Türkiye’nin neredeyse “teröristten geçilmediği zamanlardaydık. Öyle ki kime rastlasak, omzumuzu çarpsak teröristti. “alma” diyen teröristler, “fakat” diyen teröristler, “lakin” diyen teröristler, “olmaz” diyen teröristler, “hayır” diyen teröristler; yeni model ve daha ılımlı olmalarını rağmen, neticede bu kelimeleri sıkça kullanıldıkları için teröristtiler elbette.
Terör örgütleri sayısında da muazzam bir artış görülmekteydi. Yakın zamanda kurulan Gazeteci Terör Örgütü ile Milletvekili Terör Örgütü, önce İfade Özgürlüğü Terör Örgütleri Konfederasyonu çatısı altında birleşmiş, sonra Düşünce Özgürlüğü Terör Örgütleri Konfederasyonu’yla ittifak kurmuştu. Yeterince yaygınlaştıklarına kanaat getirmiş olacaklar ki bu örgütlenmelere şimdilerde; Facebook, Twitter, Whatsapp, İnstagram, Youtube gibi terör örgütleri de katılmıştı. Kısacası ülkemde terör örgütü ve teröristten, en çok da dün muteber olup yarın terörist ilan edilebilecek potansiyel teröristlerden bol şey yoktu. Yaşlar kurulardan ayrılacak derken, önce onlar yanmıştı. Bu yani model terör örgütlerinin faaliyetleri sayesinde eski model terör örgütleri ile sınıf kökenli ortodoks toplumsal hareketlerin devri de kapanmış, yeni orta sınıfın en çok da gazeteci, akademisyen, öğrenci ve öğretmenlerin oluşturduğu terör örgütleri yükselişe geçmişti.
Ben hangi örgüttenim?
İşte tam da bu zamanlarda 30 Ocak 2017 sabahında Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde dört kişi kaldığımız J-4 kodlu küçük koğuşun –kendi başına bir hücre de denilebilir- kapısı açıldı ve içeriye bir çöp poşetinin içine sığdırılmış eşyalarıyla bir kadın giriverdi. İki kadın gardiyan onun poşetindeki eşyaları incelerken, ben de onu incelemekteydim. Nihayet arama faslı bitti ve bize döndü. Yuvarlak yüzlü, siyah bukleli saçlarını sıkıca toplamış, temiz, kara gözlü, aydınlık yüzlü bir kadındı karşımdaki. 20 gündür Kırşehir Cezaevi’nde kalmaktaymış. Meğer ve bir gün apar topar Sincan tesislerine sevk edilmiş. Tabii sordum;
-E peki hangi davadan geldin, neden tutuklandın?
Önce omuzları kalktı, sonra omuzlarıyla yuvarlak başı arasındaki boynu kayboldu, gerildi, yüzü sıkıntıyla buruştu ve duraksadı. Gerçekten düşünüyordu.
Güldüm:
-Neden tutuklandığını bilmiyor musun?
-Yo biliyorum; facebook paylaşımlarımdan. Ama örgüt üyeliği deniyor ya, bilemedim hangi örgüttenim…
-Nasıl yani, seni facebook paylaşımlarından dolayı alıp, örgüt mü sordular?
-Evet, hangi örgütten olduğumu sordular.
-Peki, hangi örgüttensin?
-Eğitim-Sen
-Haydaa… Ama Eğitim-Sen’lisin diye tutuklamamışlardı. Şöyle sorayım, hangi örgüte üye olduğun iddia ediliyor?
Yine bir süre düşündü sıkıntıyla. Kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyordum.
-Pe-ka-ka derler herhalde, sanırım öyle olur.
-Yahu ne paylaştın Facebook’ta, örgüt bültenleri falan mı?
-Yoo, caps paylaşmıştım sadece.
Karşısında daha çok gülmek ve sırıtmak istemediğimden Funda’yı –adı Funda’ydı- içeriye, odalara doğru geçirdik. Uzun konuşmalar, denemeler, yanılmalar ve kararsızlıkların sonrasında her şey açıklığa kavuşacaktı gerçek: Funda Facebook Terör Örgütünün bir kadrosuydu!
Gerçekten Kırşehirli misin?
33 yaşındaydı Funda. Kırşehirliydi. Ailesi ve eşi de öyle. Annesi de, babası da eskiden sol saflarda yer almış Eğitim-Sen yöneticilerindendi.
Funda, Dokuz Eylül Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği bölümünü bitirdikten sonra Kırşehir’deki bir köy ortaokuluna atanarak öğretmenlik yapmaya başlamış, aynı zamanda “aile geleneğini” sürdürerek Eğitim-Sen’e üye olmuştu.2014’ten bu yana Kırşehir Eğitim-Sen yöneticisiydi. Açıkça söylemek gerekirse köy okullarında öğretmenlik yapması en çok ilgimi çeken şey oldu onda. Biliyordum ki bu konuda çok sorum olacaktı Funda’ya.
Kırşehirli olmasına ise şaşırmıştım doğrusu. Bir seneye yakındır Sincan Terör Tesislerindeydim ve İç Anadolu insanıyla fazlasıyla haşır neşir olmuştum. Bilinir: Her insan yaşadığı, yetiştiği coğrafyaya benzer, ya huyundan ya suyundan bir şeyler taşır. Karadeniz’in hırçın, dalgalı deniziyle yaban, esrarlı, çok renkli ormanlarının izlerini taşımayan Karadeniz’li, Ege’nin sakin sularının samimiyetini mitolojik esintilerin gizemini, zeytin dallarının içtenliğini ve rayihasını barındırmayan Ege’li, Akdeniz’in sıcağından nasibini almamış Akdenizli, bölgedeki sert ve kalender coğrafyaya benzemeyen Doğulu nasıl azsa İç Anadolu bozkırlarının on düşünüp bir konuşma, ağır davranma nitelikleri ve soluk renkleriyle donanmamış bir bozkırlı da nadirdir. Her ne kadar kozmopolit yaşam tarzı ülkenin en ücra kasabalarında dek kök salmış olsa da yöresel izler her bünyede mutlaka bulunur. Babadan Karadenizli, yürekten ve yaşamdan İstanbullu, ruhen Egeli bir kimse olarak, İç Anadolu bozkırlarının evlatlarıyla çok da derin, yakın ilişki kuramayacağımı, pek de aynı dilden konuşamayacağımı anlayalı uzun zaman olmuştu. Daha da uzun yazıp konuşabilirim bu konuda ve fakat sadede gelirsem; Funda Kırşehirlilere benzemiyordu.
Kafasında kaç tilki dolanır onu bilemem lakin düşünüp bir konuşmuyor, aklına geldiği gibi, içtenlikle kendini ifade ediyordu. Hatta belki bu yüzden Facebook’tan ağzı yanmıştı. Hem heyecanlı ve neşeliydi de, oysa İç Anadolu bozkırlarıyla heyecan ayrı kutuplardaydı bence.
-Funda emin misin Kırşehirli olduğuna, annenin, babanın kökeni belki farklıdır ha?
-Kesin bilgi: Annem de, babam da Kırşehirli.
Keyifle gülerek başına gelenleri anlatırken, bir yandan da hızlıca sorularımı yanıtlıyordu. Doktor eş, İlker ve İlker’in ona doğum günü hediyesi olarak aldığı Golden cinsi köpekleri Atlas’la mutlu, mesut bir hayat sürüp, anne, babası, ablası ve İlker’in ailesiyle de yakın ilişki içinde yaşarlarken bir sabah evlerine polisler gelmiş, özene bezene döşedikleri evleri aranmış, -hatta “Özgürlüğün 50 Tonu” adlı bestseller kitap, “suç delili” olarak ayrılmış! –Funda gözaltına alınmıştı.
Tüm bu tatsız gelişmeler boyunca hep güldüğünü, olanları çok da ciddiye almadığını yine ve yeniden gülerek anlatıyordu. Yaşam tarzı, duruşu, siyasete gayet az olan hakimiyeti ve ilgisine bakılırsa durum hakikaten komikti. Lakin trajikomik. Bir sit.com karakterine benziyordu karşımızda hikayesini anlatırken Funda. Araya kahkahalar karışıyor, neşeli bir şekilde sanki sonu mutlu bitecek bir skeçten bahsediyordu.
Üzüldüm; ülkemin bu duruma gelmesine, ifade ve düşünce özgürlüğünü kullananların, hiç hata yapma kredisi bile tanımadan “terörist” sayılmasına, insanların çok basit nedenlerle tutuklanmasına, karşımda oturan samimiyeti, içtenliği ve solcu arkadaşlarından öğrendiği derme çatma bilgileri dışında “tehlikesi” olmayan –samimiyet en tehlikeli suçtu günümüzde öte yandan- yuvarlak, güleç, mimikli kadının “terörist” iddasıyla buraya konuşmasına. En çok da onun gibi nicelerinin olmasına. Üzüldüm, üzüldüm, üzüldüm. Ve fakat üzüntüden ölmüyor işte insan. Sadece ağlıyor yüreği, sonra aniden başı ağrıyor ve midesi bulanıveriyor. Alıştım bu döngüye.
Kendi çapımda tehlikeliyimdir
-Funda, tam olarak ne yazdın Facebook’ta da tutuklandın?
Anlattı: Kendisinin yapmadığı, sağda solda gördüğü caps’ler, Cumhurbaşkanına hakaretten de yargılanmasını sağlayacak, aslına bakarsanız üslup olarak çok da kabul edilebilir olmayan, hatta bu konudaki eleştirilerimi bizzat kendisine söylediğim paylaşımlar, bir de 10 Ekim katliamıyla ilgili o gün orada bulunmasının yarattığı ruh haliyle duygusal, öfkeli çıkışlar…
Bu kadar, evet bu kadar.
-Peki, örgüt üyeliği delili nasıl çıkacak bunlardan?
“Bilmiyorum” dedi Funda, ben de yorum yaptım: “Efem şu paylaşımından dolayı DHKP-C diyebilirler, öte yandan diğerlerinden kaynaklı PKK’li olabilirsin… Bakalım hangisi çıkacak…” şaşırdı, dondu birden; “Olur mu öyle?” dedi.
“Olur valla, olur mu olur” diye yanıtladım. “Facebook iletilerinin sağa sola çekiştirilir, artık ne çıkarsa bahtına” diyerek güldüm.
“Ama benim bu örgütlerle hiç ilgim yok ki, hatta Sincan’a geldiğimde müdürler soru; 'DHKP-C koğuşuna mı gideceksin, PKK mi'... Eğitim düzeyi yüksek, örgüt olmayan bir koğuş olsun” dedim. Artık hep beraber gülüyorduk. Biliyordum bu örgütlerle bağının olmadığını zira başta belirttiğim gibi Funda, Facebook örgütünün mensubuydu.
Kısa süre önce bana tebliğ edilen bir resmi evrak aklıma geldi. Evrakta kim olduğum tanımlanırken aceleyle “THKP-C kurucusu” ibaresi yazılmıştı. Bakınız bir günde Mahir Çayan oluvermiş, henüz annemle babam evlenmemişken THKP-C’yi kuruvermiştim işte. Eğer imla hatası olduğunu düşünürsek, o vakit de bir başka örgütü çocuk yaşta kuruyordum, hem de cezaevinde. Neyse işte bu evrak üzerine bir süre koğuşta; “Ben Çayan, Mahir Çayan” diyerek dolandım. Şimdi bekliyorum; bir başka kağıtta elbet hakkımda; “Küba Devrimi Önderi” yazıverir ve ben Che oluveririm.
Anlattım bunları Funda’ya. Yuvarlak yüzü kocaman bir gülüşle aydınlanarak dinledi. Konuya döndüm sonra;
-Kaç takipçin vardı Funda? Hani çok mu izleniyordu paylaşımların da “tehlikeli” bulundun?
-500 kişi anca vardı/demez mi…
Hayal kırıklığına uğramıştım. Devam etti somurtarak:
-Aslında benim sayfam çok minnoş ve sempatiktir. Yaşadığım günlük olaylar, karikatürler, gezi fotoğrafları, espriler vb. paylaşırdım. Fakat fezlekede öyle bir seçme yapmışlar ki minnoş sayfam bana bile itici göründü.
Güldüm. “500 takipçi, Allah Allah, caps’lerde yaygın klişe caps’ler, neden tehlikeli bulundun ki” diye söylendim.
Hemen itiraz etti Funda gülerek;
-Aaa lütfen, ben de kendi çapımda tehlikeli sayılırım.
Böyle bir senaryonun içinde debelenmesine rağmen kaybetmediği ve onu terk etmeyen neşesini sevdim onun en çok. Birlikte geçirdiğimiz aylar boyunca da anlayacaktım ki; Funda’nın en belirgin özelliği, yaşam sevinci, hiç kaybetmediği iyimserliği ve bir de ara sıra onu sosyal medya emojilerine benzeten mimikleriydi.
Katibin adaleti
Funda, koğuş diye anılan minik izbemize yerleştikten sonra, elbette sayısız sosyal medya esprimin hedefi oldu. Hatta kendisi de yaptı. TV’den verilen yegane müzik kanalı Kral Pop’a bağımlılığını iğneleyerek arada takılıyordum ona: “Eh artık yakında bir pop albümü de senden bekleriz Funda"...
Hemen tezimi destekleyerek: “Sosyal medyada tutunamadım, artık albüm çıkartmalıyım” demiş, hep birlikte kahkahalara boğulmuştuk.
Ama sanırım en çok; Hollanda’yla kriz yaşadığımız dönemde Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun demeçlerinde kullandığı “Bullshit” ve “Sen ne lalesin bilemem…” ifadelerini haberlerde dinleyip gazeteden okuduğumuzda bana dönerek; “Hani benim eleştiri üslubum yanlıştı, bak bakanınkiyle hemen hemen eşit” demesine güldüm.
Zaten sorun tam da buradaydı. Hukuk, adalet herkese eşit işlememekteydi. Ben ve benim gibiler bir kelimeyi bile kullanırken kılı kırk yararak düşünüp tartarken, herkes için işler bu şekilde, baskılanma altında, yürümüyordu.
Öte yandan çocuktum ama Turgut Özal’ın başbakanlığı dönemini hatırlarım. Cumhurbaşkanı olduğu zamanlar da dahil, ne karikatürleri çizilir, nasıl ti’ye alınırdı. Şimdilerde en masum karikatürler, hadi tutun ki hatalı paylaşımlar dahi hakaret sayılmaktaydı. Mesele Funda’nın bu süreci iyi takip etmemesi, sanki Norveç’teymişiz gibi davranmasıydı belki de.
İlerleyen günlerde tenis oynadığını da öğrenince; “Hani tenisten gelip, köpeğini gezdirip, eşinle de film izledikten sonra 'Dur İlker’cim, ben biraz facebook’a bir şi’ler yazayım' diyerek bu iletileri mi paylaşıyordun Funda…” mealinde çokça takıldım ona.
Ve fakat bizim gündelik tecrit hayatımızdaki masum ve neşeli esprilerden öte bir hayat vardı, acımasız ve katı işlemekteydi. Cumhurbaşkanına hakaretten mahkemeye çıktı Funda. SEBGİS odasında katıldığı ilk duruşmada oturmasını söyleyen mübaşire itiraz ederek; “Bırak ayakta konuşsun böyle yapsın konuşmasını” diyen katip, Funda’ya “sabıkan var mı?” diye sormuş, “Hayır” yanıtını aldıktan sonra ise “yakında olur o zaman” diyerek onu taciz etmişti. İkinci duruşmada iki avukatı da hazır bulunduğundan, beni gayet sinirlendiren, “zaten bu ülkede herkes muktedir, herkes hakim, herkes savcı. Kimse işini doğru dürüst yapmaz ama karşısındakini haddi olmadan yargılar.” Şeklinde soluksuz tiratlar attırmama sebep olan katip tacizi, bir daha tekrarlanmamıştı. Lakin Funda’ya hakaretten ceza verildi. Her ne kadar hükmün açıklanması 5 yıl ertelense de çemkiren katibin dediği olmuştu işte. Tüm okurlara buradan, merak ettikleri mahkemelerin sonuçlarını katiplere sormalarını öneriyor, Jozef K.’ya ve Kafka’ma da selamlarımı iletiyorum…
Açık görüş
Funda’yla birlikte çıktığımız ilk açık görüşte, anne babası ve eşi İlker’le tanıştırdı bizi. Benim açımdan babamın akciğer kanseri tedavisi nedeniyle annenin tek gelebildiği trajik ve ağır bir açık görüş söz konusu olmasına rağmen, Funda’nın ailesini de gözlemleyecek zamanım oldu. Belki de biraz ferahlamak için yapmıştım bunu.
Adeta bir müdür veya patron hal, hakerek ve tavırlarındaki eski toprak karizmatik babası –ki gerçekten patron imiş- kasıla kasıla gelip görüş mahalindeki gardiyan masasına kuruluvermişti. Olabildiğine yüksek ve gür bir sesle konuşuyor, sandalyesinde kaykılıyordu. Babamın hallerine benzettim tavırlarını. Funda’ya babasını işaret ederek; “Funda, patron kim," diye sormamla gülmeye başladı babası ve kısa bir sohbetimiz oldu. Sonra Funda’ya kantinde çikolata ve kuruyemiş olduğunu özellikle belirterek –ee kızını tanıyor- çıktı görüş yerinden. Mütevazı ve sıcakkanlı annesi karaciğer yetmezliğinden mustarip olduğunda, babasının ona karaciğerini verdiğini öğrenmiştim Funda’dan. Mutlu bir aileydiler.
Eşi İlker’in dünyasında ise Funda’nın yeri büyüktü. Gözlerinin içine bakıyor, onun için her yere ve her şeye koşturuyordu. Funda ilk tutuklandığında İlker’in savcıya; “Benim eşim TV’de bir köpeğin öldüğünü görse ağlarken nasıl terörist olur” minvalinde bir dilekçe yazdığını, önemlisi Funda’nın bu dilekçe sayesinde bırakılacağını umduğunu, dilekçeden sonuç alamayınca da hayal kırıklığına uğradığını biliyordum. Gördüğüm kadarıyla da öylesi naif bir insandı. Zaten Funda’nın her istediğini hemen göndermesi, her görüşe mutlaka gelmesi, haftada en az iki mektup yazmasından da anlaşılmaktaydı bu.
Azıcık fazla kitabı ve abur cubur alışkanlığı nedeniyle Funda’ya diyet ve spor programı önerdiğimde, haliyle spor eşyalarını İlker’den istemiş, o da hemen temin ederek göndermişti. Fakat Funda’nın pilates hevesi 2 ders, koşu hevesi ise 5 tur sürdü. Nihayetinde yürüyüşe karar kıldı, sonra onu da aksatmaya başladı. Tam da o sıralar TV ekranlarında düşen bir reklam filmini Funda ve İlker’e adadım keyifle. Eşinin spor hevesi ve maymun iştahı yüzünden mağazaların spor reyonlarındaki alışveriş koşturmacasından bitap düşmüş bir adamcağız, ekranda her şeye rağmen; “Funda’mın pilatesi, Funda’mın yogası, Funda’mın koşusu…” demekteydi. “Funda’m” ise hiçbirini beceremeyip, heves ettiği hızla vazgeçiyordu hepsinden.
Funda’ya “İlker kapalı görüşe gelmezse ne yaparsın?” diye sorduğumda gülerek “Boşarım” dese de –şaka bir yana- birbirlerini çok seviyor ve özlüyorlardı. Özellikle de Atlas’ın barınağa verilmesi, bu küçük ailenin üç yana dağılmasının en trajik halkasıydı. Salt bu yüzden dahi Funda’nın bir an evvel çıkıp evine dönmesini istiyor, umuyordum.
Köy okulları, bilgisayar dersleri
Belirtmiştim Funda’da ilgimi çeken esaslı yanlardan biri öğretmen oluşu ve köy okullarında görev yapmış olmasıydı. Onunla gerek köy okulları gerek bilgisayar eğitiminin önemi gerekse de öğrenciler, özellikle de kız öğrenciler hakkında uzun uzun sohbetler ettik.
Görev yaptığı bazı okullarda bilgisayarların öğrenciler için yetersiz sayıda olması, bilgisayar dersinin, temel dersler içinde yer almamasından dolayı, müzik, resim, beden eğitimi dersleri gibi “yangında ilk atılacak” muamelesi görmesi, bir MEB Projesi olan Fatih Projesi ile tüm okullara akıllı tahtalar verilerek, çocukların bilgisayar ve teknoloji açığı kapatılacakken maalesef ki projenin tam anlamıyla hayata geçirilememesi, bu sohbetlerimizin konuları arasında yer alıyordu. Nasıl olabilir, neler yapılabilir diyorduk sık sık, üretiyorduk da.
Funda; Şeyma ve Yağmur adlı öğrencilerinin başarılarını, sınıfta birbirleriyle yarışmalarını anlatırken ilgiyle dinliyordum. İç Anadolu’nun köylerinde kız çocukları genellikle okutulsa da, eğer –henüz ilkokulda- başarısızlarsa 13-14 yaşlarında evlendirildikleri gerçeği de ortaya çıkmıştı. Görücü mutlaka gelirmiş mesela, fakat gerisi ailenin tutumuna göre değişir, bazısı kızını okutur, bazısı da evlendirirmiş. Okutmayı tercih edenler, çocuklarının eğitimi için genellikle il merkezine taşınmayı tercih ederlermiş.
Dikkatimi çeken bir diğer konuyu da atlamayayım. Bilgisayar öğretmenlerinin sorunlarından biri de; bazı okul yönetimlerinin bilgisayar derslerini çok önemsemeyip fazlalık olarak görmesi, bilgisayar öğretmenleri de teknik servis elemanı veya idari personel gibi çalıştırması örneğin; Funda öğrencileriyle dersteyken idare tarafından çağırılarak kendisinden idare bilgisayarındaki teknik hasarları tamir etmesinin istenmesi veya idari bir işin excel belgesine geçirilmesi gibi görev tanımı içinde olmayan angaryaların üzerine yüklenmesi artık vakayı adiyeden sayılabilirmiş.
Sorunlar bitmez, sadede gelirsem; büyük şehirlerdeki yaşıtları kadar şanslı olmayan, evlerinde bilgisayarları bulunmayan, bilgisayarla sadece okulda haşır neşir olan çocuklar, özellikle kız öğrenciler, Şeyma ve Yağmur gibi başarılı emsaller ve hatta ailelerinin de eğitilmemesi için buradan bakınca dahi yapılacak birçok şey, çok proje olmalı gibi görünüyor. Ve fakat bu yazıyı bir kamu spotuna ya da her zaman gerekli ve maalesef her zaman sıkıcı olan sosyal sorumluluk projelerine dönüştürmemek için kısa kesiyor, bir an önce tüm okulların –en azından- akıllı tahtalara konuşması gereğini ise bu vesileyle, zevkle, istekle oraya sıkıştırıyorum. Sanırım bu konularda daha çok konuşacağız Funda’yla.
Evet şimdilerde Funda, harıl harıl kitap okuyor ve mahkemesini bekliyor, “örgüt üyeliğinden” olan mahkemesini. Diğer yandan bir gün Tıp okumaya, ertesi gün Eczacılık Fakültesine yazılmaya, bir sonraki gün Hukuk Fakültesine başlamaya karar veriyor. Arada sırada ise “yoksa İletişim’e mi gitsem acaba…” diye düşünmüyor da değil.
“Hepsini birden oku” deyip sırıtarak katılıyorum bu fikir döngüsüne. Aynı zamanda –yoğun reklam kampanyalarım sonucu- “Acaba İzmir’e mi taşınsak, yoksa İda Dağı çevresine mi” şeklinde bir karasızlığı da mevcut.
Bugün verdiği karar, ertesi gün mutlaka değişecek olsa da, henüz değişecek olsa da, henüz değişmeden İlker’e illa ki mektupla iletiliyor. Benim önerim; “Bütçe uygunsa İzmir’e taşının, ida çevresinde yazlık alın” oldu, bakalım. Ben göremesem de, burnumda tütseler de, onların yaşamasını isterim. Bu memleketleri. İlker tüm bu kargaşalar ve hengameler içinde Funda’yı çok seviyor ve özlüyor tabi Funda da onu. Ben de Funda’yı seviyorum, seviyoruz, fakat İlker kadar değil. Bu yüzden onun bir an önce İlker’e ve Atlas’a kavuşmasını umuyorum, umuyoruz. Bakarsınız siz bu satırları okurken Funda da özgürlüğüne kavuşmuş olur. Olur mu olur…
Son sözlerim de şöyle olsun: Funda’nın hikayesi ve yazdığım, yaz-a-madığım tüm kadın portrelerinden bana kalan, bende kalan en önemli şey şu oldu: “Arzuladığım dünyada her dünyaya yer olacak”* (AG/HK)
*Zapatistaların bir sözü