3-14 Aralık'ta, Bali'de, Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler toplanarak iklim değişikliğiyle mücadele için Kyoto Protokolü'nden sonra alınması gereken önlemleri tartıştı. Amerika Birleşik Devletleri tartışmayı son güne kadar tıkadı ve sonuçta iki yıl sonra Danimarka'da yapılacak toplantıya kadar pazarlıkların sürdürülmesi kararlaştırıldı. İklim değişikliği, ekoloji üzerine çalışmalarıyla bilinen George Monbiot'un konuşmaların sona ermesinden sonra yazdığı yazıyı aktarıyoruz.
"11 gün süren tartışmalardan sonra hükümetlerin yaptığı anlaşma o kadar fazla taviz içeriyor ki sonuçta salımların artmasına bile yol açabilir. Bu tavizkar siyasi anlaşma büyük ölçüde fosil yakıt ve otomobil endüstrisinin çıkarlarından etkilenen Amerika Birleşik Devletleri'nin eseri. Anlaşmaya varılamaması sonucunda görüşmeler geceye sarkarak devam etti."
Bu satırlar Friends of the Earth örgütünün basın açıklamasından. Ee, ne olmuş, diyebilirsiniz. Ama bu açıklama 11 Aralık'ta yapılmıştı –yani 11 Aralık 1997 demek istiyorum. ABD daha henüz Kyoto Protokolü'nün ortasında koca bir delik açmıştı. George Bush masumdu; o sırada Teksas'ta mahkumları infaz etmekle meşguldü. Ülke adına iklim değişikliği pazarlıklarını yürüten heyetin başında [bu sene iklim değişikliğiyle mücadele çalışmaları nedeniyle Nobel Barış Ödülü verilen] Albert Arnold Gore vardı.
Avrupa Birliği 2010'a kadar sera gazı salımlarında yüzde 15'lik bir indirim istiyordu. Gore'un ekibi bu oranın 2012'ye kadar yüzde 5,2 olarak değişmesini sağladı. Sonra Amerikalılar daha da kötü bir şey yaptı -anlaşmayı tamamen yok ettiler.
Diğer hükümetlerin çoğu indirimi her ülkenin kendisinin yapmasında ısrar ediyordu. Fakat Gore içinden bir Hummer cipin geçebileceği boşluklar konmasını istiyordu. "Zengin ülkeler" diyordu, "diğer ülkelerin indirim kotalarını satın alabilmeli." Bu değişikliği kazandığında anlaşma yalan salım indirimleri üzerine devasa bir küresel piyasa oluşturdu. Batılı ülkeler eski Sovyetler Birliği üyelerinden "sıcak hava" satın alabilecekti. İndirimler hesaplanırken 1990 düzeyleri göz önüne alındığından ve o ülkelerde sanayi çökmüş olduğundan , eski Sovyetler Birliği üyeleri kendileri için konulan sınırın oldukça altında rahatlıkla kalabiliyordu.
Gore ayrıca zengin ülkelerin sözde indirimleri fakirlerden satın alabilmesinde de ısrar etti. Hindistan ve Çin'de girişimciler ana amacı zengin dünyadaki karbon tacirlerinin temizlemek üzere satın alabileceği sera gazı üretmek olan fabrikalar kurdular ve milyonlar kazandılar. Bu sabotajın sonucunda düşük karbon teknolojileri piyasası atıl kaldı. Karbon indirimine yüksek bir değer biçilmediğinden, hükümet politikalarının devamlılığı açısından bir garanti olmadığından şirketler risk almak yerine güvenli bir gelecek sunan fosil yakıtlara yatırım yapmaya devam etti.
Zengin ülkelerin gerçek bir indirime gitmemesini garanti altına alan Gore, yoksullarında onlardan hesap sorduğumuzda burun kıvırabilmelerini güvenceye almış oldu. George Bush 2001'de Kyoto Protokolü'nü hayata geçirmeyeceğini açıkladığında tüm dünya küfrü bastı. Fakat bu baskı sadece ABD'yi etkiledi. Gore'un ekibiyse konuyu herkes için mahvetmişti.
Amerikan heyetinin yok edici gücü değişmeyen tek şey değil. Kyoto Protokolü üzerinde anlaşıldıktan sonra Britanya çevre bakanı John Prescott şöyle dedi: "Bu iklim değişikliğinin getirdiği sorunları çözebilecek tarihi bir anlaşma. İlk defa kalkınmış ülkeler yasal olarak salımlarında indirim yükümlülüğü altına girdi."
10 yıl sonra, şu anki çevre bakanı Hilary Benn bize "bu ileri doğru büyük bir adım, tarihi bir gelişme... İlk defa, dünyanın tüm ülkeleri iklim değişikliğinin tehlikeleriyle mücadele için bir anlaşma üzerinde tartışmaya karar verdi" dedi. Bu insanların üzerinde bir çip mi var acaba?
Her iki sefer de, ABD diğer ülkeler için kabul etmesi imkansız taleplerle ortaya çıktı. Kyoto'dan önce diğer taraflar Gore'un karbon ticareti önerisini doğrudan reddediyordu. Gore'un heyeti konuşmalara son verme tehdidini savurdu. Diğer ülkeler teslim bayrağını çekti ama ABD son ana kadar bir dizi teknik ayrıntı üzerinde durdu ve bir anda fikrini değiştirmiş gibi yaptı. Hem 1997'de hem de 2007'de her şeyin iyi tarafını kendine aldı: hem anlaşmayı suya gömdü hem de onu kurtardığı için teşekkürleri kabul etti.
Hilary Ben bir aptal. Diplomatlarımız işe yaramaz. Amerikalılar aynı oyunu iki kez oynadı ve hükümetlerimiz ikinci kez aynı oyuna geldi.
Daha önümüzde iki yıl var ama bu anlaşma varolan haliyle Kyoto'dan da kötü. Hiçbir hedef ve hiçbir tarih içermiyor. Bali'de üzerinde anlaşılan bir dizi yeni ilke de Gore'un ticaret oyununun en kötü parçasını, "temiz kalkınma mekanizması"nı güçlendiriyor. Benn ve diğer şapşallar tezahürat yapıp şapkalarını sallarken ters yöne gittiğini fark etmeyen tren en sonunda istasyondan çıkıyor.
Her ne kadar artık iktidarda olmadığı için Gore şimdi daha iyi bir yönetim sergilese de George Bush'un yanına bile yaklaşamaz. O etkin, bağlayıcı ve anlamlı bir anlaşma istiyordu ama Amerikan politikası bunu imkansız hale getirdi. Temmuz 1997'de Amerikan Senatosu yoksul ülkeleri zenginlerle aynı kefeye koymayan hiçbir anlaşmaya geçit vermeyeceğini 95'e 0 oyla gösterdi. Kalkınmakta olan ülkelerin bunu kabul edemeyeceğini bilmelerine rağmen, Demokratlar da Cumhuriyetçilerle omuz omuza verdi. Clinton yönetimi bir taviz önermişti: kalkınmakta olan ülkeler için bağlayıcı yükümlülükler yerine Gore sera gazı salımlarının değiş tokuşunu önerecekti. Fakat bunu elde ettiğinde bile "kalkınmakta olan ülkeler katılmadan biz bu anlaşmayı Senato'dan geçirmeyeceğiz" dedi. Clinton dolayısıyla kazanamayacağı bir mücadeleye girmekten kurtuldu.
Peki Amerika –liderlerinin karakterinden bağımsız olarak- böyle davranıyor? Çünkü birkaç diğer modern demokrasi gibi o da iki büyük yozlaştırıcı gücün etkisi altında. Medya endüstrisinin iklim değişikliği tehlikesini bunu gündeme getiren herkesi görmezden gelmek konusundaki –özellikle ABD'deki- rolü üzerine daha önce yazdım. Sizi yeniden aynı şeylerle sıkmayacağım, sadece Cumartesi günü öğleden sonra [BM Bali görüşmeleri sona erdiğinde] Fox News web sitesinde 20 haber olduğunu söylemekle yetineceğim. İklim değişikliği, "Bikini giyen hostes yardım için takvim sattı" ve "Florida'da dükkanlar 'Santa sizden nefret ediyor' yazılı tişörtler satıyor"dan sonra 20. sıradaydı.
Onun yerine diğer yozlaştırıcı gücü, siyasi kampanya ekonomisini konuşalım. Senato iklim değişikliğine yönelik etkin mücadeleyi reddediyor çünkü tüm üyeleri bundan kaybedecek şirketler tarafından satın alınmış ve bağlanmış durumda. Kimin kime ne verdiğini incelediğinizde gözünüze iki şey çarpıyor.
Birincisi nicelik. 1990'dan bu yana enerji ve doğal kaynaklar sektörü –ağırlıkla kömür, petrol, doğal gaz ve tarım sanayi- federal düzeydeki siyasetçilere 418 milyon dolar vermiş durumda. Ulaşım şirketleri 355 milyon dolar vermiş.
Diğeriyse bu ayrım gözetmeyen cömertliğin genişliği. Büyük kirleticiler Cumhuriyetçileri kayırıyor ama çoğu aynı zamanda Demokratları da besliyor. 2000'deki başkanlık seçimleri kampanyasında petrol ve gaz şirketleri Bush'u paraya boğdu ama Gore'a da 142 bin dolar bağışladı; ulaşım şirketleri de 347 bin dolar. Tüm Amerikan politika sistemi kendi karlarını biosferin önüne koyan insanlara bağlı.
Dolayısıyla sorunu bundan sonraki başkanın çözeceği şeklindeki anlamsız beklentiye inanmayın. George Bush'tan çok daha büyük bir sorundan bahsediyoruz. Evet, Bush iklim değişikliğiyle mücadeleyi böğründen gelen bir çabayla öteledi. Ama bunun Bush'un böğrüyle bir ilgisi yok. Amerikalılar siyasi sistemlerini besleyen finansal sistemi sorgulamadığı sürece, onların siyasetçileri kalplerine değil ceplerine bakarak konuşmaya devam edecek. (GM/EÜ)
* George Monbiot'un bu yazısı 11 Aralık'ta the Guardian'da yayınladı. Yazıyı Erhan Üstündağ Türkçeleştirdi.