım elbet; “Yaşar Kemal güzel insan. Sever Anadolu insanını. Pamuk kötü gitmiş, kazanç yok, sömürü çok, ağa baskısı, sorunlar sorunlar… Köylüler bunalmış, çıkar yol aramış, aralarından bir mucize çıkarmış. ‘40 yıllık’ tanıyıp bildikleri Taşbaş emmiyi ermiş ilan edivermişler. Zorluklara, sıkıntılara, yarattıkları bu tevatüre sarılarak, sığınarak göğüs germişler. Bir nevi savunma mekanizması işte. Yaşar Kemal sevgiyle kurmuş, anlatmış bunları.”
Onayladı Bahar da: “Çok etkilendim Taşbaş emmiden.”
Sohbet iyiydi, hoştu da sonra öğrendim, Çiçek’e anlatmış: “Tüm köylü dua ediyor ona, ben de dua ettim namazdan sonra Taşbaş emmiye.”
Önce dondum kaldım duyunca, sonra kahkahalar. Bahar anlamadı niye bu kadar gülüyoruz, gönül koydu, kızdı. Ne vardı ki Taşbaş emmi hazretlerine dua etmesinde! Olabilir tabii, lakin biz durduramadık işte gülüşlerimizi.
Yaşar Kemal’e vurulduktan sonra sevecekti Bahar tüm Kemal’leri. Kemal Tahir ve Orhan Kemal’in kitapları geldi kütüphaneden: Karılar Koğuşu, Bekçi Murtaza, Kötü Yol. Tam o sıralarda TV’de bir kanal Karılar Koğuşu filmini yayınladı. Görünce hemen haber verdim kızlara: İzleyin mutlaka!
Ben de duramadım sonra, bilmem kaçıncı kez de olsa izledim onlarla. Tözey mevlit okutuyordu koğuşta, kadınlar duaya “Amin” der demez ardımda bir kahkaha koptu. Meğer Bahar da dualara amin demiş aynı anda. Çiçek ifşa etti yine. Bizi aldı bir gülme, “film o, film” desek de Bahar bizi suçladı, kızdı yine hepimize. “Nesi komik çok güzel okuyorlardı duaları” dedi ve kestirip attı. Kitabını da okudu ardından bir solukta. Lakin Orhan Kemal’i yetiştiremedi. Tam Kötü Yol’u okuyacaktı ki süresi doldu, aldılar elinden kitabı. Ama Bahar durmadı.
TV’de izlediği bir dizi vardı, başroldeki karakterlerin bebekleri olacakmış da muayenede engelli doğma ihtimali çıkmış ortaya. Bu duruma sessiz, tepkisiz kalamadı Bahar. O bebek engelli doğmasın diye önce kulağını çekti, sonra betona vurdu (tahta yok zira). “Nasıl yani” dedim, aldırış etmedi. Anlatmaya çalıştım: “Senaryo bu, oyuncu onlar, hamile yok, bebek yok, engelli de yok.” Dinledi sakin sakin, ekledi: “Aha şuraya yazıyorum o bebek engelli doğmayacak”. “Peki” dedim, “Peki, umarım senaristler öyle yazar.”
Çiçek de durmuyordu artık. Sürekli gözü kulağı Bahar’ın üzerinde, dedektif gibi pusuda yeni vukuatlar beklemekteydi. Bahar’da vukuat çok. Fazla bekletmedi. Yine bir dizide başkahraman silahlı saldırıya uğramış, doktor hastanede kızına anlatıyor: “Durumu iyiye gidiyor, hayati tehlikeyi atlattı.” Henüz dizi karakteri sesini çıkaramadan bizim Bahar konuşuyor: “Oh, çok şükür” ve kahkahalar patlıyor haliyle. Çiçek’e kızdı Bahar sonra: “Hep sen anlatıyorsun herkese bunları.” “Aşk olsun Bahar” dedim. “Ben herkes miyim?” Lakin artık iş işten geçmiş, gülsek mi, ağlasak mı bilemiyoruz.
Bitmeyen çile yapmışlar
Bu halleri nasıl biliyorsam, nedenlerini de biliyorum aslında. Ve fakat hiç komik değil onlar. Boşanma davasının ilk duruşmasına çıktı Bahar geçenlerde. Boşanmakta olduğu eşinin ona yaptıklarını anlatmış bir bir mahkemede; yediği dayakları, tehditleri, çocuğu göstermeme şantajlarını ve aldatıldığını. Aldatmayı duyan mahkeme hakimi duramamış, yorum yapmış: “Gencecik, aslan gibi delikanlı, baksana.”
Bahar buz gibi olmuş, sormuş yanında duran askere: “Ne diyor bu?” Asker geçiştirmeye, sakinleştirmeye çalışmış; “Seni güldürmeye çalışıyor, şaka yaptı şaka.” Şaka? Şaka mı yoksa eril tahakküm mü, eril zihniyet mi merak ediyorum; Bahar’ın eşi aynı hakime aynı olayları ve aldatıldığını anlatsaydı, hakim Bahar’a bakıp; “ne var, ne güzel gencecik kız” der miydi? Sorun şu ki; hep birlikte biliyoruz üzücü cevabı…
Tüm bu karanlığın içinde, işte bu mahkemede kasımdan bu yana kaynanası ve kayınbabasının cezaevine, annesini ziyarete getirmediği oğlunu, E.’sini, “hasretinden prangalar eskittiğini, kavrulduğunu, cennete açılan kapısını da görmüştü Bahar. Kaynanası ve eşinin yanındaydı E. de. Çocuk da onun gibiydi ki demek koşmak, anasına sarılmak istemiş lakin kaynana tarafından engellenmişti. Eline vurmuştu hatta, sanki Bahar’ın kalbine vurur gibi. Çok zor anlattı bunları bana Bahar, neredeyse ağlamaktan tıkanarak, bana da beni kemirecek yeni bir yara açarak. Çocuğuna vurulan fiskeyi hiç unutmadı. Anlattı, ağladı; anlattı, ağladı. Öğrenmiştim; mahkeme salonunda da bayılmış, annesine sarılmak isteyen çocuk, kaynanası tarafından çekiştirilerek götürüldükten sonra. Perişan halde gelmişti zaten koğuşa. Anlatırken titriyordu acıdan, dinlemek ayrı eza.
Neyse ki, hakaret, tehdit, şantaj, kötü muamele ve dayaktan eşine soruşturma açıldığını öğrendikten sonra uzlaştırma için görevli bir avukat geldi cezaevine. Bahar’a uzlaştırma metnini ve haklarını okumuş, teklif etmiş görevi icabı. Bahar ise eşinin kabul ettiğini görünce direkt reddetmiş uzlaşmayı.
Oysa ki hak kaybına uğramayacak, dense ve uzlaşma sağlanmazsa davasına devam edebilecekti. Bu sayede çocuğunu her hafta görüşe getirmelerini sağlayarak bu zulümden kurtulabilirdi belki de. Niye kabul etmemişti ki? Sordum, “Karar verdim, ne derse tersini yapmak istedim” dedi son derece müdanasız. Yine de bir dilekçe yazdık uzlaşmayı denemek istediğine dair; bilmiyoruz ne oldu sonuç.
Bahar’ın halleri, E.’nin özlemindendi. İçindeki kurt buydu. Düşünmek, özlemek ve üzülmekten büyük işkencesi yoktu onun. Gülmeliydi yine de kadere, her şeye inat. Bilmiyor değildi o da. Gülüyor şimdi ara sıra, dalga geçiyor kendi yaptıklarıyla. “Kötü Yol”u okuyamadı ya, onu da dert etmedi. Çiçek’e önerdiğim, kütüphaneden gelen Agatha Christie’lere başladı. Birini bir günde bitirdi, katilin kim çıktığına öyle bir şaşırarak. “Nasıl buldun” deyince ben; “Güzelmiş bunlar. Cinayet, dedektiflik, katil kim, sarıyor insanı” diye yorumladı. Anlaşılan bir süre Agatha Christie okuyacak Bahar.
Onun katillerini ise çok iyi biliyoruz: Erkek şiddeti, eril tahakküm, oğlan analarının dayanılmaz acımazsızlığı, adaletsizliği ve suç ortaklığı -Aman Bahar, sen böyle olma sakın-, ona ısrarla yaşatılan ölümcül mahrumiyet, E.’siz geçen bir anın bir yıla bedel olması. Uğraşmadık değil, uğraştık; ne zaman E.’yi, ziyarete getirmek istesek hep duvara tosladık. Başvurmadığımız yer kalmadı. Hiç mi hakkımız yok? Yok! Neden? Çünkü Bahar hükümlü.
Neden hükümlü ki peki? Tarihin birinde barış çadırına gitmiş. Ne o çadırı kurmuş, ne o çadırda neler olduğundan haberi var. Sadece barış için gitmiş, barış istemiş Bahar. Lakin barış gelmemiş, üzerine bir de Bahar’a dava açılmış. Bizimki takip etmeyince davayı, hatta avukatı dahi olmayınca “hiç kimse duymadan hükümler giymiş” ve “yiğidim, Bahar’ım” Sincan’da yatıyor şimdi.
Ben ve buradaki Agatha Christie’ler ise Bahar’ın katillerinin peşindeyiz. Belki yakalarız, belki yakalayamayız, bilinmez. Bildiğim: Hayat ve adalet bize küs çoktandır, sırtını döneli uzun zaman oldu. Yine de deniyoruz. Hak aramaktan vazgeçmiyorum, vazgeçmiyoruz, vazgeçmeyeceğiz. Bahar için, E. için, vuslat için… (AG/YY)
Not: Siz bu yazıyı okurken Çiçek tahliye oldu ve Bahar, Arda Turan meselesini merak edip bana sordu. 2016 dünya kupasını anlatırken ona, yenilgilerin ardından bir maç kazandığımızı söyleyince, tutamadı kendini yine “çok şükür” dedi. Agatha Christie’leri bitirdi, Stefan Zweig’le tanıştı. Alacakaranlıkta Bir Öykü’süne bayıldı.